RAF Militanı Inge Viett İle Söyleşi

featured

1970’lerden bu yana kapitalist sisteme karşı mücadele veriyorsunuz. Bütün dünya, gençliğinde sistem karşıtı olan ama belli bir yaştan ya da belli bir yenilgiden sonra mücadeleyi bırakan birçok insanla dolu. Hatta normal olanın da bu olduğu dayatılıyor. Ama siz başka türlü devam ediyorsunuz. 2008’de Meclis önündeki askeri töreni protesto ettiğiniz için yargılandınız ve ceza aldınız. En son Ocak 2011’de Rosa Luxemburg Konferansı’nda yaptığınız konuşma nedeniyle hakkınızda dava açıldı. Kişisel olarak siz neden ‘normal’leşmediniz?

Evet, her ne kadar solcular olarak bütün yaptıklarımız yetersiz olsa da, kendi siyasi etkinliklerimi ben tamamen ‘normal’ görüyorum. Ama bu doğru tabii ki, normalleşmek kolay değil. Yenilgiler, içinde oluştuğu tarihsel iyimserliği kemirerek tüketir. Çok sıradan bir şey söyleyeceğim ama yaşlanmanın da doğal bir bedeli var. Öte yandan genç yoldaşlar sürekli mücadeleye yeni ivme kazandırıyor ve sorunlara çoğu kez bir ipotek altında kalmadan yaklaşıyor. Ne zaman yenilgiyi kabul etme ve teslim olmaya doğru bende kayma başlasa -çünkü her şeye yeniden başlamak zorunda kalmak basitçe yorgunluk verir- ciddiyet ve heyecanla tarihi devam ettiren gençler beni şaşırtır ve mutlu eder. Gençlerin sırtında yenilgi yükü yok. Ve onlar tarihten, onu ahlakçı bir anlayışla yargılamadan bir şeyler öğrenme şansına sahip. Elbette bu genel geçerliliği olan bir doğru değil. Genel olarak sol iktidarsız durumda, antikomünizm ve burjuva tarihsel düşüncesi öldürücülüğünü koruyor. Bu da yeni bir devrimci inşa süreci geliştirmenin önünde engel oluşturuyor.

Yazdığınız otobiyografinin başında sizden şu alıntı yapılıyor: “Bu çirkin dünyanın dışında kurulan başka ve yeni bir dünya olan illegalitede olduğum zamanlar kadar hiçbir zaman kendimi güvende ve korkusuz hissetmedim.” Yaklaşık 50 yıldır devrimci mücadelenin içindesiniz. Dünya biraz daha iyi oldu mu yoksa hâlâ yaşanamaz ve ‘çirkin’ mi?

Evet, bakın bakalım, kapitalist sistem kendini biraz ‘iyileştirdi’ mi? Kapitalizm kendini genişletti ve daha barbar, daha krizlerle ilerleyen, daha totaliter ve daha savaşçı oldu. Toplumların günlük hayatlarının yabanileştirilmesinden hiç söz etmiyorum bile. Değer yıkımcı-çıkarcı, oportünist eğitimden ve medya tekellerinin aptallaştırma programlarından da söz etmiyorum. Bu sistem kapsamlı bir biçimde daha baskıcı çünkü çaresiz, çünkü her köşede ortaya çıkan çelişkileri yasalarla, aynasızlarla, asker ve savcılarla kuşatmaktan başka bir çıkış yolu yok. Bu sistem sapkın, dağılmaya yüz tutmuş ve tarihsel olarak çok fazla bir geleceği yok. Dev güvenlik ve askeri aygıtlarının kusursuzlaştırılmasının nedeni bu. Mücadelemizle gerçekleşecek esas değişikliğin yıllar sonrasında değil çağ sonrasında olacağını düşünmeliyiz. Bir çağ değişimi söz konusu.

Benim o zamanki korkusuzluğum ve cesaretim, sistemin karşı olduğu, sırt çevirdiği özgürlüğe dayanıyordu. Özgürlük, kendisini ciddi eleştirenlere karşı her zaman hazır olan kapitalizm içindeki köşelerde bulunmaz, özgürlük yalnızca tamamen başka bir toplum yaratılması için kapitalizme karşı kolektif ve koşulsuz bir mücadele içinde olunduğunda hissedilir.

Yine bu soruya bağlı olarak, birçok insan gençliklerinde solcu, devrimci, Marksist, sistem karşıtı iken; olgunluk zamanında, eğer sağcılaşmamışsa en iyisi sosyal demokratlaşıyor ya da Yeşil falan oluyor. Sizce neden insanlar ütopyalarından bu kadar çabuk vazgeçiyor? Yoksa sol ütopyanın kendisinde mi bir sorun var? Solcular sadece gençliklerinde gerçekten gerçekleşmeyecek bir ütopyayı mı kapılıyor?  

Kapitalist günlük pratiğin hâkim olduğu hayatta bir ideal uzun süre yaşayamaz. Her kim sömürü merkezli toplumsal ilişkilerde ideallerini yaşatmaya çalışırsa, sinik mekanizmaların etkisiyle bir güzel hayalkırıklığına uğrar, çabucak kendisi de sinikleşir ve en fazla hayır işlerinde çalışmaya başlar. Hiç kimse “ideallerimi terk ediyorum” demeyecektir. Meslek, iş, aile, belli bir statü tutturma çabası gibi reel baskılar idealleri yavaş yavaş kemirir. Birçok kişi gençlikte sistemin bu baskılarına karşı koyma gücüne bir biçimde sahiptir ve sisteme kafa tutacak gücü de bir biçimde kendinde bulur.

Ama ben buna rağmen gidişatı hiç de kaderci görmüyorum. Birçokları her şeye rağmen kapitalizm karşıtı eleştirel tutumunu koruyor ve toplumsal mücadelenin toplumsal ve insani ilerleme için işe yarayacağına inanıyor. Bazıları, iktidar mekanizmalarını tanımayla, bütün kötülüklerin anası olan kapitalist sistemin ve sömürünün alternatifsiz olmadığını ve bunun bir kader olmadığını, aksine tarihsel ve dolayısıyla da geçici olduğunu kavrayarak komünizme geliyor.

Elbette sınıf olarak proletarya bu zamanda oldukça hantal, korkak ve komünizmin kendisi için ne anlama geleceği hakkında hiçbir şey bilmiyor. Ama var oluş koşulları her geçen gün daha rahatsız edici, daha güvensiz ve daha onur kırıcı bir hal alıyor. Dünya çapında paylaşım savaşı her geçen gün daha da sertleşiyor. Sömürü ve baskı olduğu müddetçe devrimci çabalar da durmaz.

Devrimci mücadele, devrimci olmayan zamanlarda oportünizm tarafından geri itilir. Ancak devrimci çaba yaşar ve devrimciler mücadeleye tekrar devam eder. Her kriz durumu devrimin meşruiyetini tazeler.

Komünizm bir ütopya değil, daha insancıl bir topluma doğru dönüşüm için reel bir mücadeledir. İşte bu mücadele bence var oluşumuzun tek güzel anlamıdır. Bunda doğru olmayan ne olabilir ki? Bunun içinde benim kendi hayatım var, benim kendi değerlerim var, bunların ortak toplumsal değerler olarak etkili olmasını isterim: Herkes için onurlu, anlamlı bir var oluş, dayanışma, hiyerarşisiz bir özgürlük, içinde bütün problemlerin ortaklaşa çözüldüğü ve dünya zenginliğinin bütün insanların yararına paylaşıldığı kolektif ve uygar bir yaşam.

Bugün Almanya’daki solun durumu hakkında ne söyleyebilirsiniz? Almanya’da sosyalistlerin gündemi ne olmalı? Avrupa sosyalistlerinin gündemi ne olmalı?

Avrupa’da yerleşik sol, ne komünizm vizyonuna ne heyecanına ne de mücadele için gerçek bir isteğe sahip. Bu sol burjuvalaştı ve tarihte zaman zaman yinelendiği gibi ‘Sol Birlik’ adı altında iktidara gelse de sermayenin iktidarı kırılamayacak. ‘Sol reformizm ve pasifizm’, dizginlenemez, saldırgan ve katil iktidar kliğine karşı, sonsuz iktidarsızlık için alınmış bir bilettir.

Biz mevcut koşulların şekillendirilmesindeki katkıları dışında bugünkü yerleşik soldan zaten hiçbir şey beklemiyoruz. En çirkin barbarlıklara, sürekli savaşlara, devlet işkencelerine ve katliamlara karşı olduğunda bile, bu sol ‘oyunun kurallarıyla’ uyumludur, kural dışına çıkmaz.

Elbette barikatlara katılan ve gösterilerde ilk sırada duran solcu milletvekillerinin gösterdiği kişisel cesaret de var. Ama eksik olan şey, devrimci perspektifle donanmış bir sol partinin örgütlenmiş gücünün olmayışı.

Devrimci bir parti, kendini burjuva düşüncesinden ve eyleminden kurtarmak zorundadır. Parti, oyunun kurallarını bozmalı ve memnuniyetsiz katmanlara direniş için kendi örnek olarak, cesaret vermeli. Böyle bir partimiz yok. Büyük kriz felaketi sırasında bile, hiçbir sol parti ve hiçbir sendika, öfkeli kalabalığı bankalara ve tekellere karşı yönlendirme cesareti göstermedi, aksine bunlar ‘sol kriz yönetimi’ yaptı.

Avrupa’da da çok sayıda insan boğazına kadar batmış durumda. Bu sisteme karınları tok ve meydanları, caddeleri dolduruyorlar veya Fransa ve İngiltere’de olduğu gibi herşeyi yıkıp döküyorlar. Avrupa’da hiçbir sol güç bunlarla hiçbirşey yapamaz. İster burjuva düzenini korkakça koruyor olsun, ister radikal solun içinde bulunduğu durumdaki gibi küçük gruplara bölünmüş olsun. Ama bu güçsüzlüklerin ve ilerleyen kapitalist barbarlıkların sonunda hemen şimdi ve burada devrimci inşa sürecini örgütlemek zorunda olduğumuz gerçeğinin baskısı yükseliyor.

İçinden geldiğiniz devrimci gelenek olan ‘silahlı mücadele’ hakkında bugün ne düşünüyorsunuz?

Silahlı mücadele hakkında burada ve bu kısalıkta somut bir değerlendirmede bulunmak mümkün değil. Ben yalnızca bugünkü bakış açımla ana hatlarıyla genel siyasal eleştirilerimi ortaya koyabilirim.

Silahlı mücadele özgürlük mücadelesi için yalnızca stratejik ve taktik bir araç olmalıydı ve her zaman için geçerliliği olan her derde deva, sonsuz devrimci bir çare olarak görülmemeliydi. Ama 60’lı ve 70’li yıllarda biz böyle gördük ve bütün başka politikaları yetersiz olarak değersizleştirdik. Ve o zaman bu gerçekten de öyleydi. Ama biz gerilla savaşını yetersiz hazırlanmış bir zeminde yürüttük. Yani var olan durumdan devrimci bir ayaklanma çıkarma.

Emperyalizmin moral üstünlüğü kaybetmiş olması, kendisine karşı uluslararası çapta acımasızca sürdürülen gizli ve açık savaşlara rağmen, özgürlük/kurtuluş hareketlerinin bütün dünyada güçlenmesine yaradı ve bu bize de ilham verdi. Biz 20. yüzyılın ikinci yarısının güncel enternasyonal sınıf savaşı cephelerini, sömürülen ülkelerin kurtuluş hareketleriyle emperyalizm arasında konumlandırdık. Ama kendi ülkemizdeki ve bütün Avrupa’daki toplumsal güç ilişkilerini-güç dengelerini daha az dikkate aldık. Bu demektir ki, biz gerçekten bir sınıf cephesi oluşturmak için çabalamadık, aksine yalnızca silahlı mücadeleye ilişkin bir çevrede kaldık. Bize göre, kendi kararlılığımız ve legal parlamento dışı muhalefetin silahlı mücadele alanına desteği yeterliydi.

İlk başta, düşmanlarımıza, kendi ana üssünde ya da cephe gerisinde saldırmak çok cazipti. Bu elbette yeterli değildi. Cepheler değişiyordu ya da çöküyordu. Emperyalizm tekrar saldırıya geçebiliyordu, kontrgerilla stratejileri legal soldan gelen desteği büyük ölçüde kırıyordu. Sonunda gerilla ile … taban örgütlenmelerinin verdiği toplumsal ve ekonomik mücadele arasında neredeyse hiçbir bağ kalmamıştı.

Bunlar arasında siyasal aracılık yapabilecek bir devrimci sınıf örgütü de yoktu. Silahlı mücadele, devletle gerilla arasında gerçekleşen ve var olan güç dengeleri karşısında kaybedilmesi kesin olan bir askeri-militarist çatışmaya dönüştü. Buna tabii zayıflıklar, saldırı eylemlerinin siyasal belirleyiciliğine çok fazla önem verme gibi subjektif hatalar da eklendi ama bunlar belirleyici olmadı ve zaten bunlar sadece RAF’a ya da 2 Haziran Hareketi’ne özgü hatalar da değildi. Bu hatalar sistemle gerçekten karşı karşıya gelemeyen, yüzleşmeyen bütün örgütlerin yakasını bırakmaz.

Gerilla mücadelesinin kitle hareketi tarafından desteklenmeyip izole olmuş bir biçimde yenilgiye doğru gitmesinden daha acı verici bir şey ise gerçekten yoktur.

RAF hala parıldıyor ve devrimci ruhlara ilham veriyor

RAF militanı Inge Viett, RAF üzerine ayrıntılarda detaylı konuşmayı ve bazı konulardaki sorulara cevap vermeyi çeşitli nedenlerle istemedi.  Görüşmenin genel değerlendirme çerçevesinde kalmasını istedi. Viett, cevaplamadığı soruların gerekçesini kısa bir biçimde şöyle ifade etti: “Yaşanan bütün süreci ‘kısaca’ tarif etmem mümkün değil. Kitap raflarını dolduran ve hala bitmemiş bir süreçle ilgili zaten ‘öylesine, geçerken’ bir şeyler söyleyemem…”

Viett’in “geçerken öylesine bir şeyler söyleyemeyeceğini” belirttiği konulardan biri, 18 Ekim 1977 tarihinde RAF militanları Andreas Baader, Jan Carl Raspe ve Gudrun Ensslin’in Stammheim cezaevinde hücrelerinde ölü, Irmgard Möller’in de ağır yaralı bulunduğu Stammheim süreciyle ilgiliydi. Almanya’da bu konuda öne sürülen “intihar ettiler” ya da “devlet öldürdü” biçimindeki iki görüş de kanıtlanabilmiş değil. Kendisinin olayı nasıl değerlendirdiğini sormuştum. Yine hapiste daha önce ölü bulunan Ulrike Meinhof ve daha sonra ölü bulunan Ingrid Schubert’i de hatırlattım.  Viett, yaklaşıl 35 yıl önce gerçekleşen bu süreçlerle ilgili olan sorulara şimdi “çalışamayacağını” belirtti.  Öte yandan RAF tarihi ile ilgili birçok soruya da cevap vermedi.

Inge Viett’in cevaplandırmadığı diğer bir bölüm ise, Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde yaşadığı döneme ilişkin sorulardı. Bu bölümle ilgili bir şey söylemesi için yeni çalışmalar yapması gerektiğini belirtti ve buna da şimdi “sinirlerinin müsait” olmadığını söyledi.

… Silahlı mücadeleyi sonlandırıp faaliyetlerine siyasi parti olarak devam eden örgütlenmeler ile ilgili düşünceleriniz nedir?  Bir örnek vermek gerekirse, bir ölçüde RAF’ın da kendine örnek aldığı Uruguay’daki Tupamarolar ve iktidardaki “Frente Amplio” bloğu içinde José Alberto Mujica’nın devlet başkanı seçilmesini, icraatları hakkında ne düşünüyorsunuz?

“Frente Amplio” (Geniş Cephe) hakkında ne düşündüğümün bir önemi yok. Uruguay’daki süreç oradaki siyasal güçler tarafından karara bağlandı. Oradaki insanlardan daha akıllı değilim. Tupamarolar faşist diktatörlüğe karşı verdikleri mücadelede moral üstünlüğü ve meşruiyeti sağlamlaştırdılar.

Burjuvazi  büyük oranda eski rejimin arkasındaydı ve rejimin yıkılmasından sonra Tupamaroları gelecek siyasal süreçlere katmama ya da iktidardan kovalayacak gücü kendinde bulamadı.

Tupamarolar devrimci mücadelede sırasında halk arasındaki itibarlarını ve meşruiyetlerini sağlamlaştırmışlardı ve bunu daha sonraki siyasal süreçlerde kendi yararlarına kullanmayı bildiler. Bu çok doğru ve önemli. Bir radikal güç olarak Tupamaroların Uruguay’ın gelişmesine yaptığı etki, tabii bu radikalliğin siyasete uyarlanırken ne kadar kullanıldığı gibi ölçülere bağlı.  Bir zaman sonra radikal olanlar da diğer siyasal aktörlerden ayırt edilemez bir hal alıyor. Bu daha önce anlattığım gibi olayların akışına bağlı bir şey.

Ama belirleyici olan, Tupamarolar bize ezilenlerin tarafında mücadele ederek, bazı aşamaların kazanılabileceğini gösterdi.

Bütün dünyada radikal devrimci örgütlerin yerini kapitalizm içinde de sanki “sosyalist adalar” yaratılabilirmiş gibi düşünen sol girişimler ve örgütler aldı. Çeşitli legal sol partiler topyekûn iktidarı almaya yönelik değil de küçük başarılar elde etmeye yönelik mücadele yürütüyor. Bu durum konjonktürle ilgili bir şey mi? Kapitalizm içinde legal sol mücadelenin şekli ve özü ne olmalı? Devrim bitti mi? Kapitalizmi aşmak artık hedef değil mi?

Kapitalizmin üstesinden gelemezsek, dünyadan vazgeçmeliyiz. Bu amaç uğruna çalışan milyonlarca insan var. Devrimci örgütler de bunların arasında. Muhtemelen de sizin ve benim sandığımızdan daha çok. Hindistan Naxalite Hareketi gibi, FARC, Kürtler, Tamiller, ETA gibi geleneksel silahlı devrimci hareketler hala var. Bunların Naxalite Hareketi dışındaki hemen hepsi savunmada ama hala henüz yenilmediler.

Bunlardan başka, dünya çapında başka tür bir devrimci mücadelenin baş gösterdiğini de görmezden gelemeyiz. Kitleler hareketleniyor. Buradan,  sermaye diktatörlüğünden kendini kurtarmış, özgürleşmiş, toplumsal perspektife sahip başka bir niletiğe sahip yeni siyasal pratikler, siyasal örgütler ve siyasal bir bilinç ortaya çıkmaktadır. Hiç bir şey her zaman olduğu gibi kalmıyor.

Kapitalist merkezler çok kuvvetli, ancak,  örneğin “Almanya’da reformizm çok güçlü ve devrimci siyaset bir özne olarak yok” diye dünyanın diğer bölgelerindeki gelişmeler durmuyor.

RAF, 1970’te tarih sahnesine çıktı ve Nisan 1998’de kendini feshettiğini yani “tarih olduğunu” duyurdu. Ama ne Alman devleti ne de savcılar RAF’ın tarih olmasını istemiyor gibi. 34 yıl sonra Başsavcı Siegfried Buback’ın öldürülmesi davası yeniden açıldı ve eski RAF’lı Verena Becker tekrar yargılanıyor. 60 yaşını geçmiş bir sürü eski RAF’lı ifadeye çağrılıyor. RAF aktif iken de, devletin “aşırı tepki” gösterdiği tartışılmıştı. Alman devleti RAF konusunda neden bu kadar  hassasiyet gösteriyor? Sağcı bazı politikacılar bugün, Berlin’deki ve diğer büyük kentlerdeki protesto gösterileri ve bazı kundaklamaları, ‘RAF da böyle başlamıştı, RAF geri geliyor“ diye değerlendiriyor. Sağcılar neden her fırsatta RAF’ı öne çıkarıyorlar?

Almanya Federal Cumhuriyeti Anayasal kuruluşundan beri meşruiyet sorunu içindedir. Eski faşist yerleşik yapılanma, “demokrasi” formu içinde çok zahmetli bir biçimde gizleniyor. Faşist yetkililerin bulunduğu bütün kurum ve aygıtları ile işçi sınıfını sömürme gibi olağan suçu ve insanları kitlesel olarak katletme ve mallarına el koyma gibi olağandışı suçları olan kapitalist sınıf, 12 yıl boyunca kârını artırabiliyordu. Bunu hiç bir önemli konuda sorumlu tutulmadan yapıyordu.

İşte bu “demokrasi“ RAF tarafından saldırıya uğradı ve devletin meşruiyeti zedelendi. RAF devlet suçlarının sürekliliğini de ortaya çıkardı: Devletin bütün dünyada diktatörlerle işbirliği ve suç ortaklığı, kurtuluş hareketlerine karşı bütün savaş ve saldırıları desteklemesi,  kendi kaderini tayin hakkına ve ilerici süreçlere karşı olması gibi.

Burjuva sınıfın RAF nefreti –ki bu yalnızca sınıfın gerici kesimlerie özgü de değildir- hiç azalmıyor. Çünkü bunlar  ne kadar azgın ve öfkeli propaganda yapsalar da RAF’ın ortaya çıkardığı devrimci dürtüyü söndüremiyorlar. Silahlanarak onlara saldırabilen bu radikal antifaşist, bu radikal antikapitalist hareket, hiç bir zaman kendini satmadı. Hala parıldıyor ve ‘RAF hangi hatayı yapmıştı‘ diye sormak yerine, RAF’ın cesaretini ve eylemlerini kendine ölçü alan devrimci ruhlara ilham veriyor.

Egemenler en çok neden korkuyorlar ve neden kendilerini korumaya çalışıyorlar: Kararlı devrimci güçler ile bağlantılı olan kitlesel ayaklanmalardan!

RAF ve 2 Haziran Hareketi radikal sistem karşıtı hareketlerdi. Siz her ikisinde de bulundunuz. Bu hareketlerde yer alan insanların bir kısmı hiç ortalıkta gözükmüyor, bir kısmı bambaşka işler yapıyor. Siz, radikal bir örgütlülük yaratmak ya da çevre oluşturmak yerine örneğin militarizm karşıtı eylemlerde yer alıyorsunuz, hala komünizmi savunan yazılar da yazdığınız görülüyor. Eski yoldaşlarınızla görüşme, birlikte çalışma imkânınız oluyor mu? Diğerleri neden pek ortalıkta görülmüyor?


Her birimizin siyasetten çekilmesinin kendine özgü ve ayrı nedenleri var. Bu konuda spekülasyonda bulunmak ya da onları yargılamak bana ters düşer ve buna hakkım da yok. Ama düşündüğünüzden çok daha fazla kişi siyasal olarak aktif ve ancak yeni yeni görünür hale gelmeye başladılar.

Uzun süre hapiste yattıktan sonra yeniden aktif hale gelen arkadaşlar siyasetin birçok alanında, deneyimin getirdiği olgunluk ve niteliklerle iş yapıyor. Irkçılıkla mücadele alanında çalışanlar var, siyasal ve sosyal tutuklular için çalışmalar yapılıyor, taban örgütlenmelerinde, savaş ve militarizm karşıtı hareketlerde ya da devrimci tarihin korunması ve ileriye aktarılması konusunda çalışılıyor. Ben Berlin’de hapisten çıkan yoldaşlarla birlikte uzun yıllar boyunca legal ama radikal siyasal çalışmalar gerçekleştirdim. Ama bir zaman gelir herkes yorgun düşer. Ben de.

Söylediğiniz gibi değil, ben sadece anti militarist eylemlere yoğunlaşmıyorum. Antimilitarist mücadele, devrimci bir perspektif göz önünde tutularak oluşturulmaya çalışılan genel devrimci inşa sürecinin siyasal pratiklerinden sadece biridir. Bu söylediklerim şimdi kulağa büyük bir şeymiş gibi gelebilir ama oldukça zahmetli adım adım ilerleyen bir pratik, eylemcilerden de oldukça uzun soluklu olmasını bekler.

Yeni kuşak devrimcileri ileri doğru götüren sürece büyük bir umutla bakıyorum. Elimizde bir sihirli değneğin olmadığının bilincindeyiz.

Sizin siyasi faaliyet yürüttüğünüz ilk organizasyon 2 Haziran Hareketi’nin bir tür radikalleşmiş 68 gençlik hareketi olduğu söylenebilir mi? RAF ile 2 Haziran arasındaki fark nedir?

68 Hareketi bir siyasal çeşitlilik ve çokluktu. Hareket bütün büyük şehirlerde de başka başka bileşimlere sahipti. 2 Haziran Hareketi’nin içinden çıktığı sosyal çevre, anti otoriter, yaratıcı yanlarıyla siyasallaşan ve asi genç işçilerle öğrencileri mıknatıs gibi kendine çeken, yükselen Berlin alt kültür çevreleriydi.

Kendi çevrelerine sırtını dönmüş entelektüeller ve üniversite öğrencileri de buradaydı. Bugün 68 hareketi genel olarak bir üniversite öğrencileri hareketi olarak algılanıyor. Bu bir anlamda doğrudur. Gerçekten de Alman Sosyalist Öğrenciler Birliği  (Sozialistische Deutsche Studentenbund – SDS) radikal ve zaman zaman da devrimci öğrencileri siyasal itici güç olarak Vietnam Savaşına ve emperyalizme karşı etkiledi, direnişin geniş bir temelde örgütlenmesini sağladı. Ama daha çok anti-otoriter, radikal militan Berlin alt kültür çevreleri polise, devlete ve ABD kurumlarına yönelik saldırılarıyla, kamusal binaları işgal eylemleriyle,  son derece anti-burjuva hareket ve jestleriyle isyan ortamının oluşmasında asıl belirleyici oldu.

2 Haziran Hareketi’nde sosyal devrimci bir politika geliştirmeyi denedik. Eylemlerimiz var olan toplumsal sorunlara yerinde müdahale etmeyle bağlantılıydı. Devrimci şiddet kullanmaya, ilerici halkın yapılanları ne kadar destekleyebileceğine ve legal hareketin militan kısmının bunu ne kadar kavrayacağına, buna ne kadar sahip çıkacağına karar verdikten sonra başladık.

Burada hareketin silahlı kolu olmaktan daha çok, güçlü bir silahlı devrimci hareketin öncüsü olmak istemiştik. Benim daha önce yaptığım siyasal eleştirilerim aynı biçimde 2 Haziran Hareketi için de geçerli: Gerilla illegaliteden, yer altından, devrimci olarak örgütlenmiş bir hareket yaratamaz. Tersine düşünülürse daha doğru olabilir: Devrimci olarak örgütlenmiş bir hareket illegal silahlı mücadelenin şartlarını oluşturabilir.

kaynak: http://www.birgun.net/haber-detay/dunyanin-halleri-18273.html (Söyleşiyi gerçekleştiren Selami İnce)


INGE VİETT KİMDİR?

Inge Viett, Almanya kamuoyunda en çok tanınan RAF’lılardan biri. Bugün 67 yaşında olan Viett, RAF’tan önce kurulan şehir gerillası örgütü ‘2 Haziran Hareketi’nin önder isimlerinden biriydi. 2 Haziran Hareketi adını, 2 Haziran 1967’de Berlin’i ziyaret eden İran Şahı’nı protesto eden üniversite öğrencilerinin üzerine ateş açan polisin Benno Ohnesorg adlı öğrenciyi öldürmesi üzerine yapılan gösteriler ve eylemlerin anısından alıyor. Bu gösteriler Avrupa 68’ini başlatan gösterilerden de biridir.

Inge Viett, izinsiz gösteri, polisle çatışma ve başka bazı eylemlerden 1972, 1975 ve 1976’da üç kere yakalansa da bir süre yattıktan sonra üçünde de cezaevinden kaçtı.

Almanya’da 2 Haziran Hareketi’nin RAF’a paralel gerçekleştirdiği birçok radikal eylem bulunmakta. Viett’in yargılandığı ve ceza aldığı bazı 2 Haziran sansasyonel eylemleri şunlar:

27 Şubat 1975: Hristiyan Demokrat Parti (CDU) Berlin Eyalet Başkanı Peter Lorenz’in kaçırılması ve 51 gün sonra 6 RAF’lının hapisten serbest bırakılması karşılığı serbest bırakılması.

1978: Berlin’de RAF’lıların ve 2 Haziran Hareketi militanlarının tutuklu bulunduğu bir cezaevinin basılması ve çok sayıda tutuklunun kaçırılması.

Viett, 1976’da hapisten kaçtıktan sonra Almanya’da ve Avrupa’nın çeşitli kentlerinde illegal yaşadı. 1980’de RAF’a katıldı. 1981’de kendini yakalamak isteyen bir Fransız polisini vuran Inge Viett, 1982’de Fransa’dan da kaçıp Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ne gitti. 1990’a kadar başka kimlikle burada yaşayan Viett, Demokratik Almanya’nın çökmesi üzerine 1990’da Batı Alman polisi tarafından yakalandı. RAF adına polis vurmaktan ve bazı eylemlerden, bazıları için zaman aşımı olsa da, yargılandı. 13 yıl hapis cezası aldı.

Hapisten çıktıktan sonra yazıları ve kitapları yayınlandı. 20 Temmuz 2008’de Meclis önünde Alman askerlerinin yemin törenini protesto ederken yakalandı. Polise mukavemetten para cezası aldı. 8 Ocak 2011’de Berlin’de Rosa Luxemburg Konferansı’nda bir konuşma yaptı ve “Komünizm için, gizli yapılanması olan bir devrimci örgütlenmenin” gerekli olduğunu savundu. Ayrıca “Afganistan’da savaşta olan Alman askerlerine karşılık vermenin ve halka karşı mücadele eden polise karşı direnmenin haklı olduğunu” savundu.

Haziran 2001’de bu sözleri üzerine suçu övmekten dava açıldı.

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
k_zg_n
Kızgın
0
_a_rm_
Şaşırmış
https://devrimcidusun.org/wp-content/uploads/2021/04/1.png
Giriş Yap

Devrimci Düşün Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!