Her savaşan kazanmaz ama kazananlar yalnızca savaşanlardır.
Son yüzyıl, halkların emperyalizme, sömürgeciliğe ve baskıya karşı verdiği ulusal kurtuluş mücadelelerinin tarih sahnesine damga vurduğu bir dönem oldu. Bu hareketler, yalnızca siyasi bağımsızlık değil, aynı zamanda toplumsal adalet, eşitlik ve özgürleşme taleplerini de içeriyordu.
Bu mücadeleler, ezilen halkların kendi kaderlerini ellerine alma iradesini ve sömürü düzenine karşı kolektif direnişin gücünü temsil eder. Son 100 yıldaki belli başlı ulusal kurtuluş mücadelelerini ve sonuçlarını, tarihsel bağlamları ve devrimci etkileri üzerinden incelemeye çalışalım.
I. 20. Yüzyılın İlk Yarısı: Sömürgeciliğe Karşı Küresel Uyanış
20. yüzyılın başında, dünya emperyalist güçlerin kontrolü altındaydı. Ancak, halkların öfkesi ve örgütlü mücadelesi, bu düzeni sarsmaya başladı.
Hindistan (1919-1947): Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesi, Mahatma Gandhi’nin sivil itaatsizlik eylemleriyle bilinse de, Subhas Chandra Bose’un liderliğindeki Hindistan Ulusal Ordusu gibi devrimci silahlı mücadeleler de önemli bir rol oynadı. Hindistan Komünist Partisi ve köylü isyanları, sınıf mücadelesini sömürgeciliğe karşı birleştirerek hareketi güçlendirdi. 1947’de İngiltere’nin Hindistan’ı terk etmesi, devasa bir halk hareketinin zaferiydi. Ancak, Hindistan ve Pakistan’ın bölünmesi, milyonların yerinden edilmesi ve mezhepsel çatışmalar, devrimin tamamlanmamış yönlerini ortaya koydu. Neo-kolonyal ekonomik bağımlılık ve kast sistemi gibi yapısal sorunlar, devrimci dönüşümün önündeki engeller olarak kaldı.
Türkiye (1919-1923): Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki kemalist hareket, Sevr Antlaşması’nı reddederek, ama emperyalistlerle de -çatışmalı durumlara rağmen- esasta anlaşma çizgisinde tek taraflı tavizler vererek toprak ağalarından, aşiretlerden ve ticari sermaye çevrelerinden de destek alarak bir cumhuriyet kurdu. 1923’te Lozan Antlaşması’yla kuruluş uluslararası bir resmiyet kazandı. Ancak, devlet, burjuva sınıf karakteriyle sınırlı kaldı, anti-emperyalist iddia söylemden öteye gitmedi ve burjuva devrimi bile gerçek anlamda tamamlanmadı; emekçi sınıfların ve ezilen ulusların talepleri karşılanmadı ve ‘modernleşme süreci’ tepeden inmeci bir yaklaşımla ilerledi.
Sovyetler Birliği’nin desteği, özellikle maddi yardımlar (1920-22 arasında 80 milyon TL civarında), savaşın kazanılmasında ciddi bir rol oynadı.
Çin (1920’ler-1949): Mao Zedong liderliğindeki Çin Komünist Partisi (ÇKP), işçi sınıfının önderliğini esas alan köylü temelli bir devrimle Japon işgaline ve Kuomintang’a karşı mücadele etti. 1949’da Halk Cumhuriyeti’nin ilanı, emperyalizme ve feodalizme karşı devrimci bir zaferdi. ÇKP’nin köylüleri mobilize etmesi, devrimin sınıfsal karakterini güçlendirdi. Ancak, sonraki yıllarda bürokratik sapmalar ve Büyük Proleter Kültür Devrimi gibi süreçler, devrimin kazanımlarını tartışmalı hale getirdi. Çin’in sosyalist deneyiminin, ulusal kurtuluş hareketlerine ilham verdiği kadar, iç çelişkileri de devrimci strateji tartışmalarına yol açtı.
II. Soğuk Savaş Dönemi: Anti-Emperyalist Dalganın Yükselişi
İkinci Dünya Savaşı sonrası, sömürgecilik zayıflarken, Soğuk Savaş’ın kutuplaşması ulusal kurtuluş hareketlerini hem destekledi hem de karmaşıklaştırdı. SSCB ve Çin’in etkisi, bu mücadelelerde önemli bir rol oynadı.
Vietnam (1945-1975): Ho Chi Minh’in liderliğindeki Viet Minh, önce Fransız sömürgeciliğine, ardından ABD emperyalizmine karşı destansı bir mücadele verdi. 1954’te Dien Bien Phu zaferi, Fransızları kovdu; 1975’te Saigon’un düşüşüyle Vietnam birleşti. Vietnam Savaşı, gerilla mücadelesinin ve halk dayanışmasının sembolü oldu. ABD’nin teknolojik üstünlüğüne rağmen, halkın kararlılığı zaferi getirdi. Bu mücadele, küresel anti-emperyalist hareketlere ilham verdi.
Küba (1953-1959): Fidel Castro ve Che Guevara’nın liderliğindeki 26 Temmuz Hareketi, Batista diktatörlüğünü devirerek Küba’yı ABD’nin arka bahçesi olmaktan kurtardı. 1959 devrimi, sosyalist bir dönüşümün kapısını açtı: toprak reformu, sağlık ve eğitimde eşitlik, emperyalist tekellere karşı ulusallaştırma. Küba, Latin Amerika’da devrimci bir fener oldu. Ancak, ABD’nin ekonomik ablukası ve iç zorluklar, devrimin kazanımlarını tehdit etti. Küba’nın dayanışmacı ruhu, bugün hâlâ devrimci mücadelelere ilham veriyor.
Afrika’da Dekolonizasyon (1950’ler-1970’ler): Afrika’daki ulusal kurtuluş mücadeleleri, özellikle 1960’larla birlikte yoğunlaştı. Gana (Kwame Nkrumah), Cezayir (FLN), Kenya (Mau Mau), Burkina Faso ve Yeşil Burun Adaları, sömürgecilere karşı mücadele etti. Cezayir’in 1954-1962’deki bağımsızlık savaşı, devrimci şiddetin ve halk direnişinin gücünü gösterdi. Kenya’da Mau Mau isyanı, İngiltere’ye karşı köylü temelli bir direniş olarak öne çıktı. Ancak, neo-kolonyalizm ve iç çatışmalar, birçok Afrika ülkesinde tam bağımsızlığın önüne geçti. Ulusalcılık ve Afrika sosyalizmi, bu mücadelelerde ortak ideolojik yan olarak belirdi, ancak popülist stratejiler ve dış müdahaleler, devrimlerin sürdürülebilirliğini zorlaştırdı.
III. 21. Yüzyıl: Yeni Emperyalizm ve Devam Eden Direniş
21. yüzyılda, ulusal kurtuluş hareketleri, küresel kapitalizmin ve neo-emperyalizmin yeni biçimlerine karşı mücadele ediyor. Bu mücadeleler, hem yerel hem de küresel dayanışmayı gerektiriyor.
Filistin (1917-Günümüz): Filistin’in mücadelesi, Siyonist işgale karşı bir asırlık direnişin sembolüdür. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), 1964’te kuruldu ve Filistinlilerin haklarını uluslararası alanda temsil etti. Birinci ve İkinci İntifada, halkın öfkesini ve direnişini gösterdi.
FHKC, FDKC gibi marksist güçler artık oldukça âtıl kalmasına rağmen yine de Hamas gibi fundamentalist örgütlerle birlikte, silahlı mücadeleyi sürdürürken, İsrail’in askeri üstünlüğü ve Batı desteği, Filistin’in özgürlük mücadelesini zorlaştırıyor. Filistin, küresel dayanışmanın ve enternasyonalist mücadelenin en kritik cephelerinden biridir.
Kürdistan (20. Yüzyıl-Günümüz): Kürt halkının Türkiye, Irak, İran ve Suriye’deki mücadelesi, ulusal kimlik ve statü taleplerini net olmasa da belli ölçüde sürdürüyor.
Özellikle Rojava (Kuzey Suriye), demokratik konfederalizm ve kadın özgürleşmesi gibi fikirlerle öne çıkarken ABD-İngiltere emperyalizminin ve siyonist İsrail’in bölgedeki pragmatist hamleleri ve Rojava yönetimi üzerindeki etkileri nedeniyle de Rojava’nın ve Suriye’deki Kürtlerin geleceği belirsizliğini koruyor.
Bölgesel güçlerin ve emperyalist müdahalelerin gölgesinde, yıllardır IŞİD başta olmak üzere terör odaklarına karşı verilen mücadele hâlâ tam bir kurtuluş elde edemedi.
IV. Devrimci Perspektiften Değerlendirme
Ulusal kurtuluş hareketleri, eğer devrimci bir temelde gelişirse (anti-sömürgeci yanı anti-emperyalist bir nitelikle bütünlük sağlarsa) emperyalizme ve sömürüye karşı halkların kolektif iradesini temsil eder. Lenin’in “Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri” eserinde vurguladığı gibi, bu mücadeleler, sosyalist devrimle birleştiğinde gerçek bir özgürleşme potansiyeli taşır. Ancak, birçok hareket, bağımsızlık sonrası neo-kolonyalizm, ekonomik bağımlılık ve iç çatışmalarla yüzleşti.
Ulusal kurtuluş, yalnızca bayrak değişimi değil, sınıfsal sömürünün de son bulduğu bir toplumsal dönüşümle anlam kazanır. Vietnam, Küba ve Cezayir gibi örnekler, halkın kararlılığının zaferi mümkün kıldığını gösterirken, Filistin ve Kürdistan gibi devam eden mücadeleler, kurtuluşun cefalı bir savaşım süreci ve kararlılık gerektirdiğini hatırlatır.
İdeolojik açıdan net olanlar için zafer, yenilgilerin içinde gizlidir. Yenilgilerden çıkarılacak dersler, geçmişin topyekün özeleştirisi, ideolojik ve siyasal ilerleme, dağılan güçlerin yeniden toparlanması, daha çetin çarpışmalar için daha güçlü taktikler yarınlardaki mücadeleler için kaçınılmaz gereksinimlerdir.
Sonuç
Son 100 yıldaki ulusal kurtuluş hareketleri, ezilen halkların emperyalizme karşı direnişinin destansı öyküleridir. Hindistan’dan Vietnam’a, Küba’dan Çin’e, bu mücadeleler, özgürlüğün ancak örgütlü bir halkla ve devrimci bir vizyonla kazanılabileceğini kanıtladı. Ancak, neo-kolonyalizm ve kapitalist sömürü, devrimlerin tamamlanmasını zorlaştırdı.
Bugün, Filistin’den Rojava’ya, yeni mücadeleler bu mirası bir biçimiyle sürdürüyor. Sürdürüyor sürdürmesine ancak önceki yüzyıldan farklı olarak emperyalizmin ulaştığı bu yeni aşamada çokuluslu tekellerin tam hakimiyeti, bunun neticesi olarak sermayenin ve siyasi iktidarların merkezileşmesi yani devletlerin merkezileşmesi, otoriterleşmesi ve neoliberal politikalarla ezilen sınıflara ekonomik, toplumsal, kültürel vb birçok alanda ağır darbeler indirilmesi, işçi sınıfının örgütlü devrimci güçlerinin dağıtılması, ideolojik tahakkümün ağırlaşması, sosyalist bloğun yıkılması gibi birçok etken ulusal kurtuluş hareketlerini de doğrudan etkiledi.
Ulusal kurtuluş hareketleri, ideolojik olarak ulusal kurtuluş mücadelesini sınıfsal kurtuluş mücadelesi ile ilişkilendiren marksist-leninist bakış açısından uzaklaşırken bunun yerine ya salt milliyetçilik ya fundamentalizm yada revizyonizmi koydu. Çoğu zaman karşısında savaştığı güçle baş etmek için emperyalist ve gerici güçlerle ittifakı meşrulaştırdılar.
Filistin’de FHKC ve FDKC gibi marksist güçler, kitlelere öncülük edecek ve savaşı yürütecek donanımda olmadığı gibi nesnel olarak savaşın gereklerini yerine getirecek koşullardan da mahrumlar. Durum böyle olunca Ortadoğu’da dalaşan siyonist İsrail işgalciliği ile fundamentalist İran gericiliği arasındaki çekişmeden faydalanabilen, İran’dan birçok konuda destek alabilen Hamas, Filistin’in ulusal kurtuluş mücadelesinde baş aktör konumuna geldi. Ne var ki tâ en baştan hem idelojik çürüklüğü hemde yaslandığı gericilik bakımından bir kurtuluş mücadelesini zafere götürmesi mümkün değil.
Kürdistan mücadelesinin Türkiye ayağında otokratik devletin varlığı, tahakkümü ve devamlılığı ile Misak-ı Milli sınırları temelindeki kabüle dayanan bir fesih ve silah bırakma gerçekleştiriliyor.
Irak ayağında Barzanî, emperyalizmin ve bölgesel aktörlerin işbirlikçisi fonksiyonu ile federe varlıktan öteye gidemiyor.
İran ayağında, fundamentalist İran rejiminin inkar politikaları ve kıyıcılığına karşı diğer parçalardaki mücadelelerden esinlenerek ve beslenerek direnç göstermeye çalışan çeşitli Kürt hareketleri var. Ancak bu hareketlerin bazıları milliyetçiliğin pençesinde bazıları da umudunu emperyalist-siyonist bloğa bağlamış durumda.
Suriye ayağında ise, baş aktör ABD-İngiltere emperyalizmi ile onların turuva atı siyonist işgal devleti ve işbirlikçi otokratik devlet ile Rus-Çin bloğuna ve İran’a karşı Orta Doğu’da hayata geçirilen projede Kürtlerin rolü somut gelişmelere göre değişiyor. Bölgedeki(Kuzey Suriye) yeraltı zenginliklerinin kontrolü, İsrail’in sınır güvenliği ve Suriye hükümetine karşı bir tedbir olarak Kürtlerin Rojava’daki siyasal varlığının ve silahlı gücünün korunması bir ihtiyaç olarak görünüyordu. Fakat İsrail-İran savaşı sürecindeki işbirlikçilik sınavından tam not alan, Filistinli direnişçileri İsrail’e teslim eden, Golan tepelerindeki işgale ses çıkarmayan HTŞ’nin ne kadar güvenilir ve kullanışlı bir aparat olduğunu gören emperyalist-siyonist blok, henüz İran ile kapanmamış olan hesabın defterini yeniden açtıklarında T.C devletinin oynaması gerektiği rollerden de emin oldular. Suriye’de Esad’ın devrilmesi ve HTŞ’nin iktidara getirilmesi sürecinde otokratik devletin oynadığı rol göz önünde bulundurulduğunda İran’da da emperyalistler açısından önemli roller üstleneceği anlaşılacaktır. Hal böyle olunca sınır güvenliği, yeraltı zenginliklerinin kontrolü konularında siyasi ama silahsız bir varlık biçimi olan tampon bölge formülünü uygun gördüler. Bu formülü de aslında Öcalan zaten, tüm statüleri ve siyasi iktidar hedeflerini reddetmek üzere ‘icat ettiği’ ve marksizme yamamaya çalıştığı revizyonist teorileriyle duyurmuştu. Görünen o ki, Rojava yönetimine ve halklarına hem emperyalistler, hem geçici hükümet yani HTŞ, hem otokratik T.C devleti hemde Öcalan bu statüsüzlüğü dayatıyor, dayatacak..
Her ne kadar Filistin ve Kürdistan’ın geleceği belirsizliğini sonuna kadar korusa da kurtuluş ateşi, halkların yüreğinde yanmaya devam ediyor…
Düşün Atölyesi Kollektifi
*Düşün Atölyesi, okurlarımıza genel ve bilhassa güncel durumlar hakkında kısa ve öz ama en doğru tarihsel ve somut verileri sunmak için gazetemiz bünyesinde çalışmaktadır.