Çağımızda emperyalistlerce geliştirilen silah teknolojisiyle savaşların insanlar dışındaki tüm canlılara, doğaya ve ekolojik dengeye verdiği büyük zararlar ve onarılamaz tahribatta düşünüldüğünde savaş karşıtlığının(emperyalist savaşlar karşıtlığının) çağımızda dünyanın geleceğini ve devamlılığını savunmakla eşdeğer olduğu da anlaşılacaktır. Bu nedenle genel bir savaş karşıtlığı söylemi, liberallerden doğa savunucularına, reformistlerden burjuva aydınlarına ve insan hakları savunucularına kadar geniş bir kesim tarafından sahipleniliyor.
Ne var ki pratik toplumsal yaşamın ve toplumsal mücadele alanlarının gösterdiği gerçekler söylemlerden farklı. Savaşlar arasında hiçbir ayrım yapmaksızın savunduğu salt savaş karşıtı görüşleri gereği, tüm savaşlara karşı olması gereken hümanist oluşumlardan liberallere, reformistlerden burjuva aydınlarına ve doğa savunucularından hayvan hakları savunucularına kadar genişçe bir kesim, hakim sınıfların başlattığı ve-veya sürdürüğü gerici savaşlar karşısında yer yer sessiz kalırken bazen açıktan savaşa destek verenleri dahi oluyorlar.
Bu durum aslında anlaşılmaz değil. Çünkü kurumsal tabelasında ne yazarsa yazsın yada söylemleri ne kadar insancıl, barış yanlısı, liberal yada ekolojist olursa olsun özünde hiçbir kurum sınıflar üstü değildir.
Aksi takdirde doğa ve canlı yaşam savunucularının, hayvan hakları savunucularının ve ekolojist çevrecilerin ezelden bu yana devletin yaktığı onbinlerce hektar orman konusundaki -genel- sessizliği başka türlü nasıl açıklanabilir? Köy yakmaları, arazi tarla yakmaları, meraların kül edilmesi gibi esasta köylüleri yıldırmaya ve sürgün etmeye dönük olsa da doğa ve canlı yaşamıda doğrudan hedef alan saldırılar karşısında sözkonusu kesimlerin sessizliğinin başka bir açıklaması olabilir mi?
Doğa ve canlı yaşam savunuculuğunun yada ekolojist düşüncenin sınırları, devletin eylem ve şiddet alanını kapsamıyor mu? Elbette ki tutarlı bir ekolojist duruş, devletin doğaya ve canlı yaşama karşı verdiği zararı görmezden gelemezdi. Ancak sözkonusu sermaye sınıfının çıkarlarına karşı durmak olduğunda(ki devletin orman yakmalarından doğadaki canlıların yokedilmesine varana değin ekolojik hayata darbeler vurmasının nedeninin; Kürt ulusuna karşı yürüttüğü kirli savaş, SİT alanlarının ranta açılması ve baraj politikaları olduğu bilindiğinde) tumturaklı bir tutum takınılmasının nedeni, ekolojist, doğacı ve çevreci çizginin emekçi sınıfının bilimsel bakış açısıyla kavranmadığının göstergesidir, yani özünde yine bir sınıfın izlerini taşıdığı açıktır.
Yada insan hakları savunucuları, liberaller ve burjuva aydınların, yalnızca ‚insanlar ölmesin düşüncesiyle‘ hareket ederek devlet ile Kürt ulusal hareketi arasındaki ‚barış sürecini‘ desteklerken halen her yıl ortalama 2 bin işçinin iş cinayetlerinde can vermesi karşısındaki -genel- duyarsızlığı ne ile açıklanabilir?
Elbette sınıflardan bağımsız bir biçimde açıklanamaz! İş cinayetleri, sermayenin iş güvenliği gereklerinden işçilerin kanını akıtma pahasına kar etme siyasetinin ve işçi sağlığı ile işçi hayatını hiçe sayan insanlık-dışı sömürü histerisinin sonucudur. Burada iş cinayetlerine karşı çıkmak, elbette doğrudan ve açıkça sermaye sınıfını karşına almak, emekçi sınıfın yanında yer almak demektir. Dolayısıyla da sermayenin öfkesine muhatap olmayı göze alarak -emekçi- insan hayatını savunmak ile hümanistliği emekçi sözkonusu olduğunda bir kenara bırakmak arasında bir tercihtir. Ve bu tercihi belirleyen şeyde yine hangi sınıfın ideolojisi ile hareket edildiğidir.
-Tabi ki sermaye sınıfı, kendi politikaları doğrultusunda bir söylemi ortaya attığında (hele de bu söylem ‚barış‘ ve ‚demokrasi‘ gibi söylemlerse) bu söyleme sarılmak kolaydır. Ve bu kolaycılık ne yazık ki, hiçbir kurumu, kişiyi ve düşünceyi gerçekten kelimenin tam manasıyla tutarlı bir barış yanlısı yada hümanist yapmaya yetmez! Eğer bir tutum bütünsellik arz ederse kendi çizgisinde ancak o zaman bir tutarlılıktan bahsedilebilir. Tutarlı ve bilimsel bir tavır için ise bir barış yada demokrasiden sözedildiğinde ‚hangi sınıflar arasında bir barış veya hangi sınıflar için demokrasi?‘ sorularını sormak elzemdir.-
Evet, döne döne ve üstüne basa basa bir kez daha söylemeliyiz ki; sınıflardan bağımsız olarak değerlendirilebilecek hiçbir kişi, kurum, anlayış ve tutum yoktur! Kendini sınıflardan ve sınıfların toplumsal mücadeleye yansıyan araçlarından ne kadar bağımsız göstermeye çalışırsa çalışsın, toplumsal yaşam içindeki her kurum doğrudan veya dolaylı sınıflardan birine hizmet ediyordur. Dolayısıyla kurumlara karşı takınılacak tutumda onların tabelalarındaki isimlere göre değil, özünde hizmet ettikleri ve çıkarlarını savunduğu sınıfa göre belirlenir.
Savaşın kendisi mümkün olan en şiddetli siyasettir. Bundadır ki bir sınıfsal niteliğe ve sınıfsal bir yönlendirmeye tabiidir. Tamda bundandır ki, savaşlar karşısındaki tutum savaşan kurumlara ve taraf ülkelere göre değil, savaşların -sınıfsal ve dolayısıyla tarihsel- niteliğine göre belirlenmelidir.
Çağımızda tarihte oynadıkları rol ve çıkarlarına hizmet ettiği sınıf bakımından varolan ayrımlar göz önünde bulundurulduğunda savaşları esasta iki kategoride ele almak mümkün; 1) haklı ve meşru savaşlar / Sınıfsal kurtuluş savaşları ve ulusal kurtuluş savaşları 2) haksız ve gerici savaşlar / emperyalist savaşlar.
Bizim bu yazıda üzerinde duracağımız haklı ve meşru savaşlar.
Sınıfsal Kurtuluş Savaşları
Tarihin bugüne değinki tüm toplumsal ilerleyişi, toplumsal sınıfların çatışmaları yani birbirine karşı yürüttükleri savaşlar üzerinden gelişmiştir. İlkel köleci toplumdan bu yana üretim araçlarının özel mülkiyetini elinde bulunduran ayrıcalıklı-elit kesimle, üretim araçlarının özel mülkiyetinden yoksun kesimler arasındaki aralıksız mücadele ve bu mücadelenin dönem dönem artan yoğunluğu ile patlayan sınıf savaşları, toplumsal formasyonları adım adım yıkarak-değiştirerek ezilenler lehine kazanımlar elde edilmesine neden olmuştur. Bu yönüyle ezilenlerin ezenlere karşı yürüttüğü ve kazandığı savaşlar, dünya tarihi içerisinde ilerici, devrimci bir rol oynamıştır.
Bu ilerleyişin günümüzdeki durağı kapitalist toplum içinde de sözkonusu sınıfsal mücadele farklı yoğunluklarda tüm dünyada sürmektedir. Genel itibariyle bir yanda siyasi iktidarı elinde bulunduran sermaye sınıfı diğer tarafta emekçi sınıfı ve diğer tüm ezilenler.
Emekçi sınıf ile sermaye sınıfı arasındaki çelişki uzlaşmaz çelişkidir. Çünkü birinin yararına olan kaçınılmaz olarak diğerinin zararınadır. Kapitalist sürekli daha fazla kar etmek için emeği mümkün olduğu kadar daha aza kiralamak durumundadır. Kapitalistin karının kaynağı: emekçiye ödediği ücret ile emekçinin hammaeddeye kattığı değer arasındaki farktır. İşte tam da bu nedenle emekçi kattığı değer oranında insanca yaşama koşullarını sağlayabilecek bir ücret ve daha iyi çalışma koşulları isterken, kapitalist bunun tam tersine en az ücreti ödemek ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için masraflardan kaçınmak ister. Burada gerçek bir orta nokta yoktur. Çünkü kapitalist hem emekçiye hammadeye kattığı değer oranında bir ücret ödeyip hem kar edemez!
Emekçi sınıfı(proleterya) ile sermaye sınıfı(burjuvazi) arasındaki çelişki bilimsel olarak uzlaşmaz(antagonist) olduğuna göre, bu iki sınıf arasında çatışma ve giderekte savaş kaçınılmazdır.
Bu savaşta insanlık tarihini ileriye taşıyacak olan emekçi sınıfı iken gericiliğin, vahşiliğin ve zorbalığın temsilcisi sermaye sınıfıdır. Tarihi ilerletecek olan, devrimci olan emekçi sınıfıdır çünkü sermaye sınıfının üretim araçlarının şahsi mülkiyeti düzeninin aksine üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini hedeflemektedir. Böylece zaten toplumsal olan üretim sürecinde elde edilen kar, şahsi olarak sahiplenemeyecektir. Üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla kapistalist düzenlerde bir avuç ayrıcalıklı kesime mahsus olan refahta toplumsallaştırılmış olacaktır.
Bu iki sınıfın arasındaki savaşlarda insanlığı, ileriyi ve geleceği temsil eden emekçi sınıfı olduğundan her koşulda emekçi sınıfın devrimci iktidar savaşı haklı ve meşrudur.
Emekçi sınıfın, siyasi iktidarı zorbalıkla elinde tutan, milyonlarca emekçiyi sömüren, halk kitlelerini baskı altında tutan, kadınların bedenlerini pazarlayan ve-veya bu işten vergi alan, kadın cinayetlerinin dolaylı sorumlusu olan, -kimi coğrafyalarda- farklı ulusları ve azınlıkları boyunduruk altında tutan sermaye sınıfına karşı yürüttüğü savaşlar; haklı ve meşru savaşlardır.
Çağımızda emekçi sınıfının ideolojisi, tarihin ona yüklediği misyon ve evrensel gerçeklik ve gelecek perspektifi, emekçi sınıfın sermaye sınıfına karşı yürttüğü mücadelede ve savaşlarda kendi sınıfına ve tarihsel rolüne uygun ilkelere sahip olmasını gerektirir ki öyledir de. Sınıfsal kurtuluş savaşçıları, emperyalist ve kapitalist kıyıcılar gibi doğa katliamlarına, orman yakmalarına, canlı yaşamı yok eden kimyasal silahlara, toplu katliamlara vb karşıdır.
Savaşı bir kıyım, yakma ve yok etme histerisiyle değil; yeni bir ülkeyi ve giderek yeni bir dünyayı kurmak için kaçınılmaz bir şiddet eylemleri bütünü olarak görürler. Bu nedenle de savaş olgusunun içinde şiddeti kutsayan, ön plana çıkaran, kıyıcı pratikleri öven bir tutum ve hareket tarzı izlemezler.
Sınıfsal kurtuluş savaşları, toplumsal formasyonlar arası geçişte sınıfların uzlaşmaz çelişkilerinin sonucu olarak ortaya çıkan, tarihi ileriye taşıyacak olan ve tüm diğer savaşlar içinde hepsinden farklı olarak şiddeti gerçek bir barışı sağlamak için kullanan, insanlığın geleceğini ilgilendiren ekolojik hassasiyetleri dikkate alan yegane savaşlardır.
Sınıfsal kurtuluş savaşları, sözkonusu öznelerin öznel isteklerinin bir sonucu olarak değil fakat toplumsal, ekonomik ve siyasal gerçekliğin tarihsel bir kertedeki kaçınılmaz sonucu olarak gerçekleşir. İnsan, doğa ve canlı düşmanı kapitalist düzenlerin yıkılması için gereklidir de sınıf savaşları. Çünkü insanlığın geleceği kapitalizmin yenilmesine bağlıdır!
Ulusal Kurtuluş Savaşları
Sermaye sınıfı ve emekçi sınıfının tarih sahnesindeki seyrinde marksizmin merceğinin tarihin dünü ve bugünü üzerine doğrultulmasıyla birlikte ulusal kurtuluş hareketlerinin gerçek kurtuluşu gerçekleştiremedikleride anlaşılmış oldu. Çünkü ulusal kurtuluş savaşlarının başarıya ulaşmasıyla boyunduruk altında tutulan uluslar kimi ulusal, demokratik, kültürel vb haklarını kazanmış oluyor ancak yeni ülkede -yeni- hakim sınıfların varlığı gerçeğini ortadan kaldıramıyordu.
Lenin: ‚çağımız proleter devrimler çağıdır‘ derken yada Marksim Gorki: ‚ Yoldaşlar! Dünya’da bir çok ulus vardır, diyorlar. Almanlar, ingilizler,yahudiler, tatarlar… Ben buna katılmıyorum. Bence sadece iki ulus vardır, uzlaşmaz iki sınıf: Zenginler ve yoksullar! ‘ derken bu gerçeğe işaret ediyorlardı.
Evet ulusal kurtuluş savaşları, hakim sınıf varlığının ulusal kimliğini değiştirse de ortadan kaldıramıyor. Ancak ulusal boyunduruğun kırıp atılmasını sağlayabiliyor. Başka ulusları boyunduruk altında alarak onların tüm zenginliklerini sömüren, milli zulüm altında ezen, ezilen ulusun boynunu asimile kıskacında sıktıkça sıkan hakim ulus sömürücülerinin baskısından ve milli zulmünden kurtuluşu sağlayabiliyordu.
Bu yönüyle ulusal kurtuluş savaşları eğer doğrudan emperyalizmin çıkarları uğruna hareket eden bir çizgide değilse, varlıkları ve mücadeleleri coğrafyadaki, bölgedeki emekçi sınıfın kurtuluş mücadelesinin yararına ise içerdiği temel haklar ve özgürlükler taleplerinden, ulusal demokratik muhtevasından dolayı ve coğrafya-ve bölge- emekçi sınıflarının sınıfsal kurtuluş mücadelelerine sağladığı katkılar bakımından haklıdır ve meşrudur.