Sınıflı toplumlarda, iktidarda olmayan sınıf(lar) ve halk tabakaları, ezen sınıfın ideolojik ve siyasal hegemonyası altındadır. Üretim araçlarının özel mülkiyetinden doğan iktisadi gerçeğin yani sosyo-ekonomik yapının toplumsal bir yansıması olarak toplumsal formasyon, kültürel bir şekillenmeyi de koşullamaktadır.
Faşizm koşullarında, dayatılan toplumsal kültür, birey olma olgusunu kişisel bencillik derekesine indirgeyen, biat edip boyun eğen, cinsiyetçi, çalışmak için yaşayan yada yaşamak için çalışmak zorunda olan, öğretilmiş duyarsızlık ve uygulanan zor ile başkaldırı refleksleri çok büyük oranda yıpratılmış, dil, din, ırk, mezhep vb farklılıkları düşmanlık nedeni sayabilecek yapay bir kitle gerçeği-kitle kültürü yaratılır. Kendini varetmek için dış-olguya(devlet,parti,tarikat,dernek,cemaat vb) mecbur olan insan tiplerininin çoğunlukta olduğu, kendine güveni son derece az, çıkarcı ve bağımlı kişiliklerden müteşekkil bir yığın sözkonusudur.
Bu toplumsal şekilleniş içerisinde, kendini gerçekleştirebilen insan dahi belli oranlarda düzenin dayattığı günlük yaşamsal kaygılarla boğuşmak durumundadır. Günlük yaşamsal kaygıların, kişinin kendini varetmek eyleminin, adalet ve eşitlik bilincinin, toplum ve tarih içindeki duruşunun önüne geçtiği oranda kişi gerilemektedir. Bu gerilemenin, yabancılaşmanın koşullarının hakim olduğu sınıflı toplumlarda varacağı noktayı kestirmek çokta kolay değil. Yine de günlük yaşamsal kaygıların, hayatta kalma içgüdüsü ile belli bir oranda bağlantılı olduğunu belirtmekte yarar var.
Hayatta Kalma İçgüdüsü
Hayatta kalma içgüdüsü canlıya ait bir dürtü olduğu için, insanın da diğer tüm canlılar gibi hayatta kalmaya yönelik çabası gayet anlaşılırdır. Ancak insanın hayatta kalma çabası, diğer insanların ve canlıların hayatlarını, doğayı ve toplumsal olayları umursamaz bir hal aldığında; salt egoist bir düşünüş ve davranış biçimi kişiyi ele geçirir.
İşte bu andan itibaren insan hayatı boyunca sürecek, ne kadar bastırsa da en derininde hep hissedeceği yalnızlığın pençesinde kıvranırken iyi ihtimalle yakınındaki birkaç insanca umursanan izole bir hayat yaşayacaktır. Acılarının ve sevinçlerinin aslında birbirinden pek farklı olmadığı, dününün, bugününün ve geleceğinin ortak olduğu milyonlarca insandan biriyken onları ötekileştiren ve kendini yalnızlaştıran insan; artık her ne sözkonusu olursa olsun her konuda hep başkalarını suçlayacaktır. Bu döngü içerisinde kendini hapsettiği yalnızlıktan kurtulması da mümkün olmayacaktır.
Oysa insanın hayatta kalma mücadelesinin, diğer canlılardaki içgüdüsel dürtüden daha ileri bir noktada olması gerekir. Zira insanın hayatta kalma mücadelesini koşullayan şey farklıdır ve insanın mücadelesinin bir bilinç temeli vardır. Bu bilincin tarihsel, sınıfsal ve toplumsal kökleri mevcuttur. İnsanın hayatta kalma mücadelesi, sadece doğaya ve doğanın yasalarına karşı değil, esasta insan eliyle yaratılmış siyasi düzenlere ve onların yarattığı sınıfsal, siyasal, ekonomik vb sonuçlara karşıdır.
Kendi doğal ortamındaki bir hayvanın hayatta kalma mücadelesi, doğanın gerçekleri ve doğa kanunlarına karşı zorunlu bir mücadeledir. Sözkonusu hayvan doğa gerçeklerine(iklimsel ve coğrafi vb) ve doğanın kurallarına(beslenme zincirindeki yerine) karşı bir mücadele vermek -ve bunu çoğu zaman çoğu canlı tek başına yapmak- zorundadır. Çünkü o hayvanın hayatını belirleyen şey, doğa koşullarıdır.
Ancak insan sözkonusu olduğunda durum bundan farklıdır. Zira insanın hayatta kalma mücadelesinin esasta insanın hayatını yani toplumsal koşulları belirleyen olguya -siyasi düzene- karşı olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü insanların yaşam normalarını ve standarlarını, yaşam biçimlerini ve niteliğini belirleyen, tüm bir toplumsal hayatı organize eden-belirleyen siyasi düzendir. O düzenin yarattığı toplumsal koşullar içindeki bireyin hayatta kalma mücadelesi, özü itibariyle düzene karşı bir mücadele olsa da, düzenin yarattığı sonuçlara karşı mücadelede açıkça kendini gösterir. Örneğin insanın hayatta kalma mücadelesinin bir gereği barınmadır. Siyasi düzen, kendi normaları doğrultusunda dizayn ettiği şehirlerde artık gecekonduların yeri olmadığını ilan edip kentsel dönüşüm adı altında gecekonduları yıkmaya kalkıştığında gecekonduluların evlerini savunması, hayatta kalma mücadelesinin bir yansımasıdır. Bu sadece insana özgü değil, tüm canlılara özgü davranıştır. Her canlı yaşam alanına dönük saldırılara karşı alanını gücü ve yeteneği oranında savunur. Burada insanı diğer canlılardan ayıran şey; insanın bu mücadeleyi, içgüdüselliği aşıp bilinçsel bir temele oturtabilmesi, çoğul ve örgütlüde verebiliyor olmasıdır.
Özcesi canlının hayatta kalma mücadelesi onu çepeçevre saran koşullara karşı mücadeledir. İnsanı kuşatan koşulları belirleyen esasta siyasi düzen iken diğer canlıları kuşatan koşullar doğa koşulları ve belli oranda insanın -doğaya verdiği zararlar ile- yarattığı sonuçlardır. Diğer canlıların hayatta kalma mücadelesi esasta, tekil ve içgüdüsel iken insanın hayatta kalma mücadelesi bilinçli, çoğul-toplumsal ve örgütlüdür.
İnsanın sosyal bir varlık olduğunu ve belli bir iktisadi ve siyasi örgütlenme içinde toplumsal olarak yaşadığını gözönünde bulundurduğumuzda insanın hayatta kalma mücadelesi de dahil diğer tüm mücadelelerinin başarıya ulaşması, onun(insanın) mücadeleyi oturttuğu bilinç temeline ve örgütselliğinin niteliğine bağlıdır.
Burada kadınların müadelesine ilişkin ayrıca bir değiniyi yerinde buluyorum. Kadınların hayatta kalma mücadelesinin genelde sınıflı toplumlarda özelde kapitalizmde hakim olan cinsiyetçi, erkek egemen anlayış ve işleyişten ötürü, erkeğe oranla daha çetin olduğunu söylemek gerekir.
Erkek gibi kadınında hayatını belirleyen, onu kuşatan toplumsal koşulları -cinsiyetçi bir tarzda- yaratan -sınıflı toplum gerçeği ve- siyasi düzendir. Dolayısıyla kadının cins temelli mağduriyetinin de müsebbi olan siyasi düzene ve sınıflı toplum gerçeğine karşı mücadelesi, insanlığın çağımızda ulaştığı en bilimsel tek gerçek kurtuluş yoludur. Kadın sorununu cins sorununa indirgeyen, iktisadi ve sınıfsal tarihsel köklerinden koparan hiçbir anlayış, kadının nihai kurtuluşunu sağlayamaz.
Yabancılaşma
Marks’ın yabancılaşma kuramına göre “Emeğin amacı insanın türsel hayatının nesneleştirilmesidir”. Emeğin bu gerçeklenişi, insanın doğa karşısında ifade edilişi olarak durmaktadır. “İşçi kendi emeğinin ürünüyle, yabancı bir nesneymiş gibi bir ilişkidedir.” Bu ilişki ürünün -emekçi karşısında- ona egemen oluşu biçiminde toplumsal örgütlenişidir. Bu, emekçinin kendi ürününe yabancılaşmasıdır.
Yabancılaşma sadece işçinin ürünü ile işçi arasında değil, bizzat bu ürünün, üretim pratiğinde de ortaya çıkar. Marx bunu (1844 Felsefe Yazıları’nda) şöyle açıklar: “Bir kere, çalışma işçinin dışındadır, yani onun özsel varlığına ait değildir. Onun için çalışırken kendini olumlamaz, yoksar (inkar eder), mutlu değil, mutsuzdur, (…) çalışması gönüllü değil zorlamadır; zorla çalıştırılır.” Bu da insanın kendi pratiği ile yabancılaşması anlamını taşır.
Bir diğer yabancılaşma biçimide, Marx’ın ifadesiyle, öncekilerin doğal sonucu olarak insanın kendi özüne yabancılaşmasıdır: “Yabancılaşmış emek insanın türsel hayatını, fiziksel varoluşunun bir aracı yapar. (…) Yabancılaşmış emek … insanın türsel varlığını, hem doğayı, hem de manevi türsel özelliğini, insanın dışında bir varlığa, bireysel varoluşunun bir aracına çevirir. Dışardaki doğayı ve insanın manevi özünü yabancılaştırdığı gibi insanı kendi bedenine de yabancılaştırır.”
İnsanın kendine yabancılaşmasının doğal bir sonucu diğer insanlara yabancılaşmasıdır “Aslında, insanın türsel özelliğinin kendisine yabancılaştırıldığı önermesi, bir insanın öbürüne ve her ikisinin insanın öz doğasına yabancılaştırdığı önermesi, bir insanın öbürüne ve her ikisinin insanın öz doğasına yabancılaştırıldığı anlamına gelir.”
Anlaşılacağı üzere yabancılaşma biçimleri, ekonomik anlamda özel mülkiyetin sonucu olarak ortaya çıkarlar. “Gerçi, dışsallaştırılmış emek (dışlaştırılmış hayat) kavramını politik iktisattan özel mülkiyetin hareketi sonucu çıkardık, ama bu kavramı çözümlediğimizde, özel mülkiyetin, dışlaşmış emeğin kaynağı, nedeni gibi görünmesine karşın, aslında onun sonucu olduğu anlaşılmaktadır.” Yabancılaşmış emeğin özel mülkiyetle bağlantılı bir diğer sonucu da, emekçilerin kurtuluşunun, tüm insanlığın kurtuluşu gibi bir anlayışı ifade ediyor olmasıdır.
Bu anlayış Marks tarafından “Yabancılaşmış emeğin özel mülkiyetle ilişkisinden çıkan bir başka sonuç da, toplumun özel mülkiyetten vb. kölelikten kurtulması, işçilerin kurtulması gibi politik bir biçimde anlatımını bulmaktadır; bunun böyle olması yalnız onların kurtuluşunun önemli olmasından değil, işçilerin kurtuluşunun evrensel insanlığın kurtuluşunu içermesinden ileri gelmektedir. İşçilerin kurtuluşu, insanlığın kurtuluşunu içerir, çünkü işçinin üretimle ilişkisinde insanın köleliğinin bütünü vardır ve köleliğin her ilişkisi bu ilişkinin sadece biraz değişik bir şekli ve sonucudur.” şeklinde anlatılmıştı
Kapitalizmin temel çelişkisi, üretim sürecinin toplumsal ancak -üretimden doğan zenginliğin – üleşim(paylaşım) süreninin şahsi oluşudur. Bu somut iktisadi ve toplumsal gerçekler içinde yaşayan insanın yabancılaşmaya karşı mücadelesi ilkin emeğine sahip çıkmak çabasında açığa çıkıyor. İşte tamda bu nedenle sınıf bilinci, yabancılaşmanın etkilerini kırmada çok önemli bir rol üstleniyor.
Günlük yaşamsal kaygıların telaşındaki insan, yabancılaşmasının mengenesinde sıkıldıkça yalnızlaşıyor, yalnızlaştıkça yabancılaşıyor. Bunun sonucu olarakta mutluluğu, sadece kendini tatmin eden rezil egozim bataklığında yada kendi gibi yabancılaşma mengenesindeki bir başka varlığın kollarında arıyor. Ne var ki, her arayış onu bir girdap gibi düzenin daha derinine çekiyor, ta ki soluğu kesilene dek…
Oysa ne gerçekten mutluluğu sağlayacak koşullar, ne de yabancılaşmadan kurtuluş bireysel değildir. İnsanın istem ve iradesi dışında, üretim araçlarının özel mülkiyetinin yarattığı gerçeklerle çepeçevre kuşatıldığı somutta, yabancılaşmaya karşı yürüteceği mücadele örgütlü olmayı koşullamaktadır. Zira -üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı- bütün bir iktisadi alt yapıyı değiştirmeden ondan doğan sonuçları değiştirmek mümkün olamaz! Bundadır ki, yaşamak için çalışmak zorunda olanların yabancılaşmaya karşı iki vazgeçilemez silahı vardır, sınıf bilinci ve örgüt.
Konu örgüte ve örgütlenmeye geldiğine göre açıktır ki, yabancılaşma cenderesinden kurtuluş da bireysel değil, toplumsal olarak mümkündür. Çalışma alanında, evde, okulda, sosyal yaşamın içinde her gün yeniden üretilen yabancılaşma, bir yandan insanın kendini gerçekleştirmesi önüne setler inşaa ederken diğer yandan insani en temel ilişkilerin dahi(aşk, sevgi, dostluk vb) olması gerektiği gibi yaşanmasının önünde engel teşkil ediyor.
Bu nedenle insan kalabilmek ve devrimcileşmek için günlük yaşamsal kaygılarında üstesinden gelmek, günlük yaşamsal kaygıların kişiyi teslim alıp ehlileştirmesine izin vermemek gerekir.
Toplumsal mutluluklar uğruna mücadele eden devrimciler ile günlük yaşamsal kaygılarına ve yalnızca kendi kişisel geleceğine odaklanan dar-bireyci insanlar arasında niteliksel farklar olduğu açıktır. Bu niteliksel farklılıklar özellikle faşizm koşullarında mücadele eden devrimcilerin omuzlarına çok ağır sorumluluklar ve fedakarlıklar üstlenme zorunluluğu yüklemektedir.
İçinden geçtiğimiz tarihsel süreçte, topluma dayatılan gerici kültürün ideolojik ve siyasal temellerini sarsmak, on milyonlarca insanın yoksulluk sınırı altındaki yaşamsal mahkumiyetine son vermek, kitlelerin mücadelelerinin önüne örülen korku duvarlarını yıkmak, günlük yaşamsal kaygılarından arınmayı, sınıf bilinciyle donanmayı ve devrimin örgütünü gerçekleştirmeyi gerektirir.
Düzen ile barışık, düzenin sunduğu imkanlara tamah eden, yaşamsal kaygılarının esiri olmuş, yabancılaşmanın etkisini kıramayan, ufkunu düzenin demokratikleştirilmesinden öteye götüremeyen, tüm ilişkiler ağında ve konumlanışında toplumun andaki durumundan ileri geçemeyen insanların-örgütlerin subjektif çabasıyla, teorik bilgi birikimini kusarak yada teorik bir nitelikten yoksun salt pratikçilerin aceleci tutumlarıyla nesnel gerçekliğin değiştirilemeyeceği kesindir!