Gabriel Rockhill ve Zhao Dingqi* – Antikomünizm ve Kimlik Siyasetinden Demokratik Yanılsamalara ve Faşizme Emperyalist Propaganda ve Batı Sol Entelijansiyasının İdeolojisi

Zhao Dingqi: Soğuk Savaş sırasında ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) “Kültürel Soğuk Savaş”ı nasıl yürüttü? CIA’in Kültürel Özgürlük Kongresi hangi faaliyetleri yürüttü ve ne gibi etkileri oldu?

Gabriel Rockhill: CIA, diğer devlet kurumları ve büyük kapitalist işletmelerin vakıflarıyla birlikte, komünizmi denetim altına almayı ve nihayetinde geriletip yok etmeyi amaçlayan çok yönlü bir kültürel soğuk savaş yürüttü. Bu propaganda savaşı uluslararası kapsamdaydı ve ilerleyen satırlarda sadece birkaçına değindiğim birçok farklı yönü vardı. Ama en başta belirtmek gerekir ki, geniş kapsamına ve kendisine tahsis edilen geniş kaynaklara rağmen, bu savaş boyunca birçok muharebe kaybedildi. Bu çatışmanın günümüzde nasıl devam ettiğini gösteren yakın tarihli bir örnek vermek gerekirse, Raúl Antonio Capote 2015 tarihli kitabında, Küba’da entelektüelleri, yazarları, sanatçıları ve öğrencileri hedef alan istikrarsızlaştırma kampanyalarında yıllarca CIA için çalıştığını açıkladı. Bununla beraber “Şirket” olarak bilinen devlet kurumunun haberi olmadan, kirli oyunlarını desteklemesi için kurnazca kandırdığı Kübalı üniversite öğretim üyesi aslında kendini beğenmiş usta casuslara bir numara çekti: Küba istihbaratı için gizli çalışıyordu.1 Bu, CIA’in, çeşitli zaferlerine rağmen, nihayetinde kazanması zor bir savaş verdiğini kanıtlayan diğer birçok işaretinden sadece biri: CIA, dünya nüfusunun ezici çoğunluğuna düşman bir dünya düzeni dayatmaya çalışıyor.

Kültürel soğuk savaşın merkezlerinden biri, 1966 yılında bir CIA paravanı olduğu ortaya çıkan Kültürel Özgürlük Kongresi’dir [Congress for Cultural Freedom (CCF)].2 Konuyu kapsamlı bir şekilde araştıran Hugh Wilford, CCF’yi dünya tarihindeki en büyük sanat ve kültür hamilerinden biri olarak betimledi.3 1950 yılında kurulan CCF, Raymond Aron ve Hannah Arendt gibi işbirlikçi akademisyenlerin çalışmalarını, Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir gibi Marxist rakiplerine karşı uluslararası arenada destekledi. CCF’nin otuz beş ülkede bürosu vardı, yaklaşık 280 çalışandan oluşan bir orduyu seferber etti, dünya çapında yaklaşık elli saygın dergi yayınladı ya da destekledi ve çok sayıda sanat ve kültür sergisinin yanı sıra uluslararası konserler ve festivaller düzenledi. Ayrıca ömrü boyunca, en az 38 kurumla birlikte çalışarak 135 uluslararası konferans ve seminer planladı ya da bunlara sponsor oldu ve en az 170 kitap yayınladı. CCF’nin basın bölümü, Forum Service, altı yüz gazeteye ve beş milyon okuyucuya ulaşan on iki dilde ücretsiz olarak ve dünyanın dört bir yanında zehirli entelektüellerinin haberlerini yayınladı. Bu geniş küresel ağ, yöneticisi Michael Josselson’un -Mafya’yı anımsatan bir ifadeyle- “büyük ailemiz” dediği şeydi. CCF, Paris’teki merkezinden antikomünist entelektüellerin, sanatçıların ve yazarların sesini yükseltmek için uluslararası bir yankı odasına sahipti. CCF’nin 1966’daki bütçesi 2.070.500 dolardı, bu rakam 2023’te 19,5 milyon dolara tekabül eder.

Bununla beraber Josselson’un “büyük ailesi”, CIA’den Frank Wisner’in “kudretli Wurlitzer” olarak adlandırdığı, Şirket tarafından denetim altında tutulan uluslararası medya ve kültür programları otomatik pikabının [jukebox] sadece küçük bir parçasıydı. Bu devasa psikolojik savaş çerçevesine birkaç örnek vermek gerekirse, Carl Bernstein 1952 ila 1977 yılları arasında en az dört yüz ABD’li gazetecinin CIA için gizlice çalıştığını gösteren çok sayıda kanıt topladı.4  Bu ifşaatların ardından New York Times üç aylık bir soruşturma üstlendi ve CIA’in “sekiz yüzden fazla haber ve kamu bilgilendirme kuruluşu ve bireyini kucakladığı” sonucuna vardı.5 Bu iki ifşaat, analiz ettikleri aynı ağlarda faaliyet gösteren gazeteciler tarafından müesses nizamın mecralarında yayınlandı, dolayısıyla bu tahminlerin düşük olması olasıdır.

New York Times’ın 1935’ten 1961’e kadar yöneticiliğini yapan Arthur Hays Sulzberger, CIA’le o kadar yakın çalıştı ki bir gizlilik antlaşması (en üst düzey işbirliği) imzaladı. William S. Paley’in Columbia Broadcasting System’i (CBS), CIA’in görsel-işitsel yayıncılık alanındaki tartışmasız en büyük varlığıydı. Şirketle o kadar yakın çalışıyordu ki, CIA merkezine, merkez operatörü üzerinden yönlendirilmeyen doğrudan bir telefon hattı kurdu. Henry Luce’un Time Inc. Şirketi haftalık ve aylık alanda (Bernstein’ın daha sonra yayınlayacağı Time da dahil olmak üzere –LifeFortune ve Sports Illustrated) en güçlü işbirlikçisiydi. Luce, CIA ajanlarını gazeteci olarak işe almayı kabul etti ve bu çok yaygın bir kılıf haline geldi. CIA Müdürü Robert Gates tarafından 1991 yılında toplanan Geniş Kapsamlı CIA Açıklığı Görev Gücü’nden de bildiğimiz gibi, bu tür uygulamalar yukarıda bahsedilen ifşaatlardan sonra da hız kesmeden devam etti: “[CIA’in] PAO’sunun (Halkla İlişkiler Ofisi) artık ülkedeki her büyük telgraf servisi, gazete, haftalık haber ve televizyon ağından muhabirlerle ilişkisi var. (…) Birçok durumda muhabirleri haberleri ertelemeye, değiştirmeye, bekletmeye ve hatta çöpe atmaya ikna ettik.”6

CIA ayrıca ABD Gazeteciler Birliği’nin denetimini ele geçirdi ve ajanları için paravan olarak kullandığı basın servislerinin, dergilerin ve gazetelerin sahibi oldu.7  LATIN, Reuters, Associated Press ve United Press International gibi diğer basın servislerine de görevliler yerleştirdi. Devlet dezenformasyonu konusunda uzman olan William Schaap, CIA’in “tüm dünyada yaklaşık 2.500 medya kuruluşuna sahip olduğunu ya da bunları denetimi altında tuttuğunu; dahası, neredeyse her büyük medya kuruluşunda, telsizcilerden son derece görünür gazetecilere ve editörlere kadar kendi adamları” olduğunu ifade etti.8 Bir CIA görevlisi gazeteci John Crewdson’a “Herhangi bir zamanda her yabancı başkentte en az bir gazeteye ‘sahittik’” dedi. Dahası, söz konusu kaynak, “teşkilatın doğrudan sahibi olmadığı ya da büyük ölçüde sübvanse etmediği gazetelere, teşkilatın işine yarayacak haberleri yazdırabilecek ve zararlı bulduklarını yazdırmayacak ücretli ajanlar ya da kadrolu memurlar sızdırırdı.”9 Dijital çağda bu süreç elbette devam etti. Yasha Levine, Alan MacLeod ve diğer akademisyenler ve gazeteciler, ABD ulusal güvenlik devletinin büyük teknoloji ve sosyal medya alanlarındaki kapsamlı müdahalesini detaylandırdı. Diğerlerinin yanı sıra, Facebook, X (Twitter), TikTok, Reddit ve Google’da önemli istihbarat operatörlerinin belirleyici konumlarda yer aldığını gösterdiler.10

CIA aynı zamanda profesyonel entelijansiyaya da derinlemesine sızdı. Church Komitesi 1975 yılında ABD istihbarat topluluğu hakkındaki raporunu yayınladığında, Teşkilat “yüzlerce” kurumda “binlerce” akademisyenle temas halinde olduğunu itiraf etti (ve yukarıda bahsedilen 1991 tarihli Gates Memo’nun da teyit ettiği gibi, o zamandan beri hiçbir reform bu uygulamayı sürdürmesini ya da genişletmesini engellemedi).11 Stanford’daki Hoover Enstitüsü ve MIT’deki Uluslararası Çalışmalar Merkezi gibi Harvard ve Columbia’daki Rus Enstitüleri de CIA’in doğrudan desteği ve gözetimiyle geliştirildi.12 New School for Social Research’ten bir araştırmacı kısa bir süre önce CIA’in tiksindirici MKULTRA projesinin (en azından) kırk dört kolej ve üniversitede araştırma yaptığını doğrulayan bir dizi belgeyi dikkatime sundu ve en az on dört üniversitenin yaklaşık 1.600 Nazi bilim insanı, mühendis ve teknisyeni ABD’ye getiren meşhur Paperclip Operasyonu’na katıldığını biliyoruz.13 MKULTRA, bilmeyenler için, Ajans’ın sadist beyin yıkama ve işkence deneyleri yapan programlarından biriydi ve bu deneylerde, -rızaları olmadan- deneklere elektroşok, hipnoz, duyusal yoksunluk, sözlü ve cinsel taciz ve diğer işkence biçimleriyle birlikte yüksek dozda psikoaktif ilaçlar ve diğer kimyasallar uygulandı.

CIA aynı zamanda sanat dünyasına da derinden müdahil oldu. Örneğin, Sosyalist Gerçekçiliğe karşı ABD sanatını, özellikle de Soyut Dışavurumculuğu ve New York sanat ortamını destekledi.14 Batı’nın özgür sanatı olarak lanse edilen sanatı yaymak amacıyla sanat sergilerini, müzik ve tiyatro gösterilerini, uluslararası sanat festivallerini ve daha fazlasını finanse etti. Şirket bu çabalarında büyük sanat kurumlarıyla yakın işbirliği içinde çalıştı. Tek bir örnek vermek gerekirse, kültürel soğuk savaşta yer alan önemli CIA görevlilerinden biri olan Thomas W. Braden, CIA’ya katılmadan önce Modern Sanat Müzesi’nin (MoMA) yönetici sekreteriydi. MoMA’nın başkanları arasında, gizli istihbarat operasyonlarının süper eşgüdümleyicisi olan ve Rockefeller Fonu’nun CIA parası için bir kanal olarak kullanılmasına izin veren Nelson Rockefeller da vardı. MoMA’nın yöneticileri arasında, Rockefeller’ın Latin Amerika’daki savaş zamanı istihbarat teşkilatı için çalışmış olan René d’Harnoncourt’u buluyoruz. Aynı adı taşıyan müzeden John Hay Whitney ve Julius Fleischmann MoMA’nın mütevelli heyetinde yer aldı. İlki, CIA’in selefi olan Stratejik Hizmetler Ofisi (OSS) için çalıştı ve hayır kurumunun CIA parası için bir kanal olarak kullanılmasına izin verdi. İkincisiyse CIA’in Farfield Vakfı’nın başkanı olarak görev yaptı. CBS’in başkanı ve CIA’inki de dahil olmak üzere ABD’nin psikolojik savaş programlarının en önemli şahsiyetlerinden biri olan William S. Paley, MoMA’nın Uluslararası Programı’nın üyeler kurulundaydı. Bu ilişkiler ağının da gösterdiği gibi, kapitalist egemen sınıf, kültürel aygıtı sıkı bir şekilde denetim altında tutmak için ABD ulusal güvenlik devletiyle yakın bir şekilde çalışır.

ABD devletinin eğlence sektörüyle ilişkisi üzerine birçok kitap yazıldı. Matthew Alford ve Tom Secker, Savunma Bakanlığı’nın -tam ve mutlak sansür haklarıyla- en az 814 filmin desteklenmesinde rol aldığını, CIA’in en az 37, FBI’ınsa 22 filmde rol aldığını belgeledi.15 Bazıları çok uzun süredir devam eden TV dizilerine gelince, Savunma Bakanlığı’nın toplam sayısı 1.133, CIA’in 22, FBI’ınsa 10’dur. Bu sayısal vakaların ötesinde ve üstünde, elbette ulusal güvenlik devletiyle Tinseltown [Hollywood (ABD), Hollywood’un yüzeysel olarak göz alıcı dünyası ve film sektörü] arasında niteliksel bir ilişki söz konusudur. John Rizzo 2014 yılında bunu şu şekilde açıkladı: “CIA’in uzun zamandır eğlence sektörüyle özel bir ilişkisi var ve Hollywood’un önde gelen aktörleriyle -stüdyo yöneticileri, yapımcılar, yönetmenler, ünlü oyuncular- ilişkilerini geliştirmeye büyük önem veriyor.”16 Teröre karşı savaşın ilk dokuz yılında CIA’in Müsteşar Yardımcısı ya da Genel Danışman Vekili olarak görev yapan ve bu süre zarfında küresel gözaltı, işkence ve SİHA’yla suikast programlarının denetlenmesine yakından dahil olan Rizzo, kültür sanayiinin emperyal kasaplığa nasıl kılıf sağlayabileceğini anlamak için iyi bir konumdaydı.

Bu faaliyetler ve daha birçoğu, ABD imparatorluğunun temel özelliklerinden birini ortaya koyar: gerçek bir gösteri imparatorluğu. Başlıca odak noktalarından biri kalpler ve zihinler için savaşmaktı. Bu amaçla, uluslararası psikolojik savaşa girişmek için geniş bir küresel altyapı kurdu. Ana akım medya üzerindeki neredeyse mutlak denetim, ABD’nin Ukrayna’da Rusya’ya karşı yürüttüğü vekalet savaşına destek toplama çabalarında açıkça görüldü. Aynı durum 7/24 Çin karşıtı propaganda için de geçerlidir. Yine de, birçok cesur aktivistin çalışmaları ve gerçeğin kendisine karşı çalışıyor olması sayesinde, gösteri imparatorluğu anlatıyı tamamen denetleyemiyor.17

ZD: Bir makalenizde CIA ajanlarının Michel Foucault, Jacques Lacan, Pierre Bourdieu ve diğerlerinin Fransız eleştirel kuramlarını okumaya hevesli olduğundan bahsediyorsunuz. Bu görüngünün nedeni nedir? Fransız Eleştirel Kuramının nasıl değerlendirirsiniz?

GR: Komünizme karşı kültürel savaşta önemli bir cephe de şu anda Monthly Review Press için tamamlamakta olduğum bir kitabın konusu olan entelektüel dünya savaşı oldu. CIA kayda değer bir rol oynadı ama diğer devlet kurumları ve kapitalist egemen sınıfın vakıfları da öyle. Genel amaç Marxizm’i itibarsızlaştırmak ve anti-emperyalist mücadelelerin yanı sıra fiilen var olan sosyalizme verilen desteği baltalamaktı.

Batı Avrupa özellikle önemli bir savaş alanı olageldi. Amerika Birleşik Devletleri İkinci Dünya Savaşı’ndan egemen emperyal güç olarak çıktı. Küresel hegemonya kurmaya çalışmak için Batı Avrupa’daki eski önde gelen emperyalist güçleri (Doğu’da Japonya’yı olduğu gibi) küçük ortaklar olarak yanına almaya niyetliydi. Bununla beraber bu, Fransa ve İtalya gibi güçlü ve hayat dolu komünist partilere sahip ülkelerde özellikle zor oldu. Bu nedenle ABD ulusal güvenlik devleti siyasi partilere, sendikalara, sivil toplum örgütlerine ve önemli haber ve enformasyon kaynaklarına sızmak için çok yönlü bir saldırı başlattı.18 Hatta faşistlerle doldurduğu gizli yedek orduları kurdu ve komünistlerin sandık yoluyla iktidara gelmesi halinde askeri darbe planları yaptı (bu ordular, daha sonra 1968 sonrası gerilim stratejisinde etkinleştirildi: sivil halka karşı komünistlerin suçlandığı terör saldırıları düzenlediler).19

Daha açık bir şekilde entelektüel cephede, ABD iktidar seçkinleri Marxizm’i itibarsızlaştırma umuduyla kesinlikle antikomünist olan yeni eğitim kurumlarının ve uluslararası bilgi üretim ağlarının kurulmasını destekledi. Tarihsel ve diyalektik materyalizme açıkça düşman olan entelektüellere yükselme, yani terfi ve görünürlük sağlarken, aynı zamanda Sartre ve Beauvoir gibi isimlere karşı tiksindirici iftira kampanyaları yürüttü.20

İşte tam da bu bağlamda Fransız kuramının, en azından kısmen, ABD kültürel emperyalizminin bir ürünü olarak anlaşılması gerekir. Bu etiketle anılan düşünürler -Foucault, Lacan, Gilles Deleuze, Jacques Derrida ve çok daha fazlası- çeşitli şekillerde, kendisini büyük ölçüde önceki kuşağın en önde gelen filozofuna karşıt olarak tanımlayan yapısalcı hareketle ilişkilendirildi: Sartre.21 Sartre’ın 1940’ların ortalarından itibaren Marxist yönelimi genel olarak reddedildi ve anti-Marxizm için bir parola olan anti-Hegelcilik gündem haline geldi. Bir örnek vermek gerekirse Foucault, Sartre’ı “son Marxist” olarak kınadı ve onun, Foucault ve onun gibi düşünen diğer kuramcılar tarafından temsil edilen (anti-Marxist) zamana ayak uyduramayan on dokuzuncu yüzyılın adamı olduğunu iddia etti.22

Bu düşünürlerden bazıları Fransa’da önemli ölçüde ün kazanmış olsa da, onları uluslararası ilgi odağı haline getiren ve küresel entelijensiya için zorunlu okuma haline getiren ABD’deki tanıtımları oldu. Monthly Review‘da yakın zamanda yayınlanan bir makalede, Fransız kuramı çağını başlattığı kabul edilen olayın arkasındaki siyasi ve iktisadî güçlerden bazılarını detaylandırdım: 1966’da Baltimore’daki Johns Hopkins Üniversitesi’nde düzenlenen ve bu düşünürlerin çoğunu ilk kez bir araya getiren konferans.23 CCF’yi CIA’le birlikte finanse eden ve Teşkilat’ın propaganda çabalarıyla çok yakın bağları olan Ford Vakfı, konferansa ve sonraki diğer faaliyetlere 36.000 $ (bugün 339.000 $) tutarında fon sağladı. Bu, bir üniversite konferansı için hakikaten olağanüstü bir meblağdır; etkinliğin Time ve Newsweek tarafından basına yansıtılmasından bahsetmiyorum bile, ki bu tür akademik ortamlarda neredeyse hiç duyulmamıştır.24

Kapitalist vakıflar, CIA ve diğer devlet kurumları, Marxizm için bir ersatz [yedek] işlevi görebilecek radikal moda çalışmaları teşvik etmekle ilgilendi. Marxizm’i basitçe yok edemeyeceklerine göre, Marxizm’i demode olarak gömmek için -herhangi bir devrimci içerikten yoksun olsa da- son teknoloji ve eleştirel olarak pazarlanabilecek yeni kuram biçimlerini teşvik etmeye çalıştılar. Konuyla ilgili 1985 tarihli bir CIA araştırma raporundan da bildiğimiz gibi, CIA, Fransız yapısalcılığının yanı sıra Annales Ekolü ve Nouveaux Philosophes (Yeni Filozoflar) olarak bilinen grubun katkılarından çok memnundu. Özellikle Foucault ve Claude Lévi-Strauss’la bağlantılı yapısalcılığın yanı sıra Annales Ekolü’nün metodolojisine atıfta bulunan makale şu sonuca vardı: “Sosyal bilimlerdeki Marxist etkiyi eleştirel bir şekilde yıkmalarının modern bilime derin bir katkı olarak kalıcı olacağına inanıyoruz.”25

Fransız kuramına ilişkin kendi değerlendirmeme gelince, onu olduğu gibi tanımanın önemli olduğunu söyleyebilirim: Marxizm’i, burjuva kültürel eklektizmine düşkün ve gerçekte hiçbir şeyi değiştirmeyen söylemde hayali devrimler yaratmak için söylemsel şatafatı [pyrotechnics] harekete geçiren antikomünist bir kuramsal pratikle yerinden etmeye çalışan ABD kültür emperyalizminin -en azından kısmen- bir ürünü. Fransız kuramı, Friedrich Nietzsche ve Martin Heidegger gibi antikomünistlerin çalışmalarını rehabilite eder ve teşvik eder, böylece radikaliradikal gerici olarak yeniden tanımlamaya gizlice kalkışır. Fransız kuramcılar Marxizm’le ilişki kurduklarında, onu diğerleri arasında Nietzscheci soykütüğü, Heideggerci Destruktion, Freudcu psikanaliz gibi Marxist olmayan ve antidiyalektik söylemlerle karıştırılabilecek ve hatta karıştırılması gereken bir söyleme dönüştürür. Bu nedenle bu düşünürlerin birçoğu “kendi Marx’ları” üzerinde mülkiyet iddiasında bulunmakta, bu da zaman zaman bir şekilde Marxist ya da Marxist oldukları yanılsamasını yaratır. Bununla birlikte, ezici eğilim, Marx’ın eserinden kendi felsefi markalarıyla rezonansa girdiğini varsaydıkları çok özel unsurları keyfi olarak ortaya çıkarmaktır. Örneğin Derrida’nın hayaletimsi edebi karar verilemezlik Marx’ı, Deleuze’ün göçebe ve yersizyurtsuzlaştırıcı Marx’ı, Jean-François Lyotard’ın antidiyalektik differend Marx’ı ve benzeri diğer örneklerde durum budur. Böylece Marx’ın söylemi onlar için, kendi markalarını geliştirmek ve ona bir kapasite ve radikallik havası vermek için eklektik olarak yararlanılabilecek burjuva kanonu içinde bir yem işlevi görür. Walter Rodney “burjuva düşüncesinde, kaprisli doğası ve eksantrikleri teşvik etme şekli nedeniyle, herhangi bir yola sahip olabilirsiniz çünkü sonuçta, herhangi bir yere gitmediğinizde, herhangi bir yolu seçebilirsiniz!” 26 açıklamasıyla, bu kuramsal pratiğin hakiki doğasını özetledi.

ZD: Frankfurt Ekolü’nün çağdaş Çin’de de geniş bir etkisi var. Frankfurt Ekolü’nün kuramlarını nasıl değerlendirirsiniz? CIA’le ne tür bir bağlantısı var?

GR: Halk arasında “Frankfurt Ekolü” olarak bilinen Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü, Frankfurt Üniversitesi’nde zengin bir kapitalist tarafından finanse edilen Marxist bir araştırma merkezi olarak ortaya çıktı. Max Horkheimer 1930’da Enstitü’nün başına geçtiğinde, tarihsel materyalizmden ve sınıf mücadelesinden giderek uzaklaşan spekülatif ve kültürel kaygılara doğru kararlı bir kaymaya nezaret etti.

Bu bağlamda, Horkheimer yönetimindeki Frankfurt Ekolü, Batı Marxizmi ve daha özgül bir biçimde Kültürel Marxizm olarak bilinen şeyin kurulmasında temel bir rol oynadı. Horkheimer ve hayat boyu birlikte çalıştığı Theodor Adorno gibi şahsiyetler sadece var olan sosyalizmi reddetmekle kalmadı, aynı zamanda -Fransız kuramına çok benzer şekilde- totalitarizmin ideolojik kategorisine cahilce güvenerek onu doğrudan faşizmle özdeşleştirdi.27 Daha sonra TINA [“There Is No Alternative” Alternatif Yok) olarak bilinecek olanın, oldukça entelektüelleştirilmiş ve melodramatik bir çeşitlemesini benimseyerek, belki de tek potansiyel kurtuluş alanı olarak burjuva sanat ve kültür alanına odaklandılar. Çünkü Adorno ve Horkheimer gibi düşünürler, birkaç istisna dışında, kuramsal pratiklerinde büyük ölçüde idealistti: anlamlı toplumsal değişim pratik dünyada engellenmişse, kurtuluş yeni düşünce biçimlerinin ve yenilikçi burjuva kültürünün geistig -yani entelektüel ve manevi- alanında aranmalıydı.

Batı Marxizmi’nin bu yüce rahipleri sadece “faşizm ve komünizm aynıdır” şeklindeki kapitalist ideolojik mantra’yı benimsemekle kalmadı aynı zamanda emperyalizmi de açıkça destekledi. Örneğin Horkheimer, Mayıs 1967’de “ABD’de bir savaş yürütmek gerektiğinde… bu bir vatan savunması meselesi değil, esasen anayasanın savunulması, insan haklarının savunulması meselesidir” diyerek ABD’nin Vietnam Savaşı’nı destekledi.28 Adorno genellikle bu tür kavgacı ifadeler yerine sessiz bir suç ortaklığının profesörce siyasetini tercih etse de, Cemal Abdül Nasır’ı devirmeyi ve Süveyş Kanalı’nı ele geçirmeyi amaçlayan İsrail, Britanya ve Fransa’nın 1956’daki emperyalist Mısır işgalini destekleme konusunda Horkheimer’le aynı çizgide yer aldı.29 Nasır’ı “Moskova ile işbirliği yapan… faşist bir şef” olarak nitelendiren Horkheimer, İsrail’e sınırı olan ülkeleri açıkça “Arap soyguncu devletleri” olarak kınadı.30

Frankfurt Ekolü’nünliderleri ABD kapitalist egemen sınıfının ve ulusal güvenlik devletinin desteğinden cömertçe yararlandı. Horkheimer, CCF’nin önemli konferanslarından en az birine katıldı ve Adorno, CIA destekli dergilerde makaleler yayınladı. Adorno ayrıca Alman antikomünist Kulturkampf‘ın önde gelen isimlerinden CIA’den Melvin Lasky’yle yazıştı ve işbirliği yaptı ve paravan bir örgüt olduğu ortaya çıktıktan sonra bile CCF’nin genişleme planlarına dahil edildi. Frankfurt cephesi aynı zamanda Rockefeller Vakfı’ndan ve ABD hükümetinden, Enstitü’nün savaştan sonra Batı Almanya’ya dönüşünü desteklemek de dahil olmak üzere kapsamlı fonlar aldı (Rockefeller 1950’de 103.695 dolar, 2023’te 1,3 milyon dolara eşdeğer). Fransız kuramcılar gibi, onlar da, ABD imparatorluğunun liderlerinin desteklemek istediği ve desteklediği türden entelektüel çalışmalar yapıyordu.

Horkheimer’ın Frankfurt Ekolü’ndeki yakın çevresinin sekiz üyesinden beşinin ABD hükümeti ve ulusal güvenlik devleti için analist ve propagandacı olarak çalıştığını da belirtmek gerekir. Herbert Marcuse, Franz Neumann ve Otto Kirchheimer, OSS’nin Araştırma ve Analiz Şubesi’ne geçmeden önce Savaş Enformasyon Ofisi (OWI) tarafından istihdam edildi.* Leo Löwenthal da OWI için çalıştı, Friedrich Pollock’sa Adalet Bakanlığı’nın Anti-Tröst Bölümü tarafından işe alındı. Bu oldukça karmaşık bir durumdu çünkü ABD devletinin bazı kesimleri Marxist analistleri faşizm ve komünizmle mücadeleye dâhil etmeye hevesliydi. Aynı zamanda, bazıları ABD’nin emperyal çıkarlarıyla uyumlu siyasi konumlanışlar aldı. Bu nedenle Frankfurt Ekolü tarihinin bu bölümü çok daha fazla incelemeyi hak eder.31

Son olarak, Frankfurt Ekolü’nün ikinci (Jürgen Habermas) ve üçüncü kuşaklarına (Axel Honneth, Nancy Fraser, Seyla Benhabib ve diğerleri) evrilmesi, antikomünist yönelimini en ufak bir şekilde değiştirmedi. Aksine, Habermas açıkça devlet sosyalizminin iflas ettiğini iddia etti ve kapitalist sistem ve onun sözde demokratik kurumları içinde kapsayıcı bir “söylemsel irade oluşturma prosedürü” ideali için alan yaratılmasını savundu.32 Üçüncü kuşağın neo-Habermasçıları bu yönelimi devam ettirdi. Honneth, tartışılan diğer düşünürleri de ele alan ayrıntılı bir makalede ileri sürdüğüm gibi, burjuva ideolojisinin kendisini eleştirel kuramın normatif çerçevesine yerleştirdi.33 Fraser, kendisini sosyal demokrat olarak konumlandırarak eleştirel kuramcıların en sol kanadı olarak bıkıp usanmadan kendini sunar. Ama bunun somut olarak ne anlama geldiğini açıklığa kavuşturmak söz konusu olduğunda genellikle oldukça muğlak kalır ve “pozitif bir program tanımlamakta zorlandığını” açıkça itiraf eder.34 Ama negatif program açıktır: “Bunun [demokratik sosyalizmin] Komünizmin otoriter komuta ekonomisi, tek parti modeli gibi bir şey anlamına gelmediğini biliyoruz”.35

ZD: Şu anda Batı solunda yaygın olan kimlik siyasetinin ve çokkültürlülüğün rolünü ve işlevini nasıl anlıyorsunuz?

GR: Kimlik siyaseti, tıpkı onunla bağlantılı çokkültürlülük gibi, burjuva ideolojisini uzun süredir karakterize eden kültürcülüğün [culturalism] ve özcülüğün çağdaş bir dışavurumudur. Özcülük, kapitalizmin maddi tarihinin sonucu olan toplumsal ve iktisadî ilişkileri doğallaştırmaya çalışır. Örneğin, ırksal, ulusal, etnik, toplumsal cinsiyet, cinsel ve diğer kimlik biçimlerinin zaman içinde değişen ve özgül maddi güçlerin sonucu olan tarihsel inşalar olduğunu kabul etmek yerine, bunlar doğallaştırılır ve siyasi gruplar için sorgulanamaz bir temel olarak ele alınır. Bu tür bir özcülük, bu kimliklerin ardında işleyen maddi güçleri ve bu kimlikler etrafında yürütülen sınıf mücadelelerini gizlemeye hizmet eder. Bu durum, sömürgecilikten arınma taleplerine ve materyalist ırkçılık karşıtı ve ataerkillik karşıtı mücadelelere tepki vermek zorunda kalan egemen sınıf ve yöneticileri için özellikle kullanışlıydı. Sömürgeleştirme, ırkçılık ve toplumsal cinsiyet baskısının maddi temellerini asla ele almadığı için çok gerçek sorunlara sahte çözümler öneren özcü bir kimlik siyasetinden daha iyi nasıl yanıt verilebilir?

Judith Butler gibi kuramcıların çalışmalarında işleyen kimlik siyasetinin kerameti kendinden menkul özcülük karşıtı çeşitlemeleri bu ideolojiden temelde kopmaz.36 Bu kategorilerden bazılarını bireylerin ya da birey gruplarının sorgulayabileceği, oynayabileceği ve yeniden icra edebileceği söylemsel kurgular olarak ortaya çıkararak yapıbozuma uğratma iddiasında bulunan idealist yapıbozum parametreleri içinde çalışan kuramcılar, bu kategorileri kolektif sınıf mücadelesinin başlıca alanları olarak üreten kapitalist toplumsal ilişkilerin tarihinin materyalist ve diyalektik bir analizini asla sağlamaz. Ayrıca, fiilen var olan sosyalizmin bu ilişkileri dönüştürmek için kolektif olarak verdiği mücadelenin derin tarihiyle de meşgul olmazlar. Bunun yerine, toplumsal cinsiyet ve cinsel ilişkiler hakkında söylemsel olarak düşünmek için yapısökümünden ve Foucaultcu soykütüğünün pratik olarak tarihsizleştirilmiş bir çeşitlemesinden yararlanma eğilimindedirler ve en iyi olasılıkla sınıf mücadelesinin yerini çıkar grubu savunuculuğunun aldığı liberal bir çoğulculuğa yönelirler.

Buna karşın, Marxist gelenek -Domenico Losurdo’nun Class Struggle [Sınıf Mücadelesi] adlı başyapıtında gösterdiği gibi- sınıf mücadelesini çoğul olarak anlamaya yönelik derin ve zengin bir geçmişe sahiptir. Bu, toplumsal cinsiyetler, uluslar, ırklar ve iktisadî sınıflar (ve buna cinsellikleri de ekleyebiliriz) arasındaki ilişkiler üzerine verilen mücadeleleri içerdiği anlamına gelir. Bu kategoriler kapitalizm altında çok özgül hiyerarşik biçimler aldığından, Marxist mirasın en iyi unsurları hem tarihsel kökenlerini anlamaya hem de onları radikal bir şekilde dönüştürmeye çalıştı. Bu, kadınlara dayatılan ev içi köleliğe karşı verilen uzun soluklu mücadelenin yanı sıra ulusların ve ırksallaştırılmış halklarının emperyalist boyunduruk altına alınmasının üstesinden gelme savaşında da görülebilir. Elbette ki bu tarih kendini zaman zaman gösterdi ve kısmen Marxizmin bazı türlerinin -İkinci Enternasyonal gibi- burjuva ideolojisinin unsurlarıyla lekelenmiş olması nedeniyle hâlâ yapılması gereken çok iş var. Bununla birlikte, Losurdo ve diğerleri gibi akademisyenlerin dikkate değer bir bilgelikle ortaya koyduğu gibi, komünistler ataerkil tahakkümün, emperyalist boyun eğdirmenin ve ırkçılığın üstesinden gelmek için bu sorunların -kapitalist toplumsal ilişkilerin- kökenine inerek bu sınıf mücadelelerinin öncüsü oldu.

Önde gelen emperyalist ülkelerde ve özellikle ABD’de geliştiği biçimiyle kimlik siyaseti, sanki komünistler kadın sorununu ya da ulusal/ırksal sorunu hiç düşünmemiş gibi, kendisini radikal bir şekilde yeni bir bilinç biçimi olarak sunmak için bu tarihi gömmenin yollarını aradı. Bu nedenle, kimlik siyaseti kuramcıları, kibirli ve cahilce bu sorunları ilk ele alanların kendileri olduğunu, böylece kaba indirgemeci Marxistlerin hayali iktisadî belirlenimciliklerinin üstesinden geldiklerini iddia etme eğilimindedir. Dahası, bu sorunları sınıf mücadelesi alanları olarak tanımak yerine, kimlik siyasetini sınıf siyasetine karşı bir kama olarak kullanma eğilimindedirler. Sınıfı analizlerine dahil etmeye yönelik herhangi bir jest yaparlarsa, bunu genellikle yapısal bir mülkiyet ilişkisinden ziyade kişisel bir kimlik sorununa indirgerler. Bu nedenle ortaya koydukları çözümler gölge görüngüsel olma eğilimindedir, yani örneğin toplumsal-iktisadî düzenin sosyalist bir dönüşümü yoluyla ev köleliği ve ırksallaştırılmış aşırı sömürünün emek ilişkilerinin üstesinden gelmek yerine temsil ve simgecilik konularına odaklanırlar. Dolayısıyla, sorunun kökenine inmedikleri için önemli ve sürdürülebilir bir değişime yol açamazlar. Adolph Reed Jr’ın kendine özgü keskin zekâsıyla sık sık savunduğu gibi, kimlikçiler, ezilen grupların yönetici sınıf ve profesyonel yönetici tabaka içinde gerekli oranda temsil edilmesi koşuluyla -uluslar arasındaki emperyalist ilişkiler de dâhil olmak üzere- günümüze kadar gelen sınıf ilişkilerini sürdürmekten son derece mutludur.

Kimlik siyaseti, Batı solu içinde sınıf siyaseti ve analizinin yerinden edilmesine yardımcı olmanın yanı sıra solun, özgül kimlik sorunları etrafındaki yalıtılmış tartışmalarda kendisini bölünmesinde de büyük katkıda bulundu. Ortak bir düşmana karşı sınıfsal birliği yerine, kimlik siyaseti, çalışan ve ezilen insanları öncelikle ve her şeyden önce özgül toplumsal cinsiyetlerin, cinselliklerin, ırkların, ulusların, etnik kökenlerin, dini grupların ve benzerlerinin üyeleri olarak tanımlamaya teşvik ederek böler ve fetheder. Bu bağlamda, kimlik siyaseti ideolojisi aslında çok daha derin bir düzeyde bir sınıf siyasetidir. Dünyanın emekçi ve ezilen halklarını daha kolay yönetebilmek için onları bölmeyi amaçlayan bir burjuvazinin siyasetidir. O halde bunun, emperyal merkezdeki profesyonel yönetici sınıf tabakasının yönetim siyaseti olması hiç de şaşırtıcı değildir. Kurumlarına ve enformasyon kaynaklarına hâkimdir ve Reed’in anlayışlı bir şekilde “çeşitlilik sanayii” olarak adlandırdığında kariyer gelişimi için birincil mekanizmalardan biridir. İlgili herkesi kendi özgül grubuyla özdeşleşmeye ve grubun ayrıcalıklı temsilcisi gibi davranarak kendi bireysel çıkarlarını ilerletmeye teşvik eder. Ayrıca, uyanıklığın [wokeism] bazı insanları sağın kollarına itme etkisine de sahip olduğunu belirtmeliyiz. Egemen siyasi kültür rekabetçi bireycilikle birlikte bir aşiret zihniyetini teşvik ediyorsa, o zaman beyazların ve erkeklerin de -çeşitlilik sanayii tarafından haklarından mahrum bırakıldıkları algısına kısmi bir yanıt olarak- sistemin “kurbanları” olarak kendi özel gündemlerini geliştirmeleri şaşırtıcı değildir. Sınıf analizinden yoksun kimlik siyaseti bu nedenle sağcı ve hatta faşist mübadelelere kesinlikle uygundur.

Son olarak, ideolojik kökleri Yeni Sol’a ve V. I. Lenin’in daha önce Avrupa solunda teşhis ettiği toplumsal şovenizme dayanan kimlik siyasetinin emperyalizmin başlıca ideolojik araçlarından biri olduğunu belirtmezsem ihmalkârlık etmiş olurum. Böl ve yönet stratejisi, dini, etnik, ulusal, ırksal ya da toplumsal cinsiyet çatışmalarını körükleyerek hedeflenen ülkeleri parçalamak için kullanıldı.38 Afganistan’da kadınların özgürleştirilmesi, Küba’da “ayrımcılığa” uğrayan Siyah rapçilerin ve Latin Amerika’da sözde “ekososyalist” Yerli adayların desteklenmesi, Çin’de etnik azınlıkların “korunması” ya da ABD imparatorluğunun kendisini ezilen kimliklerin hayırsever hamisi olarak sunduğu diğer iyi bilinen propaganda operasyonları söz konusu olduğunda, kimlik siyaseti emperyalist müdahale ve karışmaların yanı sıra istikrarsızlaştırma kampanyaları için de doğrudan bir gerekçe olarak hizmet etti. Burada, kimliğin tamamen simgesel siyasetiyle sınıf mücadelelerinin maddi gerçekliği arasındaki tam kopukluğu açıkça görebiliriz, zira birincisi emperyalizm için ince bir örtü sağlayabilir -ve sağlar. O halde bu düzeyde de kimlik siyaseti nihayetinde bir sınıf siyasetidir: emperyalist egemen sınıfın siyaseti.

ZD: Slavoj Žižek, günümüz küresel sol akademik çevrelerinde geniş bir etkiye sahip bir akademisyen ve elbette birçok tartışma var. Onu neden “kapitalist saray soytarısı” olarak görüyorsunuz?39

GR: Žižek emperyal kuram sanayiinin bir ürünüdür. Michael Parenti’nin de belirttiği gibi, gerçeklik radikaldir, yani kapitalist dünyada çalışan insanlar istihdam, barınma, sağlık hizmetleri, eğitim, sürdürülebilir bir çevre ve benzeri sorunlarla aşırı gerçek, maddi mücadelelerle karşı karşıyadır. Tüm bunlar insanları radikalleştirme eğilimindedir ve birçoğu Marxizm’e yönelir çünkü Marxizm yaşadıkları dünyayı, karşı karşıya oldukları mücadeleleri gerçekten açıklar; net ve uygulanabilir çözümler ortaya koyar. İşte bu nedenle kapitalist kültürel aygıt, çalışan ve ezilen kitlelerin Marxizm’e olan gerçek ilgisiyle başa çıkmak zorundadır. Özellikle gençlerin ve profesyonel yönetici sınıf tabakasının üyelerinin hedef kitleleri için geliştirdiği taktiklerden biri, Marxizm’in temel özünü saptıran son derece metalaştırılmış bir çeşitlemesini teşvik etmektir. Böylece Marxizm’i, meta güdümlü toplumdan kurtuluş için kolektif bir kuramsal ve pratik çerçeve yerine, diğer metalar gibi satılacak moda bir markaya dönüştürmeye kalkışır.

Žižek bu proje için birçok açıdan mükemmeldir. Kendisi Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nde (SFRY) büyümüş antikomünist bir yerli muhbirdir. Düzenli olarak, Batı’da kariyeri için yükseliş arayan bir küçük burjuva entelektüeli olarak öznel deneyiminin ona bir şekilde sosyalizmin hakiki doğasına tanıklık etme konusunda özel bir hak verdiğini iddia eder. Böylece SFRY’deki deneyimine ilişkin kişisel anekdotlar nesnel analizin yerini alır. Şan ve şöhret peşinde koşan bir oportünist olarak Žižek, sosyalist anavatanını, kendisine böylesine bir yükseliş sağlayan Batılı kapitalist ülkelerden öylesine daha aşağı görmüştür ki, şu anda ABD Dışişleri Bakanlığı’nın sanal bir kolu olan Foreign Policy Dergisi’nin onu en iyi küresel düşünürlerden biri olarak kabul etmesi hiç de şaşırtıcı değildir.

Žižek, SFRY’de sosyalizmin yıkılmasında bizzat oynadığı rolle açıkça övünür. Yugoslav Komünist Partisi’nin CIA tarafından desteklenmekle suçladığı önde gelen muhalif yayınlardan Mladina‘nın başlıca siyasi köşe yazarıydı. Ayrıca Liberal Demokrat Parti’nin kurucuları arasında yer aldı ve Slovenya’nın ilk ayrılıkçı cumhuriyetinde “devletin ideolojik Reel-sosyalist aygıtının [sic] parçalanmasına büyük ölçüde yardımcı olacağı” sözünü vererek partinin cumhurbaşkanı adayı oldu.40  Az bir farkla kaybetmesine rağmen, kapitalizmin restorasyonundan sonra ve dolayısıyla nüfusun çoğunluğu için yaşam standartlarında feci bir düşüşe yol açan acımasız kapitalist şok terapisi süreci boyunca Slovenya devletini ve iktidar partisini açıkça destekledi (ama kendisi için değil -haha!). Kurucusu olduğu özelleştirme yanlısı parti, Avrupa Birliği ve NATO’ya katılımın önde gelen savunucusu olduğu için emperyalist kampla bütünleşmeye de açıkça yöneldi.

Bu Doğu Avrupalı liberali kapitalizmin soytarısı olarak görüyorum çünkü Marxizm’i alay konusu haline getirir ve tam da bu yüzden kapitalist toplum içindeki egemen güçler tarafından bu kadar yaygın bir şekilde desteklenir. Onun anladığı şekliyle Marxizm, gerçek maddi mücadelelere dayanan kolektif bir özgürleşme bilimi olmaktan ziyade, her şeyden önce, oportünist bir enfant terrible’ın [korkunç çocuk] küçük burjuva siyasi duruşuna indirgenen entelektüel hilekârlığın kışkırtıcı bir söylemidir. Onun muzip maskaralıkları ve komünist kostümleri burjuvaziyi eğlendirir ve eğitimsizlerin kısa dikkat sürelerini yakalar. Tıpkı bir soytarı gibi, insanları güldürme ya da ayağa kaldırma konusunda yetenekli; bu da dijital çağda kolayca beğeni ve tıklamalara dönüşür. Hollywood’un ve genel olarak burjuva kültür aygıtının mallarını pazarlamakta da özellikle başarılı. Kral sermaye, bu süreçte ceplerini dolduran bu düzenbazı açıkça seviyor. Her iyi soytarı gibi o da saray adabının sınırlarını biliyor ve nihayetinde var olan sosyalizmi kötüleyerek, kapitalist uzlaşmayı teşvik ederek ve hatta çoğu zaman doğrudan emperyalizmi destekleyerek bu sınırlara saygı gösterir. Burjuva basını tarafından zaman zaman tanımlandığı gibi gerçekten de dünyanın “en tehlikeli entelektüeli”yse, bunun nedeni Marxist emperyalizmle mücadele ve sosyalist bir dünya inşa etme projesini tehlikeye atmasıdır.

Nesnel yüceltilmeyle öznel sağa kayış arasındaki iyi kurulmuş oranı doğrulayarak Žižek, emperyalizme verdiği antikomünist destekle tartışmasız bir şekilde giderek daha gerici hale geldi. Afrika’daki yeni-sömürgeciliğe meydan okumaya yönelik mevcut çabalara ilişkin kesin yargısını düşünün: “Orta Afrika’daki ‘sömürge karşıtı’ ayaklanmaların Fransız yeni-sömürgeciliğinden bile daha kötü olduğu açıktır.”41 Yakın zamanda yaptığı bir başka kamusal müdahalede, desteklediği devrim türünün oldukça açık bir örneğini sundu. Nahel Merzouk’un polis tarafından öldürülmesinin ardından Fransa’da 2023 yazında patlak veren isyanları tartışırken, tutarlı olduğunu iddia ettiği her şeyde sık sık yaptığı gibi, ayaklanmaları zafere taşıyacak örgütsel bir strateji yoksa başarısız olacaklarına dair önemli bir Marxist görüden yararlandı. Ardından başarılı bir devrim örneği verdi: “Halk protestoları ve ayaklanmalar, Ukrayna’daki 2013-14 Maidan Ayaklanması gibi özgürleştirici bir vizyonla sürdürülürse olumlu bir rol oynayabilir.”42 Geniş çapta belgelendiği üzere, Maidan Ayaklanması ABD ulusal güvenlik devleti tarafından kışkırtılan ve desteklenen faşist bir coup d’état’ydı.43 Bu, Samir Amin’in “Euro/Nazi darbesi” olarak adlandırdığı emperyalist destekli faşist bir darbeyi, başarılı bir devrime yol açan “özgürleştirici bir vizyon”un “olumlu” bir örneği olarak gördüğü anlamına gelir.44 Bu konumlanışı ve Ukrayna’daki ABD-NATO vekalet savaşına verdiği kararlı destek, dünyanın “en tehlikeli entelektüeli” olmanın ne anlama geldiğini açıklığa kavuştur: komünist kılığına girmiş bir faşist-sever [philo-fascist].

ZD: Amerika Birleşik Devletleri uzun zamandır Batı tarafından bir liberal demokrasi modeli olarak görülüyor. Ancak siz Amerika’nın hiçbir zaman bir demokrasi olmadığını düşünüyorsunuz.45 Bakış açınızı açıklayabilir misiniz?

GR: Nesnel olarak ifade etmek gerekirse, Amerika Birleşik Devletleri hiçbir zaman bir demokrasi olmadı. Bir cumhuriyet olarak kuruldu ve sözde kurucu babalar demokrasiye açıkça düşmandı. Bu, Federalist Makaleler‘den, Philadelphia’daki 1787 Anayasa Konvansiyonu’nda alınan notlardan ve ABD’nin kurucu belgelerinin yanı sıra yerleşimci sömürgesinde başlangıçta kurulan yönetimin maddi uygulamalarından açıkça anlaşılır. Herkesin bildiği gibi, Bağımsızlık Bildirgesi’nde “acımasız Kızılderili Vahşiler” olarak anılan Amerika Birleşik Devletleri’nin yerli nüfusuna, yeni kurulan cumhuriyette demokratik güç verilmediği gibi, Afrika’dan köleleştirilmiş insanlara ya da kadınlara da verilmedi.46 Aynı durum ortalama beyaz işçiler için de geçerlidir. Terry Bouton gibi akademisyenlerin ayrıntılı olarak belgelediği gibi: “Sıradan beyaz erkeklerin çoğu… [sözde Amerikan] Devrimi’nin kendi ideallerini ve çıkarlarını birincil hedef haline getiren hükümetlerle sona erdiğini düşünmedi. Aksine, devrimci seçkinlerin hükümeti kendilerine fayda sağlayacak ve sıradan halkın bağımsızlığını baltalayacak şekilde yeniden düzenlediğine ikna oldu.”47  Sonuçta, Anayasa Konvansiyonu[1], ABD Başkanı, Yüksek Mahkeme ya da senatörler için doğrudan halk tarafından seçim yapılmasını öngörmedi. Bunun tek istisnası Temsilciler Meclisi’ydi. Bununla birlikte, Temsilciler Meclisi’ne seçileceklerin nitelikleri eyalet yasama organları tarafından belirlendi ve oy kullanma hakkı için neredeyse her zaman mülk sahibi olma şartı arandı. O dönemde ilerici eleştirmenlerin buna dikkat çekmesi şaşırtıcı değildir. Patrick Henry, ABD’nin “bir demokrasi olmadığını” açıkça ifade etti.48  George Mason yeni anayasayı “özgür insanlar arasında despotik bir aristokrasi kurmak için dünyanın şimdiye kadar tanık olduğu en cüretkâr girişim”49 olarak tanımladı.

O dönemde Amerika Birleşik Devletleri’ni tanımlamak için cumhuriyet terimi yaygın olarak kullanılsa da, bu durum 1820’lerin sonlarında, soykırım siyasaları nedeniyle “Kızılderili Katili” olarak da bilinen Andrew Jackson’ın popülist bir başkanlık kampanyası yürütmesiyle değişmeye başladı. Jackson, Massachusetts ve Virginia’daki asilzadelerin [patricians] egemenliğine son verecek ortalama bir ABD’li anlamında, kendisini bir demokrat olarak sundu. Yönetim biçiminde hiçbir yapısal değişiklik yapılmamasına rağmen, Jackson gibi siyasetçiler, diğer seçkinler ve onların yöneticileri cumhuriyeti tanımlamak için demokrasi terimini kullanmaya başladı ve böylece cumhuriyetin halkın çıkarlarına hizmet ettiğini ima ettiler.50 Bu gelenek elbette devam etti: demokrasi, oligarşik burjuva yönetiminin örtmecesidir.

Aynı zamanda, Amerika Birleşik Devletleri’nde iki buçuk yüzyıllık bir sınıf mücadelesi meydana geldi ve demokratik güçler çoğu zaman egemen sınıftan kayda değer tavizler kazandı. Seçiciler kurulu [electoral college] henüz kaldırılmamış ve Yüksek Mahkeme yargıçları hâlâ ömür boyu atanmaya devam ediyor olsa da, genel seçimler senatörleri ve başkanı da kapsayacak şekilde genişletildi. Seçme hakkı kadınları, Afrikalı Amerikalıları ve ABD yerlilerini de kapsayacak şekilde genişletildi. Bunlar elbette savunulması, genişletilmesi ve tüm seçim ve kampanya süreçlerinde yapılacak derin demokratik reformlarla daha önemli hale getirilmesi gereken büyük kazanımlardır. Bununla beraber, bu demokratik ilerlemeler ne kadar önemli olursa olsun, genel plütokratik egemenlik sistemini değiştirmemiştir.

Martin Gilens ve Benjamin I. Page, çok değişkenli istatistiksel analize dayanan çok önemli bir çalışmada, “iktisadî seçkinlerin ve iş dünyasının çıkarlarını temsil eden örgütlü grupların ABD devlet siyasası üzerinde önemli bağımsız etkilere sahip olduğunu, ortalama yurttaşların ve kitle temelli çıkar gruplarınınsa bağımsız etkilerinin ya çok az olduğunu ya da hiç olmadığını” gösterdi.51 Bu plütokratik yönetim biçimi elbette sadece ülke içinde değil, uluslararası alanda da faaliyet gösterir. Amerika Birleşik Devletleri antidemokratik iş yönetimi biçimini mümkün olan her yerde dayatmaya çalıştı. William Blum’un titiz araştırmasına göre, İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan 2014 yılına kadar, çoğunluğu demokratik yollarla seçilmiş elliden fazla yabancı hükümeti devirmeye çalıştı.52 Amerika Birleşik Devletleri plütokratik bir imparatorluktur, terimin hiçbir anlamlı ya da aslî anlamında bir demokrasi değildir.

Elbette, burjuva demokrasisi, resmi demokrasi ve liberal demokrasi gibi ifadelerin çeşitli nedenlerle bu plütokrasi biçimine işaret etmek için sıklıkla kullanıldığının farkındayım. Plütokratik yönetim altında bazı biçimsel demokratik hakların varlığının emekçiler için büyük bir zafer olduğu da doğrudur ve bunun önemi hiçbir şekilde küçümsenmemelidir. Nihayetinde gereksindiğimiz, Amerika Birleşik Devletleri’nde devletin oligarşik denetimini ve sınıf mücadelesi yoluyla kazanılmış önemli hakları içeren yönetişim biçimlerinin karmaşıklığını hesaba katan diyalektik bir değerlendirmedir.

ZD: Burjuvazi tarafından savunulan “ifade özgürlüğünü” nasıl değerlendiriyorsunuz? Bugün burjuva dünyasında “ifade özgürlüğü” gerçekten var mı?

GR: Burjuva ideolojisi ifade özgürlüğü sorununu iktidar ve mülkiyet sorunlarından soyutlayarak, yalıtılmış bireylerin eylemlerini düzenleyen soyut bir ilkeye dönüştürmeye çalışır. Böylesine bir yaklaşım, iletişim araçlarının materyalist analizini ve bu araçlara kimin sahip olduğu ve denetlediği gibi çok önemli bir soruyu devre dışı bırakmaya çabalar. Bu ideoloji böylece tüm analiz alanını toplumsal bütünlükten, kuramsal ilkelerle münferit bireysel konuşma eylemleri arasındaki soyut ilişkiye kaydırır.

Bu yaklaşımın avantajlarından biri, bir kişiye soyut ifade özgürlüğü hakkının tam da sesini duyurma gücünden yoksun olduğu için verilebilmesidir. Kapitalist dünyada yaşayan çoğu insanın durumu budur. İlke olarak, bireysel görüşlerini istedikleri şekilde ifade edebilirler. Bununla beraber gerçekte bu görüşler, iletişim araçlarının sahiplerinin yayınlamak istedikleri bakış açılarına uymuyorsa büyük ölçüde önemsiz hale gelecektir. Onlara basitçe bir platform verilmeyecektir. Yönetici sınıf iletişim araçları üzerinde öylesine büyük bir güce sahiptir ki, birçok insanı sansürün var olmadığına ikna etmiştir, bu görüşler açıkça bastırılabilir ya da kamuoyu pek farkına varmadan yasaklanabilir.

Kapitalist ana akımın dışındaki bakış açıları geniş bir kitle kazanabiliyor ve gerçek bir güç oluşturmaya başlayabiliyorsa, o zaman mülk sahibi sınıfın ve burjuva devletinin neler yapabileceğini biliyoruz demektir. Sınıf düşmanlarını ve onların fikirlerinin serbest dolaşımını destekleyen her türlü altyapıyı yok etmek adına ifade özgürlüğüne yönelik her türlü çağrıyı ıskartaya ayırma konusunda uzun bir geçmişe sahiptirler. Örnek olarak Yabancı ve Başkaldırı Yasalarını, Palmer Baskınlarını, Smith Yasasını, McCarran Yasasını, McCarthy dönemini ya da “yeni” Soğuk Savaşı gösterebiliriz. Rusya’nın Ukrayna’daki özel askeri operasyonunun başlangıcından bu yana dünya, burjuvazinin ABD içindeki iletişim araçları üzerindeki neredeyse tam denetimine dair bir ders aldı. Başta Russia Today ve Sputnik olmak üzere YouTube ve sosyal medyadaki kapsamlı sansüre ek olarak, tüm büyük medya Rusya ve Çin karşıtı propagandanın yanı sıra ABD’nin vekâlet savaşına sorgusuz sualsiz destek için yanaşık düzende ilerledi (gerçi son zamanlarda bazı muhafazakârlar bunu kendilerini bir şekilde savaş karşıtı olarak sunmak için bir fırsat olarak görmeye başladı). Burjuvazi tarafından savunulan ifade özgürlüğü hakkı, egemen sınıfın iletişim araçlarına sahip olma özgürlüğü anlamına gelir, böylece kimin görüşlerinin güçlendirilmeye ve geniş çapta yayılmaya değer olduğuna ve kimin marjinalleştirilebileceğine ya da sessizlikle örtbas edilebileceğine özgürce karar verebilirler.

ZD: Bir makalenizde “Faşist yönetişim biçimlerinin sözde liberal dünya düzeninin çok gerçek ve hâlihazırdaki parçası olduğunu” belirttiniz.53 Neden böyle düşünüyorsunuz?

GR: Fascism and the Socialist Solution [Faşizm ve Sosyalist Çözüm] başlıklı bir kitap için yaptığım araştırmada, hâkim tek devlet-tek yönetim paradigmasını sorgulayan açıklayıcı bir çerçeve geliştiriyorum. Yaygın kabul gören görüşe göre, her devlet -açık bir iç savaş içinde değilse- zamanın belirli bir noktasında yalnızca tek bir yönetişim biçimine sahiptir. Bu diyalektik olmayan modelle ilgili sorun, Amerika Birleşik Devletleri gibi Batı’nın sözde liberal burjuva demokrasilerinde kolayca görülebilir.

Konuyla ilgili bir makalemde belgelediğim üzere, ABD devleti İkinci Dünya Savaşı’nın ardından on binlerce Nazi ve faşisti rehabilite etti.54 Birçoğuna Paperclip gibi operasyonlar aracılığıyla ABD’ye güvenli geçiş izni verildi ve birçoğu da bilim, istihbarat ve askeri kurumlarıyla (NATO ve NASA dahil) bütünleştirildi. Diğer birçoğuysa Avrupa’daki gizli yedek orduların yanı sıra Avrupa istihbarat ağlarına ve hatta hükümete (İtalya’daki Mareşal Badoglio gibi) dahil edildi.55 Yine diğerleri de Latin Amerika’ya ya da dünyanın başka yerlerine geçiş hatları üzerinden yönlendirildi. Japon faşistleriyse büyük ölçüde CIA tarafından yeniden iktidara getirildi. Liberal Parti’yi ele geçirdiler ve imparatorluk Japonyası’nın eski liderleri için bir sağcı kulüp haline getirdiler. ABD imparatorluğu tarafından güçlendirilen bu deneyimli antikomünistlerden oluşan küresel ağ, kirli savaşlara, coups d’état’lara, istikrarsızlaştırma çabalarına, sabotajlara ve terör kampanyalarına katıldı. Faşizmin İkinci Dünya Savaşı’nda, özellikle de yirmi yedi milyon Sovyet ve yirmi milyon Çinlinin muazzam fedakarlıkları sayesinde yenildiği doğruysa da, sözde liberal demokrasiler de dahil olmak üzere ortadan kaldırıldığı hiç de doğru değildir.

İlerici liberal uzmanların zaman zaman iddia ettiği gibi, ABD’nin yurtdışında faşist yönetişim biçimleri uyguladığını ama iç cephede demokrasiyi sürdürdüğünü söylemek cazip gelebilir. Bununla beraber bu, tam olarak doğru değildir. Tarihsel-materyalist analiz, bazı çalışmalarımda savunduğum gibi, her zaman sezgisel olarak birbirinden farklı üç boyutu dikkate almalıdır: tarih, coğrafya ve toplumsal tabakalaşma. Bu bağlamda, sadece liberal uzmanlarla aynı sınıfsal kesimi işgal edenleri değil, tüm nüfusu incelemek önemlidir. Örneğin Yerli nüfusu ele alalım. Soykırıma varan bir yok etme siyasasına maruz bırakılan ve daha sonra ABD devleti tarafından denetlenen ve gözetlenen rezervasyonlarda tecrit edilen bu nüfusun birçoğu -özellikle de en yoksulları- hâlâ ırkçı polis terörünün hedefidir ve temel insani ve demokratik hakları için mücadele etmektedir.56 Aynı durum yoksul ve işçi sınıfı Afro-ABD’li nüfusun bazı kesimleri ve göçmenler için de geçerlidir. George Jackson’ın “Dördüncü Reich” olarak adlandırdığı ABD’ye yönelik keskin eleştirisini bu şekilde anlamamız gerekir.57  Nüfusun belirli kesimleri, yani hayatta kalma mücadelesi veren ırksallaştırılmış yoksullar ve işçi sınıfı, demokratik haklar ve temsil sistemi aracılığıyla değil, genellikle devlet ve devlet-ötesi baskı yoluyla yönetilir. O halde neden onların bir demokraside yaşadığını varsayalım ki? Unutmayalım ki Nazilerin kendileri de ABD’de ırkçı apartheid devletçiliğinin en gelişmiş biçimini gördü ve bunu açıkça bir model olarak kullandı.58

Çoklu yönetim biçimleri paradigması, kapitalist toplum içinde işleyen sınıf dinamiklerine ve nüfusun çeşitli unsurlarının aynı şekilde yönetilmediği gerçeğine dikkat ettiği ölçüde diyalektiktir. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’ndeki profesyonel yönetici sınıf tabakasının üyeleri biçimsel anlamda belirli demokratik haklara sahiptir ve bu haklara çeşitli yasal sınıf mücadelesi biçimlerinde başarıyla başvurulabilir. Sömürülen bir nüfus olarak kapitalizmin boyunduruğu altında olanlar genellikle çok farklı bir şekilde yönetilir, özellikle de (“Ejderha” olarak bilinen) George Jackson[2] örneğinde olduğu gibi boyunduruktan kurtulmak için örgütlenmeye başlarlarsa. Polis terörüne ve kanunsuz şiddete maruz kalırlar ve (Ward Churchill’in hesaplamalarına göre) 1968 ila 1976 yılları arasında FBI ve polis tarafından öldürülen yirmi dokuz Kara Panter ve altmış dokuz ABD’li Kızılderili aktivist gibi sözde hakları genellikle ayrım gözetilmeksizin çiğnenir. Yetişkinlik hayatını cezaevinde geçiren ve daha sonra şüpheli bir şekilde öldürülen Jackson gibi kuramcılar bunu faşizm olarak adlandırmakta hiç zorlanmadı.

Kapitalizm altında yönetişimin gerçekte nasıl işlediğini anlamak için, farklı tarzlarını dikkate alan hassaslaştırılmış [fine-grained] bir diyalektik yaklaşım benimsemek önemlidir. Sözde liberal demokrasi, kapitalizmin iyi polisi gibi işlev görür ve uysal öznelere haklar ve temsil vaat eder. Büyük ölçüde orta ve üst orta sınıf tabakaları ve onlara talip olanları yönetmek için kullanılır. Faşizmin kötü polisiyse hem yurtiçinde hem de yurtdışında nüfusun yoksul, ırksallaştırılmış ve hoşnutsuz kesimlerinin üzerine salınır. İyi polis tarafından yönetilmek elbette tercih edilir ve sınırlı demokrasi biçimlerinin bile savunulması ve genişletilmesi değerli taktiksel hedeflerdir (özellikle de devlet aygıtının tamamen faşist bir şekilde ele geçirilmesinin yaratacağı dehşetle karşılaştırıldığında). Bununla birlikte, tıpkı bir polis sorgusunda olduğu gibi, iyi polis ve kötü polisin aynı devlet için ve aynı amaçla birlikte çalıştığını kabul etmek stratejik olarak önemlidir: burjuva demokrasisi havucunu ya da faşizm sopasını kullanarak kapitalist toplumsal ilişkileri sürdürür, hatta yoğunlaştırır.

ZD: Birçok kişi “Trump görüngüsü”nün ortaya çıkışının faşizm tehlikesinin arttığı anlamına geldiğine inanıyor. Siz bu bakış açısı hakkında ne düşünüyorsunuz? Donald Trump destekçilerinin 6 Ocak 2021’de Kongre Binası’nı basması olayını nasıl yorumluyorsunuz?

GR: Trump faşist güçleri cesaretlendirdi ve faaliyetlerini teşvik etti. Kendisi aşırı milliyetçi bir beyaz üstünlükçüsü ve kuduz bir kapitalist ve emperyalisttir.59 Bununla beraber Trump görüngüsü, emperyalist düzen içindeki daha büyük bir krizin belirtisidir. Çok kutuplu bir dünyanın ısrarlı gelişimi, Çin’in yükselişi, finansallaşmış neoliberalizmin başarısızlıkları ve önde gelen emperyalist devletlerin azalan gücü nedeniyle, faşizm kapitalist dünya genelinde yükselişe geçti.

ABD bağlamında, Joe Biden’ın 2020 seçimleri için yürüttüğü başkanlık kampanyası büyük ölçüde, iktidarın barışçıl bir şekilde devredilmesine ve hukukun üstünlüğüne saygı göstereceği için ülkeyi faşizmden kurtarabileceği fikri etrafında örgütlendi. Burjuva demokrasisinin açık bir faşist diktatörlüğe açık ara tercih edilebilir olduğu kesinlikle doğrudur ve birincisi için ikincisine karşı mücadele etmek son derece önemlidir. Burjuva demokrasisi her ne kadar yozlaşmış, işlevsiz ve yalancı olma eğiliminde olsa da, nüfusun belirli kesimlerine örgütlenme, siyasi eğitim ve güç inşa etmek için önemli bir manevra alanı sağlar. Bununla birlikte, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Demokrat Parti’nin faşizme karşı bir siper olduğunu varsaymak büyük bir hatadır. Biden göreve geldiğinde Trump’ı kışkırtıcı komplo suçundan hapse atmak için hemen adım atmadı ve genel olarak sahadaki faşistleri pamuklara sararak sakındı (dikkat çekici derecede az sayıda kişi kışkırtıcı komployla suçlandı ve cezaların çoğu alışılmadık derecede hafifti). Şimdi, olaydan yıllar sonra -ve 2024 başkanlık seçimlerine giden propaganda sürecinde- bazı komplocular hapis cezasıyla karşı karşıya kalırken, Trump da çeşitli cephelerde yargılanıyor. Dahası, Biden’ın yönetimi ABD polis devletini, ırkçı polis şiddetini ve (kurulmasına yardımcı olduğu) kitlesel ceza infaz sistemini geriletmek için ciddi bir adım atmadığı gibi, faşist örgütleri ve milisleri dağıtmak için de önemli adımlar atmadı. Scranton’lı Joe[3], Trump gibi kendi ülkesindeki faşist hareketleri sesli olarak desteklememiş olsa da (ki bu açıkça olumlu bir gelişmedir), ekibi ABD’nin emperyalist gündemini takip etti ve Ukrayna gibi ülkelerde faşizmin gelişmesini agresif bir şekilde destekledi.60

Kongre Binası’nın basılmasıyla ilgili olarak, bu olay sadece Biden’ın seçilmesine karşı kendiliğinden gelişen bir ayaklanma değildi. Konuyla ilgili ayrıntılı bir makalede belgelediğim gibi, kapitalist egemen sınıfın bir kesimi tarafından desteklendi ve ABD hükümetinin en üst kademeleri bunun gerçekleşmesine izin verdi.61 Publix süpermarketinin varisi Julie Jenkins Fancelli, Stop the Steal mitingi için yaklaşık 300.000 dolar sağladı. Trump aile çevresi de milyonlarca dolar topladığı protestonun finansmanına doğrudan katıldı: “Trump’ın siyasi operasyonu 6 Ocak organizatörlerine 4,3 milyon dolardan fazla ödeme yaptı.”62 O halde bu bir taban girişimi olmaktan çok uzak, suni olarak oluşturulan bir kitle [astroturfed] operasyondu. Dahası, istihbarat servislerinin, ordunun ve polisin üst düzey komuta kademesinin -en azından- Kongre Binası’nın basılmasına izin verdiğine dair çok açık işaretler var. Kongre Binası’ndaki ilerici protestolar için uygulanan acımasız güvenlik önlemlerine aşina olan herkes, sadece video görüntülerine ve Kongre Binası Polisi’nin sadece beşte birinin o gün görevde olduğu ve geniş çapta beklenen ayaklanmalar için yetersiz donanıma sahip olduğu gerçeğine dayanarak bunu hemen fark etti. Bununla beraber artık biliyoruz ki Ulusal Muhafızların konuşlandırılmasının geciktirilmesinden doğrudan Ordu’nun üst düzey komuta kademesi sorumluydu ve Kongre Binası yakınlarında hazır bekletilen İç Güvenlik Bakanlığı ajanları harekete geçirilmedi. Tüm bunlar ve çok daha fazlası, Kongre Binası’nın yağmalanmasında ABD hükümetinin en üst kademelerinin suç ortaklığına işaret eder.

ABD ulusal güvenlik devleti tarafından üstlenilen psikolojik operasyonların geniş tarihini ciddi bir şekilde inceleyen herkes için, 6 Ocak 2021’in bu psikolojik operasyonların tarihiyle örtüşen unsurları vardır. Açık olmak gerekirse, bu, burjuva medyası tarafından yayılan, Kongre Binası’nı basan insanların hepsinin bu işin içinde olduğu ya da parayla tutulmuş aktörler olduğu gibi saçma sapan bir komplo olduğu anlamına gelmez. Bu operasyonlar “bilmesi gereken” esasına göre yürütülür, yani ideal bir durumda emir komuta zincirinin en tepesinde sadece birkaç kişi bilinçli suç ortağıdır. Onların altındaysa farkında olmayan ve kendi başlarına hareket eden çok sayıda kişi vardır. Bu durum yüksek düzeyde bir öngörülemezlik yaratır ve böylece aşağıdan gelen kendiliğinden eylemlerin arzu edilen görüntüsünü teşvik eder, bu da tepedeki karar vericilere koruma sağlar.

Kongre Binası’nın basılmasını finanse eden, teşvik eden ve buna izin veren seçkin operatörler hakkında daha çok şey bilinmesi gerekir. Daha fazla enformasyon elde edilene kadar, ki muhtemelen zaman içinde elde edilecektir, en azından bunun Biden yönetimi için son derece faydalı bir olay olduğunu biliyoruz. Uykucu Joe’nun “demokrasimizin kurtarıcısı” gibi şaşırtıcı bir haleye bürünerek göreve gelmesini sağladı ki bu da onun sağa kayışına ve egemen sınıfın emekçilere karşı sürdürdüğü savaşa çok zayıf bir kılıf sağladı. Trump hapse atılmak yerine neredeyse hemen rehabilitasyona tabi tutuldu. Yönetiminin medya kuklaları -Tucker Carlson ve Alex Jones gibi insanlar- kendisinin ve takipçilerinin korkunç bir hükümet komplosunun kurbanları olduğu gibi muğlak [woolly] bir anlatı oluşturmaya yardımcı oldu. Kendisini Büyük Devlet’e karşı özgürlükçü bir dönek olarak sunarak, sözde aykırı biri olarak bir başka başkanlık yarışına hazırlandı. Kendisine yönelik hâlihazırdaki kovuşturmaların ne kadar ileri gideceği belli değil, ancak zamanlama oldukça şüpheli çünkü olaydan tam üç yıl sonra, bir sonraki başkanlık seçim döngüsünün iki emperyalist aday arasında bir başka başabaş at yarışı için hızlandığı bir anda geliyorlar.

ZD: Bugün küresel sol için burjuvazinin ideolojik hegemonyasına nasıl direnmeliyiz? Ne tür bir devrimci kuram inşa etmeliyiz?

GR: Kapitalist dünyada burjuvazinin ideolojik hegemonyası, kültürel aygıt, yani tüm kültürel üretim, dağıtım ve tüketim sistemi üzerinde uyguladığı nefes kesici denetim sayesinde sürdürülür. Alan MacLeod, beş dev şirketin, “ABD’nin okuduğu, izlediği ya da dinlediği şeylerin yüzde 90’ından fazlasını denetim altın tuttuğunu” yazar.63 Bu mega şirketler, yukarıda kısaca değindiğimiz gibi, ABD hükümetiyle yakın işbirliği içinde çalışır. Genel hedefleri CIA Müdürü William Casey tarafından 1981’deki ilk personel toplantısında açıkça ifade edildi: “ABD halkının inandığı her şey yanlış olduğunda dezenformasyon programımızın tamamlandığını anlayacağız.64

Bunlar Amerika Birleşik Devletleri gibi bir ülkede ideolojik mücadelenin nesnel koşullarıdır. Dolayısıyla, sadece doğru bir analiz geliştirmemiz ve bireysel görüşlerimizi paylaşmamız, insanları ussal tartışmalar ve konuşmalar yoluyla ikna etmemiz gerektiğini düşünmek saflık olur. Gerçek bir etki yaratmak için kolektif olarak çalışmalı ve gücü kendi lehimize kullanmanın yollarını bulmalıyız. Şu anda Jennifer Ponce de León’la birlikte üzerinde çalıştığım ve kültürü bir sınıf mücadelesi alanı olarak inceleyen bir kitapta, sezgisel olarak üç farklı taktik arasında ayrım yaptık. Birincisi, Truva Atı taktiği, burjuva kültür aygıtını, olağanüstü altyapısından yararlanarak karşı hegemonik mesajları içeri sokmak ve böylece geniş çapta yaymak için kendisine karşı kullanmaktan ibarettir (Boots Riley bunu başarıyla yapan harika bir örnektir). İkinci önemli taktikse fikirlerin üretimi, dolaşımı ve alımlanması için alternatif bir aygıt geliştirmektir. Bu alanda alternatif medya ve yayınlardan eğitim platformlarına, kültürel alanlardan aktivist ağlara ve toplum merkezlerine kadar birçok önemli çalışma yürütülüyor. Ponce de Léon ve ben, bu tür çalışmalara adanmış olan Eleştirel Kuram Atölyesi/Atelier de Théorie Critique’e dâhiliz.65 Son olarak, iktidarı burjuvaziden uzaklaştıran ülkelerde geliştirilen sosyalist aygıtlar var. Bu aygıtların ürettiği haber, enformasyon ve kültür, kapitalist kültürel aygıtlara gerçek bir alternatif sunar. Batı yarımküreden iki büyük örnek vermek gerekirse, Küba’daki Prensa Latina ve Venezüella’daki Telesur inanılmaz derecede önemli işler yapıyor.

Gereksindiğimiz devrimci kuram konusunda Cheng Enfu’ya daha fazla katılamazdım. Cheng Enfu, diğer birçok kişinin çalışmalarını takip ederek ve daha da geliştirerek, Marxizm’in yaratıcı olduğunu ve düzenli olarak değişen durumlara uyarlanması gerektiğini ikna edici bir şekilde savundu.66 Marxizm, taşa kazınmış bir doktrin olmaktan ziyade Losurdo’nun deyimiyle zamana göre değişen bir öğrenme sürecidir. İçinde bulunduğumuz dönemde bu konuda yapılması gereken çok iş var. En acil üç sorunun altını çizmek gerekirse, faşizmi, dünya savaşını ve ekolojik çöküşü hem anlayabilecek hem de durdurabilecek devrimci kuramı daha da geliştirmemiz gerekiyor.67 Emperyal merkezde yaşadığım ve örgütlendiğim için, şimdiye kadar devlet iktidarının ele geçirilmesinden etkilenmemiş olan bu özgül bölgede devrimci kuram ve pratiğin geliştirilmesinin de elzem olduğunu ekleyeceğim.

Genel olarak, en önemli devrimci kuram, sosyalizmi inşa etmenin karmaşık ve zor görevine yardımcı olan kuramdır. Birçok sürpriz yaşandı ve 1917’den bu yana çok şey öğrenildi. Küresel durum bugün Üçüncü Enternasyonal’in altın çağında ya da Soğuk Savaş olarak adlandırılan dönemde olduğundan çok farklıymış gibi görünür. Sosyalist ülkeler, emperyal dünya düzenine (BRICS+, Kuşak ve Yol Girişimi, Şangay İşbirliği Örgütü, ASEAN, vb. ) karşı çıkan yeni uluslararası çerçeveler inşa etmek için ulusal kalkınma niyetindeki kapitalist ülkelerle birlikte çalışıyor. Batı ve Orta Afrika’daki son ayaklanmalar, Fransa’nın bölgedeki yeni sömürgeci rejimine ve Batı emperyalizminin cezaevine meydan okudu. Bu ve diğer sömürgecilik karşıtı kurtuluş mücadelelerini ve ortaya çıkmakta olan çok kutuplu dünyayı anlamak ve ilerletmek hayati bir kuramsal ve pratik görevdir. Aynı zamanda, emperyalist dünya düzenine karşı çıkmanın ve çok kutupluluğun gelişiminin sosyalist projenin genişlemesine nasıl basamak olabileceğini açıklayabilmek de son derece önemlidir. Bu, günümüzün en acil sorunlarından biridir.

* Gabriel Rockhill, Critical Theory Workshop/Atelier de Théorie Critique’in yönetici müdürü ve Pennsylvania’daki Villanova Üniversitesi felsefe bölümünde öğretim üyesidir. Yakında Monthly Review Press’ten çıkacak The Intellectual World WarMarxism versus the Imperial Theory Industry [Entelektüel Dünya Savaşı: Marxizme Karşı Emperyal Kuram Sanayii] başlıklı kitabı üzerinde çalışmaktadır. Kitap yazarın beşinci tek yazarlı kitabı olacaktır. Söyleşiyi gerçekleştiren Zhao Dingqi, Çin Sosyal Bilimler Akademisi Marxizm Enstitüsü’nde yardımcı araştırmacı ve World Socialism Studies dergisinin editörüdür.

Bu söyleşi ilk olarak 2023 yılında World Socialism Studies‘in on birinci cildinde Çince olarak yayınlandı. MR için hafifçe düzenlendi.


* Editörün notu: Monthly Review‘ün kurucularından Paul M. Sweezy, İkinci Dünya Savaşı sırasında OSS’nin Araştırma ve Analiz Şubesi’nde de çalışmıştır.

Çeviren: S. Erdem Türközü

Notlar

  1.  Bakınız Raúl Antonio Capote, Enemigo (Madrid: Ediciones Akal, 2015).
  2.  Bu ve takip eden paragraflarda yer alan bilgiler, arşiv araştırması, çok sayıda Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası talebi ve aşağıdaki gibi eserler de dahil olmak üzere birçok kaynaktan derlendi: Philip Agee and Louis Wolf, eds., Dirty Work: The CIA in Western Europe, 1st ed. (Dorset: Dorset Press, 1978); Frédéric Charpier, La C.I.A. en France: 60 ans d’ingérence dans les affaires françaises (Paris: Editions du Seuil, 2008); Ray S. Cline, Secrets, Spies, and Scholars (Washington, DC: Acropolis, 1976); Peter Coleman, The Liberal Conspiracy: The Congress for Cultural Freedom and the Struggle for the Mind of Postwar Europe (New York: The Free Press, 1989); Allan Francovich, On Company Business (documentary), 1980; Pierre Grémion, Intelligence de l’anticommunisme: Le Congrès pour la liberté de la culture à Paris, 1950–1975 (Paris: Librairie Arthème Fayard, 1995); Victor Marchetti and John D. Marx, The CIA and the Cult of Intelligence (New York: Dell Publishing Co., 1974); Frances Stonor Saunders, The Cultural Cold War (New York: The New Press, 2000); Giles Scott-Smith, The Politics of Apolitical Culture: The Congress for Cultural Freedom, the CIA and Post-War American Hegemony (New York: Routledge, 2002); John Stockwell, The Praetorian Guard: The U.S. Role in the New World Order (Boston: South End Press, 1991); Hugh Wilford, The Mighty Wurlitzer: How the CIA Played America (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 2008).
  3.  Bakınız Wilford, The Mighty Wurlitzer.
  4.  Bakınız Carl Bernstein, “The CIA and the Media,” Rolling Stone, October 20, 1977.
  5.  John M. Crewdson, “Worldwide Propaganda Network Built by the C.I.A.,” New York Times, December 26, 1977.
  6.  Task Force on Greater CIA Openness, memorandum for Director of Central Intelligence, Task Force Report on Greater CIA Openness, December 20, 1991, cia.gov.
  7.  Bakınız Crewdson, “Worldwide Propaganda Network.”
  8.  Alıntılandığı yer, William F. Pepper, The Plot to Kill King (New York: Skyhorse, 2018), 186.
  9.  Crewdson, “Worldwide Propaganda Network.”
  10.  Bakınız Yasha Levine, Surveillance Valley (New York: PublicAffairs, 2018) and Alan Macleod’s articles in MintPress News: “National Security Search Engine: Google’s Ranks Are Filled with CIA Agents,” July 25, 2022; “Meet the Ex-CIA Agents Deciding Facebook’s Content Policy,” July 12, 2022; “The Federal Bureau of Tweets: Twitter Is Hiring an Alarming Number of FBI Agents,” June 21, 2022; “The NATO to TikTok Pipeline: Why Is TikTok Employing so Many National Security Agents?,” April 29, 2022.
  11.  Kilise Komitesi Raporu bizzat CIA tarafından sıkı bir şekilde kontrol edilmiş ve denetlenmiştir, dolayısıyla rakamların çok daha yüksek olması kuvvetle muhtemeldir.
  12.   Bakınız Noam Chomsky et al., The Cold War and the University (New York: The New Press, 1997); Sigmund Diamond, Compromised Campus: The Collaboration of Universities with the Intelligence Community, 1945–1955 (Oxford: Oxford University Press, 1992); Walter Rodney, The Russian Revolution: A View from the Third World, ed. Robin D. G. Kelley and Jesse Benjamin (London: Verso, 2018); Christopher Simpson, Science of Coercion: Communication Research and Psychological Warfare, 1945–1960 (Oxford: Oxford University Press, 1996).
  13.  Bakınız The New School Archives, John R. Everett records (NS-01-01-02), Series 3. Subject files, 1918–1979, bulk: 1945–1979, Central Intelligence Agency (CIA), 1977–1978, findingaids.archives.newschool.edu/repositories/3/archival_objects/34220. Bazı ayrıntıların detaylandırıldığı geniş bir belge koleksiyonu Black Vault MKULTRA Collection, theblackvault.com adresinde erişilebilirdir.
  14.  Bakınız Gabriel Rockhill, Radical History and the Politics of Art (New York: Columbia University Press, 2014).
  15.  Bakınız Matthew Alford and Tom Secker, National Security Cinema: The Shocking New Evidence of Government Control in Hollywood (CreateSpace Independent Publishing Platform, 2017).
  16.  Alıntılandığı yer Alford and Secker, National Security Cinema, 49.
  17.  Bakınız, örneğin, Michel Collon and Test Media International, Ukraine: La Guerre des images (Brussels: Investig’Action, 2023).
  18.  Bakınız Wilford, The Mighty Wurlitzer; Agee and Wolf, Dirty Work; Charpier, La C.I.A. en France.
  19.  Bakınız Daniele Ganser, NATO’s Secret Armies (New York: Routledge, 2004) and Allan Francovich, Gladio (documentary), British Broadcasting Corporation, 1992.
  20.  Bakınız Saunders, The Cultural Cold War and Hans-Rüdiger Minow, Quand la CIA infiltrait la culture (documentary), ARTE, 2006.
  21.  Postyapısalcılık terimi birçok yönden Anglofon bir icattır çünkü Fransız bağlamında (en azından başlangıçta) postyapısalcılar olarak adlandırılanlar yapısalcı projeyi devam ettiren ve yoğunlaştıran -biraz farklı şekillerde- kişiler olarak görülmüşlerdir.
  22.  Michel Foucault, Dits et écrits 1954–1988, vol. 1 (Paris: Éditions Gallimard, 1994), 542. For more on Foucault, Bakınız Gabriel Rockhill, “Foucault: The Faux Radical,” Los Angeles Review of Books, October 12, 2020, thephilosophicalsalon.com.
  23.  Bakınız Gabriel Rockhill, “The Myth of 1968 Thought and the French Intelligentsia,” Monthly Review 75, no. 2 (June 2023): 19–49.
  24.  Bakınız Aymeric Monville, Neocapitalism According to Michel Clouscard (Madison: Iskra Books, 2023) kitabına yazdığım önsöz.
  25.  Directorate of Intelligence, France: Defection of the Leftist Intellectuals, Central Intelligence Agency, December 1, 1985, 6, cia.gov.
  26.  Walter Rodney, Decolonial Marxism: Essays from the Pan-African Revolution (London: Verso, 2022), 46.
  27.  Yorumlarımın kanıtlarının çoğu şu makalelerde bulunabilir: Gabriel Rockhill, “The CIA and the Frankfurt School’s Anti-Communism,” Los Angeles Review of Books, June 27, 2022, thephilosophicalsalon.com, and Gabriel Rockhill, “Critical and Revolutionary Theory: For the Reinvention of Critique in the Age of Ideological Realignment,” in Domination and Emancipation: Remaking Critique, ed. Daniel Benson (Lanham: Rowman and Littlefield Publishers, 2021), 117–61.
  28.  Alıntılandığı yer Wolfgang Kraushaar, ed., Frankfurter Schule und Studentenbewegung: Von der Flaschenpost zum Molotowcocktail 1946–1995, vol. 1, Chronik (Hamburg: Rogner and Bernhard GmbH and Co. Verlags KG, 1998), 252–53.
  29.  Süveyş Kanalı Savaşı üzerine, bakınız Richard Becker, Palestine, Israel and the U.S. Empire (San Francisco: PSL Publications, 2009), 71–78.
  30.  Alıntılandığı yer Stuart Jeffries, Grand Hotel Abyss: The Lives of the Frankfurt School (London: Verso, 2016), 297. Adorno and Horkheimer’s statements on Nasser are of the same family as the propaganda produced by the Western media and intelligence agencies. As Paul Lashmar and James Oliver have convincingly argued, the Information Research Department—a secret anticommunist propaganda office closely tied to MI6 and the CIA—pressured the BBC and its other news assets to present Nasser as “a Soviet dupe,” which was “the favored all-purpose propaganda line for anti-colonial leaders” (Paul Lashmar and James Oliver, Britain’s Secret Propaganda War: 1948–1977 [Phoenix Mill, UK: Sutton Publishing Limited, 1998], 64).
  31.  Bakınız Franz Neumann et al., Secret Reports on Nazi Germany: The Frankfurt School Contribution to the War Effort, ed. Raffaele Laudani, trans. Jason Francis McGimsey (Princeton: Princeton University Press, 2013); Barry M. Katz, Foreign Intelligence: Research and Analysis in the Office of Strategic Services, 1942–1945 (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 1989); Tim B. Müller, Krieger und Gelehrte: Herbert Marcuse und die Denksysteme im Kalten Krieg (Hamburg: Hamburger Edition, 2010).
  32.  Jürgen Habermas, The New Conservativism: Cultural Criticism and the Historians’ Debate, ed. and trans. Shierry Weber Nicholsen (Cambridge, Massachusetts: MIT Press, 1990), 69.
  33.  Bakınız Rockhill, “Critical and Revolutionary Theory.”
  34.  Nancy Fraser, “Capitalism’s Crisis of Care,” Dissent 63, no. 4 (Fall 2016): 35.
  35.  Fraser, “Capitalism’s Crisis of Care,” 35.
  36.  Bakınız Tita Barahona, “Judith Butler, la pope del ‘feminismo’ postmoderno, y su apoyo al capitalismo yanqui,” Canarias-semanal, April 7, 2022, canarias-semanal.org, and Ben Norton, “Postmodern Philosopher Judith Butler Repeatedly Donated to ‘Top Cop’ Kamala Harris,” December 18, 2019, bennorton.com.
  37.  Bakınız, for instance, my critiques of Cinzia Arruzza, Tithi Bhattacharya, and Nancy Fraser in Rockhill, “Critical and Revolutionary Theory.”
  38.  Stephen Gowans bunun birçok olağanüstü örneğini Washington’s Long War on Syria (Montreal: Baraka Books, 2017) kitabında sağlar.
  39.  Gabriel Rockhill, “Capitalism’s Court Jester: Slavoj Žižek,” CounterPunch, January 2, 2023.
  40.  Bakınız 1990 yılında televizyonda yayınlanan seçim tartışması YouTube’da arşivlendi: “Slavoj Žižek—1990 Election Debate in Slovenia,” YouTube video, 9:40, posted May 18, 2021, youtube.com/watch?v=942h8enHCZs.
  41.  Slavoj Žižek, “Why the West Will Keep Losing in Africa: Neocolonialism Is Giving Birth to a Wretched Authoritarianism,” New Statesman, September 4, 2023.
  42.  Slavoj Žižek, “The Left Must Embrace Law and Order,” New Statesman, July 4, 2023.
  43.  Bakınız, örneğin, Collon, Ukraine: La Guerre des images and Pepe Escobar, “Why the CIA Attempted a ‘Maidan Uprising’ in Brazil,” The Cradle, January 10, 2023, new.thecradle.co.
  44.  Amin şunları yazdı: “Üçlü, Kiev’de ‘Avro/Nazi darbesi’ olarak adlandırılması gereken bir darbe düzenledi. Üçlü’nün siyasalarının demokrasiyi teşvik etmeyi amaçladığını iddia eden Batı medyasının söylemi tek kelimeyle yalandır.” (Samir Amin, “Contemporary Imperialism,” Monthly Review 67, no. 3 [July–August 2015]: 23–36).
  45.  Bakınız Gabriel Rockhill, “The U.S. Is Not a Democracy, It Never Was,” CounterPunch, December 13, 2017.
  46.  John Grafton, ed., The Declaration of Independence and Other Great Documents of American History 1775–1865 (Mineola, New York: Dover, 2000), 8. Also Bakınız Roxanne Dunbar-Ortiz, An Indigenous Peoples’ History of the United States (Boston: Beacon Press, 2015) and David Michael Smith, Endless Holocausts (New York: Monthly Review Press, 2023).
  47.  Terry Bouton, Taming Democracy: “The People,” the Founders, and the Troubled Ending of the American Revolution (Oxford: Oxford University Press, 2007), 4.
  48.  Ralph Louis Ketcham, ed., The Anti-Federalist Papers and the Constitutional Convention Debates (New York: Signet, 2003), 199.
  49.  Herbert J. Storing, ed., The Complete Anti-Federalist, vol. 2 (Chicago: University of Chicago Press, 2008), 13.
  50.  Genel çerçeveyle ilgili bazı sorunlarım olsa da, iddialarım için görgül kanıtların çoğunu bu kitabın üçüncü bölümünde sunuyorum: Gabriel Rockhill, Contre-histoire du temps présent: Interrogations intempestives sur la mondialisation, la technologie, la démocratie (Paris: CNRS Éditions, 2017). It is also available in English: Counter-History of the Present: Untimely Interrogations into Globalization, Technology, Democracy (Durham: Duke University Press, 2017).
  51.  Martin Gilens and Benjamin I. Page, “Testing Theories of American Politics: Elites, Interest Groups, and Average Citizens,” Perspectives on Politics 12, no. 3 (September 2014): 564.
  52.  Bakınız William Blum, Killing Hope: US Military and CIA Interventions Since World War II (London: Zed Books, 2014), as well as his “Overthrowing Other People’s Governments: The Master List“ at williamblum.org.
  53.  Gabriel Rockhill, “Liberalism and Fascism: The Good Cop and Bad Cop of Capitalism,” Black Agenda Report, October 21, 2020, blackagendareport.com.
  54.  Gabriel Rockhill, “The U.S. Did Not Defeat Fascism in WWII, It Discretely Internationalized It,” CounterPunch, October 16, 2020.
  55.  “Benito Mussolini’nin eski bir işbirlikçisi olan ve Etiyopya’da korkunç savaş suçlarından sorumlu tutulan Mareşal Badoglio’nun faşizm sonrası İtalya’nın ilk devlet başkanı olmasına izin verildi. İtalya’nın kurtarılmış bölgesinde yeni sistem eskisine şüpheli bir biçimde benziyordu ve bu nedenle birçok kişi tarafından fascismo senza Mussolini ya da ‘faşizm eksi Mussolini’ olarak adlandırıldı.” (Jacques R. Pauwels, The Myth of the Good War [Toronto: Lorimer, 2015], 119).
  56.  Bakınız Dunbar-Ortiz, An Indigenous Peoples’ History of the United States and Smith, Endless Holocausts.
  57.  George L. Jackson, Blood in My Eye (Baltimore: Black Classic Press, 1990), 9.
  58.  Bakınız, for instance, James Q. Whitman, Hitler’s American Model (Princeton: Princeton University Press, 2018).
  59.  Bakınız John Bellamy Foster, Trump in the White House: Tragedy and Farce (New York: Monthly Review Press, 2017).
  60.  Bakınız Gabriel Rockhill, “Nazis in Ukraine: Seeing through the Fog of the Information War,” Liberation News, March 31, 2022, liberationnews.org.
  61.  Bakınız Gabriel Rockhill, “Lessons from January 6th: An Inside Job,” CounterPunch, February 18, 2022.
  62.  Anna Massoglia, “Details of the Money behind Jan. 6 Protests Continue to Emerge,” OpenSecrets News, October 25, 2021, opensecrets.org.
  63.  Alan MacLeod, ed., Propaganda in the Information Age: Still Manufacturing Consent (New York: Routledge, 2019).
  64.  Kökeniyle ilgili olarak, sık sık alıntılanan bu ifadeye ilişkin şu tartışmaya bakınız: Tony Brasunas, “Is the CIA Trying to Deceive All Americans?,” February 9, 2023, tonybrasunas.com.
  65.  Bakınız criticaltheoryworkshop.com.
  66.  Bakınız Cheng Enfu, China’s Economic Dialectic (New York: International Publishers, 2021).
  67.  Amerika Birleşik Devletleri’ndeki en önemli Marxistlerden biri olan John Bellamy Foster, bu üç cephede de son derece önemli çalışmalar yürütmektedir.

Kaynak metin: https://monthlyreview.org/2023/12/01/imperialist-propaganda-and-the-ideology-of-the-western-left-intelligentsia/

Translated and reprinted by permission of Monthly Review magazine. (c) Monthly Review. All rights reserved.


[1] ABD Anayasası’nın oluşturulmasıyla sonuçlanan, 25 Mayıs-17 Eylül 1787 tarihleri arasında Philadelphia’da gerçekleştirilen toplantı –ç.n.

[2] George Lester Jackson (23 Eylül 1941 – 21 Ağustos 1971) ABD’li yazar, aktivist ve hüküm giymiş mahkûm. Jackson, 1961’de cezaevindeyken devrimci faaliyetlere katıldı ve cezaevi çetesi Siyah Gerilla Ailesi’nin kurucularından biri oldu. 1971’de Jackson cezaevine sokmayı başardığı İspanyol Astra 9 mm tabanca çıkarırken Ho Chi Minh’e bir gönderme yaparak, “Beyler, ejderha geldi” dediği rivayet edilir. –ç.n.

[3] Pennsylvania Eyaleti’nin kuzeybatısındaki bir kent –ç.n.

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
k_zg_n
Kızgın
0
_a_rm_
Şaşırmış
https://devrimcidusun.org/wp-content/uploads/2021/04/1.png
Giriş Yap

Devrimci Düşün Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!