Bill McKibben’ın “FALTER: Has the Human Game Begun to Play Itself Out?” kitabından bir bölüm
İşlerin çok daha kötüye gitmesi muhtemel.
2015’te, Matematiksel Biyoloji Dergisinde yayınlanan bir çalışma, okyanusların bu hızla ısınmaya devam etmesi halinde, 2100 itibariyle “fotosentez sürecini kesintiye uğratarak fitoplanktonların oksijen üretimini durdurmaya neden olacak sıcaklığa ulaşabileceğine” işaret etti. Dünyadaki oksijenin üçte ikisinin fitoplanktondan geldiği düşünülürse, bu “hayvan ve insanların kitlesel şekilde ölümü ile sonuçlanabilir.”
Bir yıl sonra, Kuzey Kutup Dairesinin üzerinde, Siberya’da, bir sıcak hava dalgası, donmuş toprakta sıkışmış bir rengeyiği kadavrasını çözdü. Isıya maruz kalan kadavra civardaki suya ve toprağa şarbon salınımına neden oldu. Şarbon civarda otlanan iki bin rengeyiğine bulaştı ve onlardan da insanlara geçti; 12 yaşındaki bir oğlan çocuğu hayatını kaybetti. Görünen o ki, donmuş toprak, “soğuk olduğu, hiç oksijen barındırmadığı ve ışık geçirmediği için, mikropları ve virüsleri çok iyi muhafaza ediyordu.” Bilim insanları, bir buzulun altında buldukları sekiz milyon yıllık bakterileri canlandırmayı başardılar. Araştırmacılar, Siberya ve Alaska’da İspanyol gribinin, çiçek hastalığının ve hıyarcıklı vebanın virüslerinden donmuş toprağa gömülü olduğuna inanıyorlar.
Ya da şunu düşünelim: buz tabakaları eridikçe, toprağın üzerindeki ağırlık azalıyor ve bunun sonucunda depremler tetiklenebilir. Grönland ve Alaska’da sismik aktivite seviyeleri halihazırda artmış durumda. Öte yandan, yükselen deniz sularının arttırdığı ağırlık, dünyanın kabuk tabakasını bükebilir. Londra’daki Doğal Afet Merkezi direktörü, “Bunun sonucu volkanik aktivitede muazzam bir artış olacaktır. Fay hatlarını aktive edip depremlere, denizaltı toprak kaymalarına, tsunamilere neden olacaktır” diyor. Böyle bir toprak kayması, sekiz bin yıl önce son Buzul Çağı çekilirken İskandinavya’da gerçekleşti ve Norveç’in kıta sahanlığının 100 bin kilometrekarelik bir kısmı, “kıyılara doğru intikam alırcasına saldıran bir dizi devasa deniz dalgası yaratacak şekilde deniz tabanına çöktü.” Norveç kıyılarından Grönland’a kadar karada yaşayan her canlıyı dünya üzerinden sildi. Bir zamanlar Britanya’yı Hollanda, Danimarka ve Almanya’ya bağlayan Galler büyüklüğünde bir kara parçasını sular altında bıraktı. Dalgalar İskoçya’daki Shetlands’ı vurduğunda, yükseklikleri 20 metreydi.
Bir de şu var: karbondioksit seviyelerini yükseltmeye devam edersek, artık doğru düzgün düşünememeye başlayabiliriz. Milyonda binlik bir yükselişle (ki 2100 için olası bir veri), insan bilişsel becerisi yüzde 21 düşüyor. “En büyük etkiler krize yanıt verme, bilgi kullanımı ve stratejide görüldü,” diyor bir Harvard çalışması. Bu çok kötü haber, çünkü görünen o ki en çok bu bilişsel becerilere ihtiyacımız olacak.
Yani, ödünüzü koparmak için daha bir sürü şey sıralayabilirim.
Ama hadi biraz da gerçekleşmesi en muhtemel senaryolarla uğraşalım, çünkü onlar da rahatınızı kaçırmak için fazlasıyla yeterli. Dev tsunamilere veya çiçek hastalığına gelmeden çok daha önce, oksijensizlikten boğulmadan veya doğru düzgün düşünemez hale gelmeden çok daha önce, çok sıradan ve temel gerçeklere odaklanmamız gerekecek: herkesin her gün yemek yemesi lazım ve epeycemiz okyanuslara yakın yaşıyor.
Öncelikle gıda meselesi. 2. Dünya Savaşı sona erdiğinden bu yana işler acayip iyi gidiyor. Tarımsal üretim hızla artan nüfusu beslemeye yetecek şekilde büyüdü. Bunun insani maliyeti yüksek yerinden olan köylü çiftçilerin dünyanın dört bir yanında devasa gecekonduları doldurması ile yüksek olsa da, sırf hacim olarak baktığımızda, tarımda gübre, böcek ilacı ve makineleşme ile gelen devrim, keskin bir şekilde arttı. Ama artık bu tırmanış, sıcaklık ve kuraklık gibi acımasız gerçeklere tosluyor. Küresel ısınmanın kahve, nohut, kakao ve şampanya üzerindeki etkilerini gösteren çalışmalar var ama esas endişelenmemiz gereken tahıl ürünleri: mısır, buğday, pirinç… bunların hepsi son on bin yılda insanlık tarafından dayanacak şekilde geliştirilmiş bitkiler ama bunların gelişmesinin de bir sınırı var. İnsanları iklim koşullarının daha iyi olduğu yerlere taşıyabilirsiniz ama bitkileri taşıyamazsınız.
Dünyanın en yüksek tarım teknolojilerinden birine sahip Avustralya’da yapılan 2017 tarihli bir çalışma, buğday üretiminin küresel ısınma nedeniyle sabit kaldığını ortaya çıkardı. 1900 ile 1990 arasında üçe katlandıktan sonra buğday üretimi aynı seviyede takılı kalmış durumda çünkü sıcaklıklar arttı ve yağış neredeyse üçte bir azaldı. Araştırmacılar, tüm pahalı yeni teknolojilere rağmen, artış sağlayamadığımızı, zar zor seviyeyi koruduğumuzu, böyle giderse bunu da başaramayacağımızı söylüyorlar. 2018 Haziran’ında yayınlanan bir araştırma, sıcaklıklardaki iki derecelik bir artışın – ki unutmayın, Paris Anlaşması bu seviyede kalınmasına yönelik bir çaba – ABD’de mısır üretimini yüzde 18 düşüreceğini buldu. Dört derecelik bir artış ise, neredeyse yarıya düşürecek. ABD dünyanın en büyük mısır üreticisi, mısır ise dünyanın en çok tüketilen tahılı.
Mısır tehlike altında çünkü kritik bir anda maruz kalacağı bir haftalık sıcak hava dalgası döllenmesini engelleyebiliyor. Dünyanın sıcaklığını iki derece arttırın – tekrar söyleyeyim, şu an hedefimiz burada kalması – verim yüzde 18 düşüyor. Beş derece arttırın, verim yüzde 60 düşüyor.
Bu gibi veriler ne yazık ki insanların açıp okuyacağı şeyler değil. Ama insanların yemesi lazım; insanlık oyununda belki de tek önemli soru, “yemekte ne var?” Ve cevap “fazla bir şey yok” olduğunda, işler acayip hızlı şekilde kötüleşiyor. 2010’da Rusya’yı ciddi bir sıcak hava dalgası vurdu ve hububat hasadını mahvetti. Kremlin bu yüzden ihracatı yasakladı. Bunun sonucu olarak dünya buğday fiyatları hızla yükseldi. Bunun Arap Baharı’nın tetikleyicisi olduğu dahi söyleniyor. Mısır o dönem dünyanın en büyük buğday ithalatçısıydı. Bu deneyim akademisyenleri ve sigortacıları bir sonraki gıda şokunun sonuçlarının ne olabileceğini incelemeye itti. 2017’de bir ekip, bir sezon El Nino gibi taşkınlara ve kuraklıklara yol açan bir kasırga olması halinde, mısır ve soya üretiminin yüzde 10 düşeceğini ve buğday ve pirinç fiyatının yüzde 7 artacağını buldu. Sonuç tam bir kaos oluyordu: “emtia fiyatları dörde katlanıyor, iç karışıklıklar, son derece ciddi insani sonuçlar ortaya çıkıyor… Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Latin Amerika’da kentlerde gıda ayaklanmaları… Avro hızla düşüyor ve ana Avrupa borsaları yüzde on değer kaybediyor.”
Aşağı yukarı aynı dönemde Britanyalı araştırmacılardan oluşan bir ekip, yeterince gıda üretebilseniz bile bunun dağıtımını sağlayan ulaşım sisteminin on dört olası tıkanma noktasından geçtiğini buldu. Ve bunlar, iklim değişikliği nedeniyle çok ciddi kesintiye uğrama riski altında olan yerler. Örneğin, ABD nehirleri ve kanalları dünyanın mısır ve soyasının üçte birini taşıyor ve taşkınlar ve kuraklıklar sebebiyle geçtiğimiz yıllarda sık sık kapandılar. Brezilya dünyanın tahıl ithalatının yüzde 17’sini yapıyor ama 2017’deki şiddetli yağışlar, üç bin kamyonun olduğu yerde takılıp kalmasına neden oldu.
Bundan beş hafta sonra, daha bile derin bir soru ortaya atan bir başka çalışma yayınlandı. Diyelim ki yeterince gıda üretebiliyoruz ve nasıl dağıtılacağını da çözdük, ama gıdanın kendisi değerini epey kaybetmiş, ne olacak? Çalışma, artan karbondioksit seviyelerinin ve bitkilerin hızla büyümesine yönelik teknolojik müdahalelerin temel gıda ürünlerindeki protein miktarını azalttığını buldu. Bu sonuç aslında yıllardır bas bas bağırıyordu ama tarım bilimciler görmezden geldi.
İnsanların proteini bitkiden aldığı gelişmekte olan dünyada, bunun anlamı beslenmede ciddi bir sıkıntı demek: tek başına Hindistan bile toplam diyetteki proteini yüzde 5 kaybedebilir ve bunun sonucu 53 milyon insanın protein yetmezliği çekmesi demek. Anne ve bebek sağlığı için çok önemli olan beslenmede çinkonun azalması, 138 milyonu etkileyebilir. Bilim insanları 1842’den kalan polenleri test ettiklerinde, protein içeriğinin sanayi devriminden bu yana üçte bir azaldığını buldular ve bunun artan karbondioksit seviyesi ile doğrudan bağı var. Arılar bitkilerin döllenmesini sağlıyor. Dolayısıyla bu büyük bir sorun. Ama daha kötüsü de geliyor. Bitkilere zarar veren böcek sıcakta bayram ediyor, hava ısındıkça daha dayanıklı ve aç hale geliyorlar.
İnsanlar nasıl ki her gün belli miktarda besin tüketmeye alıştıysalar, aynı şekilde, belirli yerlerde yaşamaya da alıştılar. Açık ki okyanus kıyıları başta geliyor. Buralar nehirlerin denizle buluştuğu, dünyanın en zengin ekosistemine sahip bölgeleri ve su ticareti de kolaylaştırıyor. Şimdi yükselen deniz seviyelerinin altında kalma tehlikeleri var.
Uzak ve olasılığı düşük olanları bir yana bırakalım, bu yakın ve daha olası tehlikelere ne kadar hazırlıksız olduğumuz gerçekten inanılmaz. Miami sahiline ev inşa etmiş birine bunları söylediğinizde, “Eminim ki otuz yıl içinde birileri bir çare bulacak” diyorlar. “Hem ne olacak yahu, bir gün hepimiz öleceğiz.” Trump seviyesinde bir narsisizm bu.
İklim değişikliğinin getireceği maliyetlerin bir kısmı alışkın olduğumuz ölçü birimleriyle ifade edilebiliyor. 2017’de ABD’de federal mahkemede tanıklık eden iklim bilimciler, şimdiden güçlü önlemler almazsak, ABD’nin gelecek kuşak yurttaşlarının küresel ısınma ile baş etmek için 535 trilyon dolar harcamak zorunda kalacağını söylediler. Buna hazırlanmamak nasıl mümkün olabilir?
Ama ölçülemeyen bazı şeyler de var ve hasar daha bile büyük görünüyor. Örneğin ortalama tahmine göre, 2050 itibariyle dünyada iki yüz milyon iklim mültecisi olacak. Yüksek tahmin bir milyar. Bunun sonucu büyük istikrarsızlıklar ve ciddi bir güvenlik sorunu olacak.
Deniz seviyelerinin yükselmesinin sonucu ne olabilir, onunla bitirelim. Buzullardaki şu anki erime devam ederse, Marshalls köyleri ve Grönland limanları sular altında kalacak. Ve bundan hepimiz yoksullaşacağız, çünkü insanlığımızın bir parçasını yitireceğiz. İnsanlık en eski, en sanatsal yanlarından bazılarını kaybedecek.
Jeff Goodell, “Venedik’in sular altında kalması, sadece Venediklilerin kaybı değildir. Titian ve Giorgione’un yürüdüğü dar sokaklardaki taşların da kaybıdır. Bazilikadaki on birinci yüzyıl mozaiklerinin kaybıdır, Marco Polo’nun evinin kaybıdır. Venedik’in kaybı, zamanda geriye uzanan ve bizi medeniyet olarak bir araya getiren bir parçamızın kaybıdır” diyor.
Hepimizin halihazırda kaybettiği şeyler var. Benim yaşadığım yerde mevsimler gitti: kış artık eskisi gibi değil, yani zaman duygumuzu kaybediyoruz. California’da huzurumuz gitti: bir sonraki yangının kokusunu ne zaman alacağımızı bekliyoruz. Yoksulluğun birçok biçimi var, ve hepsini tek tek keşfedeceğiz.
Rolling Stone’daki İngilizce aslından kısaltılarak çevrilmiştir.
Çeviri: Serap Güneş