Şehir Hakkına Devrimci Anlamını Geri Kazandırmak – Jean Pierre Garnier ile Söyleşi

featured

“Tanıdığım birçok kent araştırmacısı ve soylulaştırma üzerine çalışan uzman, bilerek ya da bilmeyerek bu süreçte rol alıyorlar. Bu kavramla siyasi gerekçelerle de esas olarak uzlaşamıyorum, zira odağı orayı terk edenlere değil o mahallelere yerleşen insanlara kaydırıyoruz, oralardan sürülen insanlara çok daha az dikkat çekiyoruz. Nasıl terk ettiklerini, nereye gittiklerini, sonra başlarına neler geldiğini bilmiyoruz. Benim sadece tırnak içinde kullandığım bir gazeteci nosyonu olarak “hisptır” dediğimiz bu insanların alışkanlıklarına ve hayat tarzına fazlasıyla odaklanmış durumdayız. Fakat ironik biçimde belirtmeliyim ki, şehrin iç mahallelerini işgal eden ve ziyadesiyle solcu ağızları kullanan ama bir vakitler işçi sınıfının olan bu mahallelerde sanki fethedilmiş bir ülkedeymiş gibi davranıp kendi hayat tarzını ve alışkanlıklarını dayatan bu ara sınıfa karşıyım da aynı zamanda.”

Jean-Pierre Garnier — © Claudio Pulgar Pinaud

Jean-Pierre Garnier bir şehir düşünürü, bilim insanı, eğitimci ve anarko-otonom hareketlerde bir siyasi aktivist; çalışmalarını alternatif medya üzerinden paylaşıyor. Fransa ve Küba’da şehir plancılığı yaptı ve Toulouse, Paris VIII, Paris I, Ecole Spéciale d’Architecture, CNRS gibi çeşitli Fransız kuruluşlarında eğitimci ve araştırmacı olarak çalıştı. Araştırmaları kapitalist kentleşmenin çeşitli yönlerine odaklanıyor: kentsel siyaset, şehir sakinlerinin pratikleri ve temsilleri, kentsel şiddet, kamusal alanın dönüşümleri, şehir plancılarının, mimarların ve şehir araştırmacılarının siyasi işlevi. Espaces et Sociétés ve L’Homme et la Société dergilerinin yazı işleri kurulunda. Son kitabı Une violence éminemment contemporaine (Hayli Çağdaş bir Şiddet, Agone 2010) adını taşıyor.


Claudio Pulgar Pinaud, Haziran 2016, Paris

Şehir hakkı sizin için ne anlam ifade ediyor?

Şehir hakkı denince öyle şeyler işitiyoruz ki beylik bir laf oldu artık. Lakin kavramın sosyolog ve düşünür Henri Lefebvre tarafından yaratılmış hâline geri dönmemiz de şart. Henri Lefebvre’in kendi verdiği tanıma göre şehir hakkı yalvarıp dilenerek kazanılacak bir hak değildir, egemenlerden talep etmezsiniz onu. Dayatarak almamız gereken bir haktır. “Biz” derken de alt sınıfları kastediyorum elbette. Şehir hakkı kentsel mekâna dair kolektif bir taleptir, orada var olanı ele geçirmektir, ama bununla kalmayıp kentsel mekânı alt sınıfların ihtiyaç ve emellerine uygun olarak yeniden şekillendirmek veya yeni baştan inşa etmektir. Şehir hakkı budur. Lefebvre zaman zaman şehir hakkını kentin merkeziyle sınırlı tutardı ama merkezden kasıt kenar mahallelerdi, alt sınıfların şehrin merkezinde tıpkı burjuva ve küçük burjuva sınıflar gibi yaşama hakkını kastederdi. Benim kendime göre bir şehir hakkı yorumum yok, ben sadece Lefebvre’in ne dediğine bakıyorum. Lefebvre bu kavramı bir adım daha ileri götürerek ‘kentsel alanı ele geçirme hakkı’ olduğunu da savunuyordu. Bu hak, tıpkı anarşistlerin 19. yüzyılda söylediği gibi, şehre hâkim iktidar güçlerini devirip şehri inşa etme, düzenleme ve kullanma hakkıdır.

Şehir hakkından bahsedenler de bu aynı özgürleştirici, devrimci fikirleri mi taşıyorlar, yoksa kavramı başka amaçlara mı alet ediyorlar?

Evet, kavram Fransa’da ortaya çıkışının hemen ardından, Giscard d’Estaing’in iktidara geldiği dönemde bir araç olarak kullanılır oldu. Bilhassa Maocu ve Troçkist kanattan sol hareketler içindeki şehirciler ve mimarlardan oluşan büyük bir dalga vardı ve bunlar kavramı talan ederek barındırdığı gerçek devrimci nosyondan kopardılar. Şehir hakkı genel itibariyle mülk sahiplerinin yani burjuvaların mallarına el koyarak elde edilmek zorundadır. Ancak o vakit şehir hakkı şehir ve arazi planlarında, şehir çalışmalarında kendine yer açmaya başlar ve hülasa halkın şehir ve arazi planlarına müdahil olma hakkı hâline gelir. Katılımcı demokrasi fikriyle de çok güçlü bir ilişkisi vardır şehir hakkının. Gerçi Lefebvre buna karşıydı, zira tezini özünden saptırdığını fark etmişti. Bazı yazılarında şöyle dediğini görürsünüz: “Ben bu katılım sözünü asla kullanmam, alt sınıfların müdahalesi derim,” çünkü bir şeye katılmak, başkalarının yani egemenlerin yönettiği bir oyuna dahil olmaya benzer: Oyunu organizatörler, müteşebbisler, inşaatçılar ve onlarla kol kola yaşayan seçilmiş temsilciler yönetmektedir ve halk zaten düzeni belirlenmiş bir şeye dahil olmaya davet edilir. Dolayısıyla burada “müdahale” kavramı söylemi açığa çıkaran unsurdur ve elbette bütün bu sözler alt sınıflar şehrin nasıl olması gerektiğine dair tasavvurlarını hayata geçirmek üzere harekete geçtiğinde değer kazanır. 1980’lere kadar Lefebvre, işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesiyle şehir hakkının gerçekleşebileceğine inanmıştı. Lefebvre bir zamanlar Komünist Parti üyesiydi ama Sovyet ordusu 1956’da Budapeşte’ye girdikten sonra partiden ayrıldı, yine de partiyle ilişkilerini koparmadı ve Marksizm’in daha radikal bir çizgiye oturması için çaba gösterdi. Bu yüzdendir ki uzun bir zaman boyunca kentsel devrimin ancak işçi sınıfının öncülüğünde olacağına inandı. Mamafih Mitterrand iktidara gelince işçi sınıfının kendi devrimini yapmadığını, çünkü Devleti başka bir sınıfın, yani eğitimli orta sınıfların ele geçirdiğinin farkında vardı. Şehir planlama artık onların elindeydi ve onlar da bunu özel sermayenin çıkarlarına uygun biçimde yapacaklardı. Yazılarında, kitaplarında ve konuşmalarında, fikirlerinin çalındığından, isminin zikredilmediğinden, hatta sözlerinin de yanlış aktarıldığından yakındı. Günümüze dönecek olursak, şehir hakkı bugün artık basmakalıp bir söz olmuştur. Hem planlama müdürlerinin resmî beyanlarında karşımıza çıkmakta, hem de kent hareketlerinin ve küreselleşme karşıtlarının söyleminde. Onlara göre şehir hakkı, kapitalizmin bekasıyla gayet uyumlu bir kavram. Bu durum Saul Alinsky’ninki gibi ya da yetkelendirme temelli birtakım teorilerin ortaya çıkışını sağladı ve bu teoriler bize sisteme katılma hakkımızın olduğunu ama asla sorgulama hakkımızın olmadığını söylüyor.

Toplumsal hareketler şehir hakkını Lefebvre’in kavramına sadık kalarak mı talep ediyorlar?

Fransa’daki hareketlerden söz edeyim. Bir avuç entelektüel küçük burjuvanın, toplumsal ilişkilerin radikal dönüşümüyle bir devrimin mümkün olabileceği illüzyonunu yaşadığı o Mayıs ’68 günleri çok geride kaldı. Kapitalizme karşı açmakta olduğumuz yeni cephenin bir kent cephesine dönüşebileceği fikrini taşıyorduk. Bugün hiçbir söylem ve harekette bu fikri işitmiyoruz. Mesela yenileme ve rehabilitasyon programlarına karşı verilen mücadelelerde ya da alt sınıfların tecridine ve yerinden edilmesine karşı mücadelelerde, böylesine bir devrimci perspektife rastlamıyorum. Bunlar direniş mücadeleleri; kapitalizmin imhasını amaçlayan karşı saldırılar değiller. Konuşmalarında ya da sloganlarında sosyalizm ya da komünizm kelimelerini asla duymazsınız, yoksa siyasi partiler, kurumlar ve Devlet nezdinde itibar kaybederler. Amaç ve sloganlarında kapitalizmin ötesinde bir sosyal sistemden söz eden tek kelime bulamazsınız. Aynı durum şehir hakkı için de geçerlidir. Şehir hakkı derken sadece kent merkezi hakkından söz edildiğini görürsünüz, Lefebvre’nin anlattığı gibi alt sınıfların kentsel mekânı ele geçirme, ona müdahale hakkından değil. Katılma değil, kentsel mekânın yeniden şekillendirilmesine fiilen müdahil olma hakkı yani. Bahsettikleri şey, zaman ve mekânla sınırlı bir haktır ve yalnızca belirli ve geçici bir an için spekülatörleri, organizatörleri ve onların siyasi müttefiklerini alt sınıfları şehrin kenar mahallelerine itelemeyi sürdürmekten alıkoymaya yarar ancak.

Bu bağlam karşısında şehir hakkı talebi yine de gerçekçi mi?

Evet, gerçekçi. Ama şehir hakkı talebini Henri Lefebvre’in tanımına ve hattâ David Harvey’inkine dayandırarak yaparsanız. Gerçi Harvey’inki mücadelenin araçlarını sunmaz bize. Esas olan budur, zira kapitalizm karşıtı mücadele sadece işyerlerinde değil, ulaşım altyapısı ve kolektif tesisler gibi stratejik kentsel yaşam alanlarında da ortaya çıkmalı, belediye sarayı ya da idari merkezler gibi iktidar mekânlarını işgal ederek de. Kendi kendini yöneten alt sınıflar bu mekânları fiziksel olarak işgal etmeli, tıpkı 1936’da Barcelona’da olduğu gibi. Ve bu alanları yeniden işler hâle getirmeliler. Metroları ya da hastaneleri sadece işgal etmek yetmez. Mücadeleye katılan aktivistler ve bütün çalışanlar bu alanları halka hizmet için, halkla uyum içinde, ve sadece işçiler olarak değil, mukimler ve kent sakinleri olarak da yerel ölçekte örgütlenmiş komiteler aracılığıyla işler hale getirmeli. Şehir hakkı işçilerin mekânı işgal etme hakkı değildir, içinde yaşayan halkın çoğunluğuna hizmet edecek bir şehre sahip olmak için sakinlerin kamusal alanları işgal etme hakkıdır.

Dolayısıyla bana göre şehir hakkının devrimci anlamına yeniden kavuşturulması, yani şehrin alt sınıflara hizmet eder hâle dönüştürülmesi; bunun da eğitimli orta sınıflarla, bugün artık kendileri de kapitalizmin kurbanları arasına katılmış olan esnafla dayanışma içinde gerçekleştirilmesi hâlâ önem ve değer taşıyor. Örneğin çoğu küçük esnaf kepenk indirmeye mecbur bırakılıyor, çünkü süpermarketler onlara meydan okuyor. Paris Komünü sırasında şehri işgal edenlerin tamamı işçi değildi, aralarında esnaf ve sanatçılar da vardı. Bugünse durum biraz farklı, işçiler var ama aynı zamanda öncü değil tabi pozisyonda olan çalışanlar ve tüm sınıflar da dahil. Artık şehri dönüştürmek için onun seçkinci kullanım tarzını değiştirmemiz ve altyapı ve tesislerin kolektif ve demokratik biçimde kullanılması şart. Bu da devletin bu görevi üstlenmesiyle değil, ancak üretim araçlarının topluluklarca ele geçirilerek toplumsallaştırılmasıyla mümkün olabilir. Sosyal ilişkilerin ticarileşmesini tedricen azaltmaya çabalamalı ve kentsel mekânın kullananların yararına işlemesini sağlamalıyız. Şehrin alınıp satılan bir ürün hâline geldiğini söylerken Lefebvre’in kastettiği buydu. Şöyle demişti: “Kullanımı esas alan bir pratiğin ürünü olduğunu anlatan bir çaba olarak şehir fikrine dönmemiz şart.”

Bu fikirlerden hareket eden ve uygulanabilir alternatif somut örnekler var mı hiç peki?

Çok az örnek var ve ancak halk ayaklanmaları sırasında sınırlı alanlarda ortaya çıkmış. Endülüs’teki Marinaleda köyü gibi köylerde halk harekete geçerek, halkın ihtiyaçlarını karşılayacak bir sistem kurmak amacıyla temsilciler seçti. Başka örnekler de var. Danimarka’da radikal ve antikapitalist entelektüel küçük burjuva aktivistlerin işgal ettiği ve ticaret, sağlık, eğitim ve konut gibi alanlarda gündelik yaşamı özyönetimli komünist bir yöntemle örgütlediği bir getto olan Christiania özerk bölgesi de bunlardan biri. Lakin orası da sanki asrısaadetten bir parçaymış gibi bir şeye dönüştü ve insanlar orayı sanki hacca gider gibi ziyaret ediyorlar. Başlangıçta bu belde unutulmuş bir yerdi ve kendi kendini yöneten gecekonducular oturuyordu. Kopenhag büyüdükçe bu bölge dikkat çekip odağa yerleşti. En sonunda da, beklendiği üzere, kendi kendini yöneten bu insanlar oradan tahliye edildi.

Yani şehir hakkı ancak yerel ölçekte inşa edilebilir, öyle mi?

Anarşist gelenekte zapt etme daima en tabanda yani evet, yerel ölçekte başlamalıdır. Bir yerel düzeyde aynı anda birden fazla deneyim mevcutsa orada bir “karşılıklı bulaşma” meydana gelebilir ve oradan tüm ülkeye yayılarak sonrasında bir koordinasyon meselesine yol açabilir. Liderlik mecburi ama her an geri çağrılabilir ve geçici bir vekâlet olmalı ve böylece idari görevlerde rotasyon sağlanmalıdır. Fransa’da kentsel politikalar diye bilinen şey, emekçi sınıfların hapsedildiği ötekileştirilmiş bölgelerdeki “banliyö” isyanı denen şeyin üstesinden gelmek amacıyla devreye sokulmuş bir merkezî devlet politikasıdır ve amaç bu bölgeleri pasifize etmek ve önleyici tedbir tercihi olarak zoraki bastırmayı kullanmamaktır: kentsel politika dedikleri budur. Eğitim, kültür gibi kentselleşmiş meselelerde önleyici sosyal tedbirler alarak kentsel mekânı dönüştürmeyi ve onu daha az ayrışmış bir mekân hâline getirmeyi amaçlar. Valéry Giscard d’Estaing, bu kentsel politikayı yetmişlerin sonunda başlatarak HVS (Habitat et Vie Sociale, Konut ve Sosyal Hayat) programı adıyla bilinen kentsel planlama operasyonlarına girişti. Dertleri, bu dışlanmış ve ötekileştirilmiş bölgelerdeki yerleşimi sosyal hayatı iyileştirmek amacıyla değiştirmekti ve dayandıkları anafikir de şuydu: Sosyal hayat bozulmuştur, zira konutsal yerleşim bozulmuştur, dolayısıyla bu bölgelerdeki konut alanlarının ve kamusal mekânların iyileştirilmeleri gerekir.

Sol kanat hükümet kurulduğunda ise o da “mahallelerin sosyal kalkınması” adlı birtakım programlar başlattı. Şehir plancılar, mimarlar, sosyal hizmet görevlileri ve sol kanadın yerel temsilcileri 1968’in “solcu” öğrencileriydi aynı zamanda. Siyaset girer girmez fikirlerini bir tarafa atıp hemen reformist oluverdiler. İktidara geldiklerinde ise sosyal meseleleri kentsel mekânı planlayarak çözebileceklerine inandılar. Halbuki sosyal meseleler yerel ya da mekânsal değil, küresel ve toplumsaldır. Bununla da kalmayıp bu sol kanat, kendilerini kapitalizme ve neoliberalizme de yamadılar. 1983’ten itibaren sözüm ona “katı” politikalar benimsediler. Eskiden sağcılar kemer sıkma tedbirlerinden bahseder ve solcular da bu sağ kanat politikalara hücum ederlerken, şimdi bunun adını değiştirdiler. İsimler, bakanlar ve kanunlar değişti ama fikir aynı kaldı, yani sosyal meseleleri kentsel mekânı planlayarak çözme fikri. Mekânsalcılık dediğimiz ve sosyal meseleleri mutlak surette çözüme kavuşturmayan bir ideolojidir bu. Doğrudan müdahalesi sebeplere değil sonuçlara yöneliktir.

Bu mekânsalcılık ile 1930’ların modern kasaba planlama ve mimari fikirleri arasında bir tezat mevcut mu?

1920’lere dönersek, o zamanın sosyal demokrat kentsel politikaları esas itibariyle alt sınıflar için toplu konutlar ve tesis inşa etmekten ibaretti ve kapitalizmle elbirliği içinde ilerliyordu bu politika, zira işçi sınıfının barınmaya ihtiyacı vardı. O devrin bazı sosyal demokrat belediyeleri, çoğunlukla Almanya, Avusturya, Hollanda belediyeleri ve birkaç da Fransa belediyesi toplu konut üretimine başladılar. Bu belediye sosyalizmi, önceliği toplu konutlara veriyordu. Bu seri üretim ise emlak ticaretinin sanayileşmesiyle el ele yürüyordu: Küçük inşaat şirketleri, endüstriyel metaların seri üretim tekniklerini konut ve tesis inşasında kullanarak büyük şirket gruplarına dönüştüler. Refah devleti devrindeydik: Politikacıların deyişiyle, kalkınma ve sosyal adaleti bütünleştirmeye, büyümenin getirilerini bilhassa toplu tesis ve konut yapımı vasıtasıyla eşit biçimde dağıtmaya çalışıyorlardı.

Şehir hakkı, kentsel politikalar ve 1980’lerdeki neoliberal kırılma noktası arasında nasıl bir bağ kurabiliriz?

Kentsel politika, Fransa’ya özgü bir duruma verilmiş bir Fransızca isim. Neoliberalizmin de bir sonucu ve alt sınıfların hayat şartlarının özelleştirme, rekabetçi büyüme, sosyal kazanımların yıkımı vs. dolayısıyla daha da kötüleşmesi anlamına geliyor. İşlerin geçicileşmesi, yoksullaşma ve dışlanma olarak yansıyor. Yöneticilerin bu konuda karşılaştığı sorun, bu durumu sıkıntı doğurmadan, kenar mahalle ayaklanmalarına, isyanlara dönüşmeden ve suç oranlarının yükselmesine sebebiyet vermeden nasıl idare edecekleri. Resmî düzeyde kentsel politika, “bir arada yaşamayı” sağlamak, ayrımcılığa karşı mücadele etmek, halkı katılım ve katılımcı demokrasi vasıtasıyla kentsel gelişmeye dahil etmek amacıyla yürütülür. Lakin bütün bu sözler mevcut iktidarı meşrulaştırmaya hizmet eden, gerçek meseleleri neoliberal politikaları dert etmeyen bölük pörçük reformlara havale eden boş laflardır. Halbuki tam aksine, Fransa’da ve diğer Avrupa ülkelerinde sosyal demokratlar sol kanat sosyal-liberallere dönüştüğünden beri bu neoliberal politikalar devam etmiş ve hattâ sonrasında daha da kesifleşmiştir. Sosyalizm odaklı partilerin ve işçi sendikalarının örgütleyip yapılandırdığı muhalefet güç kaybettikçe liberalizm ve kapitalizm daha da saldırganlaştı. Amerikalı milyarder Warren Buffet’ın şu meşhur lafı ettiği zamanlardı: “Evet, bir sınıf savaşı var, biliyoruz, ama benim sınıfım, yani zenginler sınıfı veriyor bu savaşı ve biz kazanıyoruz.” Burjuvalar çıkarlarının ve kim olduklarının farkındalar, nasıl örgütleneceklerini biliyorlar, nasıl bir araya geleceklerini biliyorlar, siyasal faaliyeti gayet tutarlı ve mantıksal biçimde yürütüyorlar. Öte yandaysa maalesef hakiki bir muhalefetten söz edemiyoruz, şehirler giderek daha çok ayrışmış hâle geliyor. Troçki, kapitalist dinamiğin mahiyetini “eşitsiz ve bileşik gelişme” olarak koymuştu: Eşitsizlik, bir yanda servet büyümesi ile diğer yanda yoksulluk arasındaki birbirini tamamlayan karşılıklı bağıntılılığın sonucudur ve bu ikisi el ele ilerler. Mekânsal eşitsizlikler olarak da yansır bu, yani bizim sosyal ayrımcılık olarak bildiğimiz şey. Sosyo-uzamsal eşitsizliklerin şiddetlenmesini sınırlamak ve azaltmak amacıyla kentsel planlama girişimleri şeklinde yürütülen politikalara biz kentsel politika deriz. Kentsel politikalar, polislikten ziyade önlemeye odaklı olmak, yani polislik yapmaya gerek kalmadan önlemini almak manasına gelir. Yazılarımda hep söylemişimdir, kentsel politika, düşünür Jacques Rancière’in tanımladığı şekliyle, toplum polisliğidir, yani toplum polisliğinin ekonomik, mali, kurumsal veya ideolojik her yolla ama aynı zamanda da mekânsal ve en nihayetinde baskıcı şekilde planlı organizasyonudur.

Soylulaştırma kavramı hakkında ve ayrıca mekânda adalet ile şehir hakkı arasındaki diyalektik ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben bu soylulaştırma kavramına inanmıyorum: Etimolojik olarak konuşursak bu kelime bana, emekçi mahallelerinin kolonizasyonuna dahil olan sosyal tabakaların sınıfsal yapısı hakkında hiçbir şey söylemiyor. Terim, arazi sahibi soylu azınlığı kasteden “gentry” kelimesinden geliyor ama işçi sınıfının oturduğu mahalleleri istila edenlerin sınıfsal yapısı hakkında bir şey söylemeyen bir terim. Bu insanlar burjuva değiller, entelektüel küçük burjuva sınıfı mensupları, entelektüel ve sosyal sermaye sahibi insanlar. Bu istilacıların sınıfsal yapısından söz etmiyor olmamızın sebebi, bu meseleyi araştırıp inceleyen sosyolog ve coğrafyacıların da aynı sınıfın mensubu olmaları. Tanıdığım birçok kent araştırmacısı, soylulaştırma uzmanı, bilerek ya da bilmeyerek bu süreçte rol alıyorlar. Bu kavramla siyasi gerekçelerle de esas olarak uzlaşamıyorum, zira odağı orayı terk edenlere değil o mahallelere yerleşen insanlara kaydırıyoruz, oralardan sürülen insanlara çok daha az dikkat çekiyoruz. Nasıl terk ettiklerini, nereye gittiklerini, sonra başlarına neler geldiğini bilmiyoruz. Benim sadece tırnak içinde kullandığım bir gazeteci nosyonu olarak “hisptır” dediğimiz bu insanların alışkanlıklarına ve hayat tarzına fazlasıyla odaklanmış durumdayız. Fakat ironik biçimde belirtmeliyim ki, şehrin iç mahallelerini işgal eden ve ziyadesiyle solcu ağızları kullanan ama bir vakitler işçi sınıfının olan bu mahallelerde sanki fethedilmiş bir ülkedeymiş gibi davranıp kendi hayat tarzını ve alışkanlıklarını dayatan bu ara sınıfa karşıyım da aynı zamanda.

Fiilen soylulaştırma emekçi sınıfların işçi mahallelerinden tahliyesi demektir ve dolayısıyla bunun yerine başka bir terim bulmak zorundayız. Emekçi sınıfların bu mahallelerde nüfusça azaltılmasından söz ediyoruz, bunun özel bir manası var: demografik ya da coğrafi anlamda bir çölleşme değil, halk sınıflarının sosyolojik anlamda bertaraf edilmesidir bu. Fransa’da bu fikir akademinin küçük dünyasında pek kabul görmez, zira soylulaştırma üzerine çalışan araştırmacıların çoğu gayet uyanıklar: Bir yandan soylulaştırmayı eleştirmekte ama gerçek hayatta bu olguyla doğrudan mücadele etmemekle kalmayıp, aralarından çoğu da oralarda yaşamak için, işçi sınıfı mahallelerinin ele geçirilmesi çabalarına destek vermektedirler. Nihayetinde soru şudur: Soylulaştırma çalışmaları kim için yapılıyor ve kimlere yarar sağlıyor? Bazıları bu çalışmalardan gayet memnunlar, mesela emlak komisyoncuları, emlak satıcıları, Bouygues ya da Vinci’nin araştırma departmanları. İşin aslı şu ki bu soylulaştırma çalışmaları hangi mahallenin ne kadar cazip olduğunu, oralara kimlerin yerleştiğini ve bunu neden yaptıklarını gösteriyor. Bir keresinde, mülk satın almak isteyen bir “hisptır” taklidi yapıp bazı emlak komisyoncularına gittim, bana şunu dediler: “Piyasa araştırması yapmaya gerek kalmıyor, zira bu alandaki eleştirel araştırmacıların çalışmalara bakıyoruz ve mesela Bas Montreuil’de (Montreuil’ün şehir merkezinde bir bölgenin adı) fiyatların arttığını görüyoruz, gerçekten kelepir yerler buluyoruz oralarda, zor durumdaki emekçilerin yerleştiği bir sürü depo, fabrika, endüstriyel arazi, ve bunlara yatırım yapıyoruz.”

Bununla mücadelenin yolu ne?

Eleştirel dediğimiz araştırmacıların soylulaştırmaya karşı mücadeleden mutlak surette uzak durduğunu söylemek zor elbette. Öğrenciler ya da üniversite okutmanları ve araştırmacılarının dahil olduğu birkaç izole örneğe rastlamak mümkün tabii ama büyük çoğunluğu bu mücadeleye asla katılmaz. Onların gözünde soylulaştırma sadece üniversitede bir kariyer edinmelerini sağlayacak bir araştırma konusu. Oysa kendini solcu sayan bir araştırmacının rolü, edindiği bilgiyi kullanarak insanlara yardım etmek, eyleme geçmek, örgütlenmek ve mukabele etmek olmalı. Mesela ben beş yıl önce Marseille’in kuzey mahallelerinde, öğrencilerle birlikte “kentsel yenileme” karşıtı bir mücadeleye dahil olmuştum. Görevimiz insanlara, hâkim sınıfların onları tahliye etme stratejilerini, kentsel politikanın ardında yatan gerçekleri, nüfusu parça parça tahliye ederek mahallelerini nasıl ele geçirmeye çalıştıklarını anlamaları konusunda yardımcı olmaktı. Sakinlerin alternatif planların ayrıntılarını okuyabilmelerine ve böylece danışma toplantılarında yerel temsilcilerin, mimarların ve şehir plancıların yaptıkları ve onlara “mahallenizde harikulade şeyler yapılacak” dedikleri ama aslında siyasetçilerin ve kentsel kalkınma uzmanlarının teskin edici ve yanlış yönlendirici nutuklarının bir kopyasından ibaret olan konuşmalarına tepki verebilmelerini sağlamaya da çabaladık.

Latin Amerika ve İspanya’da alt sınıfların yaşadığı bölgelerde soylulaştırma ve biraz önce kullandığım manasıyla nüfus eritmeye karşı mücadeleyi sağlayan kadim bir özyönetim geleneği mevcut. Bölge sakinlerinin mücadelesine çok sayıda mimarlık, şehir planlama ya da sosyoloji hocası ve öğrencisi de destek veriyor ve ne zaman bir belediye başkanı ya da uzman ya da herhangi başka biri konuşacak olsa sakinler danışma toplantısı denen bu toplantılarda konuşarak toplantıyı sabote edebiliyorlar. Demek ki daha önce de söylediğimiz gibi bir kısım aydınlar radikalize olabiliyor ve bilgilerini hayata uygulayarak proletaryanın yararına sunabiliyorlar.

“Şehir hakkı” içinde “hak” kelimesi geçiyor, siz şehir hakkına hukuki kapsam kazandırılmasından yana mısınız?

Büyük H harfiyle yazıldığında hukuk çok tehlikeli olabilir. Marx ve Engels’e kadar gitmek istemem ama size Marx’ın Hegel’in hukuk felsefesini eleştirdiğini hatırlatmama müsaade edin. Hukuk esas itibariyle egemenlerin bahşettiği bir şeydir, bir şeye hakkınız olduğunu söyler. Hukuk burjuva bir yargı nosyonudur ve haklar ancak büyük sosyal mücadeleler sayesinde var olur. Pierre Bourdieu’nün de iddia ettiği gibi, “Hukuk daima güç ilişkilerinin kanunlaştırılması olmuştur.” Dolayısıyla bu kadar fetişleştirmemeliyiz bu kavramı. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi bir devrimin sonucudur. Edinilmiş haklar yoktur, sadece fethedilmiş haklar vardır. Hakların fethedilmesi gerekir, onları talep etmek risklidir, zira Devletten bir hakkı tanımasını istemeyi gerektirir. Koyu bir komünist ya da anarşistseniz devlete karşısınızdır, çünkü egemen sınıfların kurumsallaştırdığı bir güç olarak gayrimeşrudur. Dolayısıyla, şehir hakkını düşündüğümüzde, onu Devletten talep etmemelisiniz, şehir hakkını Devlete “dayatmalısınız”. Devletten şehir hakkını hukukileştirmesini beklememeliyiz, bunun hiçbir faydası olmaz. Siyasetçiler şehir hakkı ibaresini sırf kendi politikalarını meşrulaştırmak amacıyla bir slogan olarak kullanabilirler. Barınma hakkı anayasada kutsal kabul edilmiştir ama bu hakkın uygulandığı asla görülmemiştir. Sırf Paris’te 1,2 milyon insanın sosyal konut talebi karşılıksız bırakılmıştır. Hak, Devlet-temelli bir nosyondur ve Devlet ile bir meseleniz yoksa Devlete bağımlı kalmaya devam edersiniz, artık ya bir müştekisinizdir ya da dilenci. Şehir hakkı bir güç ilişkisi vasıtasıyla dayatılmalıdır, bu güç ilişkisinin ne olduğu çok da önemli değil, mesela çalışma hakkı olabilir. Tüm haklar zorla elde edilmiş şeylerdir ve bu mücadeleyi gerektirir. Bu da sınıf mücadelesidir.

İngilizcesinden Kaynak: Restoring the Revolutionary Meaning of the Right to the City: INTERVIEW TO JEAN-PIERRE GARNIER BY CLAUDIO PULGAR PINAUD

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
k_zg_n
Kızgın
0
_a_rm_
Şaşırmış
https://devrimcidusun.org/wp-content/uploads/2021/04/1.png
Giriş Yap

Devrimci Düşün Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!