Devrim, her zaman, tek bir çelişkiden kaynaklanmanın çok uzağında olup, kendi aralarında epeyce farklılaşan ve “sömürgeciler”in aygıtını parçalamak ve “bütün bir ulusun bunalımı”na yol açmakla son bulan çelişkiler örgüsünün bir sonucudur. Lenin 1920’de, düşüncesinin yolunu böyle sentezlemişti. Sadece işçi ile sermaye arasındaki çatışmaya dayanarak toplumu dönüştürmeye yönelme saflığına bağlanmış bir partinin güvenilmezlik ve kendini beğenmişlikle değerlendirilmesi gerekirdi: “Daha güçlü bir düşman ancak kuvvetlerin en üst derecedeki gerilimiyle alt edilir ve bu da zorunlulukla düşmanlar arasındaki her “çatlak”ı farklı ülkelerin buıjuvazileri ile tek tek ülkelerin kendi içlerindeki farklı burjuvazi grupları ve türleri arasındaki, ne kadar küçük olursa olsun her karşıtlığı, hattâ, geçici, kesinsiz, az güvenilir, koşullara dayalı olsa da sayısal olarak güçlü olan bir yandaş kazanma olanağının en azını bile en akıllıca, en kesin, en dikkatli, en ustalıklı biçimde kullanmak koşuluyla gerçekleşir.”
Burada alıntıladığım ‘Sol’ Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı [2] sonuç olarak şunu söyler: “Bunu anlamayan, ne Marksizmden ne de genel olarak modem bilimsel sosyalizmden bir şey anlamıştır.” Ama bunu anlamak basit değildir. Daha ‘Ne Yapmalı?’dan itibaren Lenin, devrimci partinin kuruluş sürecinin karmaşıklığı üzerinde durur. Devrimci bilinç, tam da ulusal ve uluslararası düzeyde gelişen farklı çelişkileri gözden kaçırmamak için fabrikanın içine kapanıp emek-sermaye çatışmasından başka bir şeye dikkat etmemekle gelişebilir. Rusya söz konusu olduğunda devrimci parti, “tüm görünümleriyle birlikte otokrasinin siyasi reddi” ile belirlenir; ulusal azınlıklara (özellikle Yahudilere) baskı da, tıpkı yeni halkları büyük ve otokratik Rusya’nın sürekli boyunduruğuna almayı hedefleyen emperyalist yayılmacılık gibi bu siyasetin bir parçasıdır. Devrimci parti “hükümetimizin iç ve dış siyaseti, Rusya ve Avrupa’nın ekonomik evrimi üzerine” bir araştırma ve hareketlenmeyi başlatmalıdır; her fırsatta herkese, işçi sınıfının boyunduruktan kurtulma mücadelesinin dünya tarihindeki önemini açıklamalıdır.”
Kadınların boyunduruktan kurtuluşu gibi, liberal burjuvazi tarafından kökenleri uygarlığın dışında bulunan barbarlar olarak görülen ve böylece beyaz ve batılı üstinsanların baskısına maruz kalmaya yazgılı olan koloni kölelerinin boyunduruktan kurtuluşu da, bu mücadelenin kurucu ve temel parçalarıdır. Bu anlamda, “devrimci halk sözcüsü”, çoğunlukla Lenin’in emperyalizm üzerine Engels’i alıntılayarak yazdığı denemede gözlemlediği gibi, kendini çoğu kez, hâkim sınıfın dayanağı ve “bütün dünyayı sömüren bir ulus”un eleştirmez temsilcisi olarak ortaya koyan “reformcu sendika sekreteri”nin karşıt konumunda yer alır.
“HALK SÖZCÜSÜ” VE SENDİKA YÖNETİCİSİ
Birbirine kökten karşıt iki figür karşısındayız. Sadece ücret artırımının ve çalışma koşullarının iyileştirilmesinin “somut yanı”na yoğunlaşan sendika temsilcisi, kolonileştirilmiş halklara uygulanan baskıya gözlerini kapar ve çoğu kez bunun sonu, kapitalist metropol burjuvazisinin şoven kendini beğenmişliğini paylaşmaya varır; büyük güçler arasındaki egemenlik mücadelesinde ve hattâ emperyalist savaşta da ast hizmetli olmayı sürdürür. Öne sürülen “somut yan” dolaysız ve stratejik çıkarları ve hattâ, çoğu kez, halk kitlelerinin yaşamını hâkim sınıfın çıkar, tutku ve çılgınlık sunaklarında kurban eden ürkütücü bir sığlık olarak görünmeye başlar. “Halk sözcüsü”ne gelince, o, kolonileştirilmiş halkların boyunduruktan kurtuluşu; faşizmi, savaşı ve ulusal baskıyı oluşturan toplumdan farklı bir toplumun kuruluşu için savaşa ve faşizme karşı mücadelede ön safta yer alarak destansı olayların öncüsüne dönüşür.
Kuşkusuz bu, sendikacı yöneticinin tersine, “halk sözcüsü”nden devasa bir entelektüel çaba ister. Ondan, çelişkilerin ve ulusal tikelliklerin karışık örgüsünü hesaba katarak, somut durumun somut tahlilini asla gözden kaçırmadan girişimini geliştirmesi beklenir. Şovenizmin ve baskı kuran ulusun üstlendiği “seçkin halk” tutumunun yılmaz eleştirmeni olan “halk sözcüsü”, yalnızca mücadeleyi değil, aynı zamanda baskı altındaki ulusta kimliğin, onurun ve ortak aidiyetin anlamını da canlandırmayı bilmelidir. I. Dünya Savaşı esnasında savaş makinasına sabotajın öncüsü olan Bolşevik militan önce II. Wilhelm’in, daha sonra İtilâf Devletlerinin ve sonunda da Hitler’in ordulan karşısında direnişin başında yer alır; kapitalist ve emperyalist sistemi alaşağı etme hedefiyle her ekonomik hak arayışını canlı tutup bunlardan yararlanabilen “halk sözcüsü” ve komünist, devrimden sonra halkı, ülkesinin ekonomik ve toplumsal gelişimine bağlanmada birleştirmeye çalışır. Taktik olarak ya da Makyavelcilik olarak değil de, idealleri ve içinde insanın insan tarafından sömürülmesine ve bir ulusun diğer bir ulus üzerindeki baskısına hiç yer vermeyen bir düzenin kurulması gibi öncelikle siyasi olan stratejik hedefiyle tam bir tutarlılık içinde, bir mücadele tarzından diğerine geçer.
LENİNİST PARTİ VE HALKÇI DAVUT İLE MİLİTARİST CALÛT
Komünist hareketin maruz kaldığı bozgunun ağırlığı da, yüce “halk sözcüsü” figürünün uğradığı değer kaybıyla ölçülür. Bu kayıp, solun kendisine de büyük ölçüde yayılmıştır. Leninist parti, böylece, “beyinlerini kolektifleştirme”ye zorlanan üyelerine kişilik kaybettiren bir makine olarak resmedilir. Leninist partinin, iletişim araçlarının ve ideolojik aygıtların burjuva tekelini kırmaya elveren örgütlü bir güç kurmayı kendine hedef olarak belirlediği kuşku götürmez. Hakikati kılıktan kılığa sokmakta tereddüt etmeyen hâkim sınıfın bundan duyduğu hoşnutsuzluk da gayet iyi anlaşılır Ne Yapmalı’dan pek az yıl önce, Gustave Le Bon burjuvaziye propaganda ve egemenlik aygıtını yeniden örgütleme çağrısında bulunur. “Duyurunun şaşırtıcı gücü” ile edimde bulunmak zorunludur. Eh, pekâlâ, “Yüz kez X çikolatasının en iyi çikolata olduğunu okuduğumuzda… bunu birçok kez duyduğumuzu düşünürüz ve sonunda bunun kesinliğine kadar varırız.” Le Bon’a göre bu yöntemler siyasete de uygulanmalıdır. “Ürünlerini duyuruyla yayan sanayicilerin iyi bildiği gibi, esas olan tekrardır: “Her akıl yürütme ve kanıttan uzak salt ve basit olumlama, bir fikrin yığınların zihnine işlemesinin sağlam bir yoludur. Olumlama ne kadar kısa, kanıttan ve tanıtlamadan ne kadar yoksunsa, yetkesi de o kadar çok olur.”
Kitleleri serseme çevirip aptallaştıran ve Mussolini ile Goebbels’in apaçık hayranlığını uyandıran bu makine, zamanımızda ABD’den İtalya’ya burjuva partilerini esinlendirmeye devam eden bir modeldir -ki Berlusconi bunun üstadıdır! Leninist partinin, kuşkusuz yandaşlarının bağlılığına ve disiplinine, ama aynı zamanda ve öncelikle kavrayış güçlerine ve inceleme yönelişlerine çağrıda bulunarak, karşı çıkmayı ve etkisizleştirmeyi düşündüğü de bu kitle sersemletme makinasıdır. Liebknecht’in, Lenin’in de çok sevdiği şu ünlü buyruk sözü, “İncelemek, propaganda yapmak, örgütlemek!” böylece anlaşılır. Aynı zamanda Gramsci’nin Nuovo Ordine’de dile getirdiği şu buyruk söz de anlaşılır: “Kendinizi bilgilendirin, çünkü bütün kavrayış gücümüze ihtiyacımız var. Harekete geçirin, çünkü bütün heyecanımıza hevesimize ihtiyacımız var. Örgütlenin, çünkü bütün kuvvetimize ihtiyacımız var.” Böylece, farklı ülkelerin komünist partileri tarafından örgütlenen okullarda kapitalizmin okuryazar olmamaya mahkûm ettiği işçiler ve köylüler, yönetme sanatının yanında okumayı ve yazmayı da öğrendiler; siyasi mücadele ile kuramsal incelemeyi birleştiren bu emekçiler, aynı zamanda insanlık onurunu ve siyasi olgunluğu da edindiler: Böylece Leninist parti, bireysel düzeyde boyunduruktan sıyrılmanın bir aleti olarak ortaya çıkar.
Yine de hükmetme ideolojisi, Leninist partiyi sırf yalnız kilise-parti olarak değil, asker-parti olarak da çarpıtır. Bu son suçlamanın anlamı nedir? Fransız Devrimi’nden itibaren, burjuvazi, seçimlere ilişkin hükümleri -ki bunların arasında Ulusal Muhafaza’ya kaydolmak da yer alıyordu- dayatarak kendi şiddet tekelini elde tutmaya çabalar. Ama işte karşıt tarafta da aynı zamanda mücadele örgütleri de olan partiler örgütlenir. Ne Yapmalı?‘nın ardında onu harekete geçiren bir gelenek var. Bolşevik Parti, iktidarı, sırf nesnel durum gereğince değil, aynı zamanda Çarlık Rusyası’na özgü olup sonrasında Avrupa’da, hatta I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde patladığında gezegende genelleşen olağanüstü hal karşısındaki tek parti olduğu için de ele geçirmiştir. Leninist partinin hâkim sınıfın şiddetine cevap verecek, (genç Marx’ın sözüyle) eleştirinin silahından silahların eleştirisine geçebilecek bir yolda örgütlendiği kuşku götürmez. Ama Leninist partiyi tam da şiddetin örgütlenmesine adanmış bir makine olarak ele alıp onun içini boşaltmaya yeltenenlerin karşısına, bir yazarın gönülsüzce teslim ettiği hakkını tanımayı da koyabiliriz. Tarihsel revizyonizm grubunun başı, Ernst Nolte, böylece Bolşeviklerin hangi bakımdan çarlık öncesi devlet darbesinin 1917’deki öncüsü olan Kornilov’un seçkin birliklerine karşıt olduğunu betimler:
“Bunlar, yüce kumandanın birliklerinin ilerleyişine karşı, onları, en özgün çıkarlarına aykın bir biçimde görevlilere boyun eğmekle, savaşı sürdürmekle ve çarlığın restorasyonuna yol açmakla ne yaptıkları konusunda bilinçlendirmek üzere bir hareketlendiriciler ordusu (armée d’agitateurs) çıkarırlar. Böylece Petersburg’a doğru yürüyüş boyunca ve daha öncesinde de ülkenin birçok yöresinde birlikler, tam bilincine sahip olmadıkları en derin arzu ve bunaltılarını vurgulayan önermelerin ikna gücüyle düşerler. O gün orada olan hiçbir subay, askerlerinin, el bombalarının ateşi altında değil de sözlerin fırtınasında nasıl dağılıp gittiğini unutamaz.”
Kornilov, seçkin birliklerinin çarpışma gücünün yanı sıra öğretiyi aşılamalarına da güvenebilirdi; ama Leninist parti sayesinde, militarist Calût halkçı Davut’la karşı karşıya geldi ve etkisizleştirildi. Katolikliğin kutsal yazılarında doğaüstünün müdahalesine yüklenen mucize -ki Papa I. Leon, Hunları Roma kapılarında bu sayede durdurmuştur—, Ne Yapmalı?’nın temellerini attığı partinin sayesinde Bolşevikler tarafından gerçekleştirildi.
LENİNİST PARTİ, YENİ EKONOMİ-POLİTİK VE SOSYALİZMİN KURULMASI
Ne yazık ki, denildiği gibi, hükmetme ideolojisi, sol da dahil olmak üzere yaygınlık kazanmıştır. Lenin’in gözünde devrimci bilinç, çelişkilerin çokluğunu kavrama ve bir sentezde toplama yeteneğiyle belirginleşir; sendikacı ise, tersine, bu yetenekten habersizdir. Ve işte günümüzde sendikacılık, son haddinde yoksullaşmış ve popülizme dönüşerek derece kaybetmiştir; dünya üzerinde, yoksullaştırılmış çoğunluğu, zengin ve hükmeden seçkinin karşısına koyan tek bir çatışma olduğunu dile getiren dogmayı sürdürmüştür. Ama o zaman, her gün gördüğü eziyete rağmen bir ulus-devlet kurma hedefinden vazgeçmeyen Filistin halkının mücadelesini nasıl açıklayacağız? Ya ambargonun ürkütücü bedeline rağmen sadece toplumsal kazanımlannı değil bağımsızlıklarını da ayakta tutmakta direnen Küba halkını? Üçüncü Dünya ülkelerinin, onları Batı’dan ayıran teknolojik uçurumu gidermek için gösterdikleri çabalann anlamı ne? Ya, Atlantik’in iki yakası arasında ve ABD ile Japonya arasında, henüz ne yazık ki pek derin olmasa da, gerçek olan ayrılığı nasıl açıklamalı? Sendikalist/popülistler için söz konusu olan sadece yoksulun zengine karşı mücadelesidir. Bu tutumla onlar, liberal bakış açısına bağlı kalır -diye karşı çıkar, Ne Yapmalı?-; bu bakış açısı, işçi sınıfını ve halk kitlelerini, kuşkusuz ekonomik çıkarlarına dikkat gösteren ama uluslararası düzeyde gelişen farklı politik çatışmaların kavrayışına yükselmekte yetersiz kalan çocuksu bir çokluk diye görür.
Ama sendikacı/popülistlerin entelektüel ve ahlaki sefaletleri, özellikle Çin ve Vietnam söz konusu olduğunda ortaya çıkar. Temelde hâlâ Üçüncü Dünyanın bir parçası olan bu ülkelerin geç kalmışlığı kendini yine fabrika düzeyinde ve farklı coğrafi bölgeler arasındaki eşitsiz gelişme düzeyinde gösterir. Ve bizim söze sığmayan sendikacı/popülistler dikkatleri sadece buna yoğunlaştırır. Vietnamlı ve Çinli işçi sınıfının derin gereksinimlerini açıkladıklarını sanırlar. Gerçekte, onları yalnızca ücretle ilgilenmeye ve esası gözden kaçırmaya itelerler: Çin ve Vietnam, zor kazanılmış bir siyasi bağımsızlığı ekonomik alanda da sağlamlaştırmak, kapitalist restorasyon planlarını ve kapitalist saldırganlığı başarısız bırakmak amacıyla giriştikleri zamana karşı yarışla, SSCB ile Yugoslavya’nın üzerine çöken felaketten korunmuştur. Burada, işçi sınıfını çocuksu bir çokluk olarak gören bu yergiye karşı yine Lenin’in çıkarmış olduğu dersi çıkarabiliriz. Yeni ekonomi-politik döneminin yazıları, durumun ne karmaşıklığını ne de dramatik yanını saklıyordu. Böylece “uzmanlann emekleri karşılığında aldıkları ücret sorunu (…), sosyalist değil de burjuva ilişkilerde, yani uzmanlara, emeğin zorlukları ya da özellikle zahmetli koşulları göz önüne alınmadan, burjuva alışkanlıklara ve buıjuva toplumunun koşullarına yanıt olacak bir ücret bağlandığında” ortaya çıkar. Söz konusu olan yalnızca eşitsizlikler değildir, kuşkusuz, “sayıca çok olmasa da, nüfusun belli katmanlannın durumu kısmen ve hafif bir biçimde iyileştirilmiştir.” Bütününde ise, “bazı başarılar kaydedilir ama öncesi olmayan çelişkiler de vardır.” Hepsi bu değil: “Kabul etmeliyiz ki emeklilik yetersiz kaldı, onu geciktirmek, daha ileriye çekmek gerekir.”
Bu, umudu kaybetmek için bir neden değildir: “Bundan böyle görevimiz (…) envanteri ve denetimi hazırlamaktır (…), emeğin randımanını yükseltmek, disiplini güçlendirmektir”; ekonomik yaşamın uyanışı ve üretimin artması, ne pahasına olursa olsun elde edilmeliydi. Sonuç olarak, Yeni ekonomi-politiğin temel doğrultusu şu şekilde sentezlenebilir: “Eski ekonomik ve toplumsal yapıyı, ticareti, küçük ölçekli tarım ve sanayiyi, kapitalizmi yıkmamak; ama ticareti, küçük girişimleri, kapitalizmi, onlara hâkim olmak üzere temkinlilikle ve derece derece canlandırmak ya da onların, devlet tarafından, ancak yaşamlarını sürdürebilecek ölçüde düzenlenmelerini sağlamak.”
Lenin, bu siyasete içkin olan kapitalist restorasyon tehlikelerini kendinden saklayamayacak kadar açık bilinçli bir ‘devlet adamı’ydı; ve bu tehlikeler, Çin’de ve Vietnam’da apaçık bir biçimde mevcuttur. Ama bunun çaresi, kuşkusuz sendikacılık/popülizm değildir; tersine, işçi sınıfının ve halk kitlelerinin beraberce geri çekilmesi, ekonomik gelişmeyi yavaşlatarak ve komünist partinin uzlaşma zeminini aşındırarak, Batı’ya oranla gecikmişliği derinleştirerek ve ABD emperyalizminin saldırganlığını vurgulayarak yenilgiyi kaçınılmaz kılmıştır. Yeni ekonomi-politiğin hızlandırılmış sonu ya da bir kez daha önerilmemesi olgusu, SSCB’nin yıkılmasında belirgin bir rol oynamamış mıdır diye sorabiliriz.
Ne Yapmalı?, yayımlanmasından yüzyıl sonra onu okumayı ve sorgulamayı sürdürmek isteyene temel bir hakikati öğretmeye devam ediyor: Kapitalist ve emperyalist sistemi belirgin kılan çelişkiler çokluğunu görmeye yükselemeyen bir parti, bu sistemi alt etme ve iktidarı muhafaza etme konumunda da değildir; sözde saflığının ve gerçek olan ast hizmetli konumunun tutuklusu olarak, “edimsel konumu yürürlükten kaldıran gerçek hareketi” hızlandırmakta yahut da, sadece kavramakta bile yetersiz kalacaktır.
Çev. Medar Atıcı
Not: Bu yazı “L’Ernesto Rivista comunista” içinde Temmuz-Ağustos 2002, ss.68-71. İtalyanca’dan Fransızca’ya Jean-Michel Goux tarafından çevrilmiş, “Etincelles” dergisinde yayınlanmıştır.