Kentsel Mücadeleler Neden Önemli? – David Harvey

Benim açımdan, kentsel mekân ve mahalledeki gündelik yaşamın kalitesi üzerine mücadeleler, sınıf mücadelesinin ne olduğuna dair dinamikleri anlamak kadar hayati öneme sahip. Sermaye konusundaki inanılmaz şey ise, elbette, aşırı esnekliği: burada kaybederse, orada kazanıyor.

featured

Kentsel mücadeleler toplumsal değişim projeleri için neden önemlidir? Toplumsal hareketler açısından kamusal alanı yeniden talep etmenin önemi nedir? Aşırı kentsel farklılıklara ve toplumsal eşitsizliklere şahit olduğumuz bu kasvetli küresel dönemde, neyin mümkün olduğunu tekrardan nasıl ele alabiliriz? 24 Ekim 2013 günü David Harvey’le bu sorular üzerine bir röportaj yaptık.

Harvey, New York Şehir Üniversitesi’nde (CUNY) Antropoloji ve Coğrafya Ordinaryüs Profesörü; Mekân, Kültür ve Politika Merkezi Yöneticisi ve sayısız çığır açıcı kitabın yazarı (Social Justice and the City – Sosyal Adalet ve Şehir (1973),The Limits to Capital – Sermayenin Sınırları (1982), Spaces of Hope – Umut Mekânları (2000), A Brief History of Neoliberalism – Neoliberalizmin Kısa Tarihi (2005) ve Rebel Cities: From the Right to the City to the Urban Revolution – Asi Şehirler: Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru (2012)).

Bu röportajda Harvey, kentsel mekân mücadelelerinin ve mahallelerdeki gündelik yaşam kalitesinin, sınıf mücadelesinin dinamiklerini anlamakla ne denli yakın bir ilişkisi olduğunu ortaya koyuyor. Toplumsal değişim projelerinde mücadeleleri bir araya getirmenin önemini vurguluyor ve işçi sınıfını “kentsel yaşamı üreten ve yeniden üreten tüm insanları” içerecek şekilde yeniden kavramlaştırma çağrısı yapıyor.

Hiba Bou Akar ve Nada Moumtaz (HB & NM): Profesör Harvey, sizinle Jadaliyya adına bir röportaj yapma fırsatı bulduğumuz için onur duyuyor ve teşekkür ediyoruz. İlk sorumuz şu: Toplumsal ve politik değişime ilgi duyan insanlar ve hareketler için, kentsel mekân (veya genel olarak mekân ve mekânın üretimi) mücadelesi sosyal değişimi sağlama konusunda neden önemli?

David Harvey (DH): Size Kapital İkinci Cilt üzerine okumalarıma ve yazılarıma dayanan basit bir teorik arka plan sunacağım. Marks’ın basit genel savı, artı değerin, karın, üretim faaliyetinde ortaya çıktığıdır. Elbette Kapital Birinci Cilt, ki herkesin okuduğudur, tamamen üretim üzerinedir. Ancak Birinci Ciltte bile Marks, değer pazarda realize edilene dek, üretilmiş olanda hiçbir değer olamayacağını net ortaya koyar. Dolayısıyla, Grundrisse’de dediği gibi, sermayenin ne olduğunu gerçekte tanımlayan şey üretim ve realizasyon arasındaki çelişkili birliktir.

Şimdi, bu konuda düşünürseniz, üretimin artı değer yarattığını görebilirsiniz, fakat bunun yanında, değerin illa ki üretildiği noktada realize edilmediğini de görebilirsiniz. Değer başka bir yerde realize edilmektedir. Örneğin, değer bir Çin fabrikasında üretilebilir ve ardından Ohio, Columbus’daki Wal-Mart tarafından realize edilebilir. Dolayısıyla, kentleşme, birçok bakımdan, artı değerin realizasyonu için bir alandır. Sermayenin üretim ile realizasyon arasındaki dolaşımında karşılıklı bir bağlantı vardır ve kent alanındaki mücadeleler değer üretimi ve realizasyonu için en az işyerindeki mücadeleler kadar önemlidir.

Şimdi, işçiler daha yüksek ücretler ve daha iyi çalışma koşulları için mücadele edebilirler ve üretim sürecinde başarılı da olabilirler. Fakat daha sonra ekstra paralarını alır, evlerine dönerler ve bunu daha yüksek kira, kredi kartı ücreti, telefon faturası vb. için burjuvalara geri ödemek zorunda olduklarını görüverirler. Dolayısıyla, işçinin bakış açısına göre, sadece üretim noktasında ne olup bittiği ile ilgili değil, aynı zamanda, barınmanın maliyetinin ne olduğu ve mal ve hizmetlere, mağazalardaki metalara ne kadar ödediğiniz, ipoteklerdeki faiz ödemelerinden alınan gizli ücretler ve tüm geri kalanlarla ilgili de bir kaygı mevcuttur.

Bu yüzden, birçok teoride katı biçimde birbirinden ayrı tutulan bu iki sınıf mücadelesi formunu, çelişkili bir birlik olarak yorumluyorum. Dolayısıyla, kentlerde gündelik yaşam üzerine süren mücadeleler en az işyerlerinde süren mücadeleler kadar önemlidir. Pek çok kişi kabul etmemeyi tercih etse de, bu birlik benim açımdan daima çok önemli olmuştur.

Bunun ardından bu, kentlerin nasıl şekillendiğini, yaşamsal giderlerin ne olduğunu, kiranın gelir akışlarını mekânlara göre nasıl ayırdığını ve gettolaşmanın nasıl yaşandığını etkiler. Burada, gettolaşma hakkında konuşmamız gerekir, tarihsel olarak yoksulun, ancak artık zenginin gettolaşması. Kendileri için gettolar oluşturan ve kendilerini dünyadan ayıran zenginlerin gettolaşması.

Yani bunu tek birleştirici sorun olarak görüyorum; üretim noktasında olanla yaşam alanında olan arasındaki çelişkili birlik olarak adlandırdığım şey olmasına rağmen. Şimdi, söylemek istediğim şey, üretim noktasında büyük zaferler kazanabilirsiniz ve ardından hepsi yaşam alanında uçup gider. İşçiler, artı değeri yüksek kiralar, telefon faturaları vb. ile işçilerden geri alan artan kiralara öfkelenirler ve bunu genel olarak sermayeye baktığımızda, şimdi de görebiliriz aslında.

Bu benim açımdan özellikle öğrencilere ders verirken önemli. Onlara işyerini teorik olarak öğretebilirim ama birçok öğrenci işyerinde değil. Ancak, lafı ödedikleri kiraya getirdiğinize, o zaman neden söz ettiğinizi tam olarak anlarlar. Onlara aynı şeyler için dövüştüklerini, dolayısıyla sınıf mücadelesi oyununu oynadıklarını söyleyin.

Benim açımdan, kentsel mekân ve mahalledeki gündelik yaşamın kalitesi üzerine mücadeleler, sınıf mücadelesinin ne olduğuna dair dinamikleri anlamak kadar hayati öneme sahip. Sermaye konusundaki inanılmaz şey ise, elbette, aşırı esnekliği: burada kaybederse, orada kazanıyor. Sosyal demokrasi altında, sermayenin işyerinde bir miktar güç kaybettiği bir dönemi yaşadık ve sermaye bu diğer mekanizmalar üzerinden artı değerin olabildiğince fazlasını geri almaya çalıştı. Marksist gelenek de dâhil olmak üzere birçok düşünce tarzı için yaşam alanında olan bitenin ikincil bir mesele olarak görülmesini talihsiz buluyorum. Herkes bunu ikincil mesele olarak görürse sermaye çok mutlu olacak çünkü o zaman o alana sınıf mücadelesi dinamiğinin parçası olarak yaklaşılmayacak. Benim için, üretim ile realizasyon arasındaki bu çelişkili birlik değerin ve artı değerin üretimi ve realizasyonu arasındaki ilişki konusunda ne düşündüğünüz açısından önemlidir.

Elbette, Marksist teorinin sorunlarından biri, kimsenin realizasyon süreci konusundaki Kapital İkinci Cildi okumaması. Herkes size üretim sürecinden bahseder ama kimse realizasyon sürecini tartışmaz. İkinci Cildin okuması çok zordur ancak bu kısmın eksik olması, sanırım radikal analizlerde üretim ile realizasyon arasındaki birliği görmeyen ciddi bir eksiklik olmasının sebebidir.

HB & NM: İstanbul’daki Gezi Parkı ayaklanmalarının kentsel kökenleri daha belirgindi, Arap ayaklanmalarınınkilerse daha az. Mısır’da, barınma krizi ve genç yetişkinlerin aile kurmak için barınma güvencesi sağlayamaması yakıcı sorunlar olmasına rağmen durum böyle. Bu iki ayaklanmada kentsel krizin tuttuğu yer konusundaki farkı nasıl değerlendiriyorsunuz?

DH: İstanbul veya Kahire konusunda uzman değilim, bu yüzden söylemek zorundayım ki hiçbir şey bilmediğim konular üzerine bir “dünya uzmanı” olmak çok utandırıcı. Bunu belirttikten sonra devam edebilirim. Ayaklanmanın biraz öncesinde İstanbul’daydım, elbette İstanbul konusunda, dudak uçuklatan bir kentsel dönüşüm sürecinden geçtiğini görecek kadar şey biliyorum. Her yerde inşaat vinçleri var! Türk ekonomisi, dünyanın en hızlı büyüyen ikinci ekonomisi ve inşaat ve kentleşme bu büyümenin nasıl gerçekleştiğinde elbette büyük rol oynuyor. Fakat bu bir balon ve bir balonun seyri esnasında insanlar yerinden ediliyor. Benden pek hoşlanmadılar çünkü oraya gidip radyoya çıktım ve onlara durumun çöküş öncesi 2005 yılı Madrid’ini hatırlattığını söyledim. İstanbul’da bir sürü yerinden edilme karşıtı mücadele sürüyor. Şanslıyım ki orada meslektaşlarım beni kentin birçok yerine götürdüler ve mutenalaştırmayı ve ev boşaltmaları gösterdiler.

Kentsel-toplumsal hareketlerin bu durumda çok gergin olduklarını gördüm. Hükümetin şehir için tasarladığı bu mega projelere karşı epey öfke vardı. Meydanla ilgili planlarını açıkladıklarında, buna verilen tepkilere de hiç şaşırmadım. Fakat söyleyebileceğim şu ki tepki Mısır’da ve genel olarak Kuzey Afrika’daki ile aynı tür bir merkeze sahip değildi. Kuzey Afrika’da, mücadelelerin birçoğunun arka planı, son on beş yirmi yıl boyunca gerçekleşen gıda ayaklanmalarının tekerrürü idi. Yüksek gıda fiyatları ciddi bir sorun olmuştu ancak insanlar aynı zamanda etraflarında ortaya çıkan eşitsizlikte muazzam artışlar olduğunu da görüyorlardı; ciddi bir yozlaşma/yolsuzluk söz konusuydu.

Arap ayaklanmaları Kahire’de ortaya çıktığında ilk düşündüğüm, 1848 Fransız Devrimi esnasında Paris’e ne denli benzediğiydi. Paris 1848 ve şimdiki Kahire ilginç paralelliklere sahip. Paris’te 1848’de, insanlar kral Louis Philippe’den kurtulmaya karar vermişlerdi. Kraldan kurtuldular ancak bu, işin kolay yanıydı. Bunlara 1848’in Şubat Günleri dendi. Bunun dengi, Mübarek’in devrilmesi ile son bulan Mısır’daki 25 Ocak 2011 ayaklanmasıdır. Paris’te, birkaç ay sonra, işçilerin isyanı ile yüz yüze kalınan 1848 Haziran Günleri sırasında, düzen, askeri aparat tarafından restore edildi, isyan bastırıldı. Paris örneğinde, halkla nasıl başa çıkılacağına dair bu bilgi, Fransa’ya bir Fransız sömürgesi olan Cezayir’den geri getirildi. Askeri aparat caddelerdeki halka sömürge halkı gibi davrandı ve onları vurup öldürdü. Bu, o ayaklanmanın sonu oldu. Mısır’da 30 Haziran 2013 sonrasında, 3 Temmuz’da olanlar, ordunun dayattığı baskıyla, Haziran Günleri ile tekinsiz bir benzerliğe sahip. Ancak Kahire’de bir sosyalist devrim söz konusu değildi, daha çok bir burjuva demokratik devrimdi olan, yolsuzluk ve eşitsizlikten kurtulma hedefine sahip, daha demokratik bir toplum yaratmayı deneyen. Paralellik ne derece faydalı, ne kadarı zorlama olur, emin değilim.

Ayrıca açık bir güçler ittifakı vardı, ki bu Kahire’de ortaya çıktı ve İstanbul ile de bazı paralelliklere sahip olabilir. İşçi hareketleri Kahire’ye katıldılar, bir süredir onlar da öfkeliydi. Dolayısıyla, katılan bir işçi hareketi mevcuttu, açık biçimde huzursuz bir gençlik hareketi vardı ve eşitsizliklerin, yüksek gıda fiyatlarının ve yolsuzluğun huzursuz kıldığı bir şehir nüfusu vardı. Ancak Kahire’deki ittifak, adeta beş benzemezdi. Sanırım İstanbul’da olan da bu. Örneğin İstanbul’da, işçi sınıfı kulübü Beşiktaş taraftarları gösterilere katıldı. Feministlerin karşı çıktığı seksist sloganlar attılar. Onlara sloganlarını değiştirmeleri gerektiği söylendi ve bunu yaptılar. Dolayısıyla iki durumda da, çok otokratik bir şekilde işleyen bir rejime yönelik hoşnutsuzluğa odaklanmış ve müzakereye yanaşmayan bir benzemezler ittifakı vardı. İkisine de sosyalist devrimler demem. Bunlar hoşnutsuzluk temelli kentsel ayaklanmalardı.

İstanbul örneğinde (ki bu Paris ile paralelliğin belirgin olduğu bir klasik vaka), Türk merkezi hükümeti İstanbul’u sevmiyor. İstanbul, diğer büyük kent merkezleri gibi, muhalefetin kalbi. Bu yüzden hükümet bu tür bir kentsel dönüşümden yana olduğu içim gerçekte kendisi kent karşıtı olmasa da, bu alanlara hâkim olan nüfusu kesinlikle sevmiyor.

HB & NM: Fakat Erdoğan’dan duyulan hoşnutsuzlukla Mübarek’e yönelik hoşnutsuzluk aynı kefeye konulamaz, öyle değil mi?

DH: Her iki örnekte de, insanların karşı durdukları şey otoriterlik ve yine iki örnekte de yolsuzluk seviyeleri son derece yüksek. Bunlar temelleri bir ölçüde yolsuzluğa dayanan rejimler. Yolsuzluğun ABD gibi yerlerde olmadığını söylemiyorum, tek fark şu, ABD’de yolsuzluk yasaldır [siyasal kampanyaların şirketler, dernekler ve politik eylem komitelerince yasal olarak onaylanmış finansmanı…].

HB & NM: Wall Street’i İşgal Et Hareketi (OWS) ile Arap ayaklanmaları arasındaki paralellikler (veya benzemezlikler) halen tartışma konusu. Bazı OWS katılımcıları hareketin Arap ayaklanmalarından ilham aldığını söylese de, başkaları iki hareketin koşullarını farklı ve dolayısıyla mukayese edilemez görüyor. Her bir bağlamda mevcut olan, OWS ile Arap ayaklanmaları arasındaki farkı toplumsal eşitsizlikler açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

DH: “Arap Baharı”na dair izlenimim, duyarsız olarak görülen bir rejime karşı her türlü hoşnutsuzluğu bir araya getiren geniş ölçüde popülist bir hareket olduğudur. OWS konusunda çok fazla bilgim yok çünkü o yıl izindeydim. Ayrıldım ve on gün sonra Wall Street’i işgal ettiler.

OWS hareketine katılan insanların kompozisyonuna bakarsanız, Tahrir Meydanı’nda, hatta Gezi Parkı’nda ortaya çıkan popülâsyonun kompozisyonunun çeşitliliğine yakın bile değildir. Bunlar küçük bir gruptu, ideolojik olarak kuvvetli şekilde anarşist ve otonomcu düşünceden etkilenmişlerdi. Radikal bir gündemleri vardı, masaya radikal gündemler koymak isteyen insanlardı. Bunlar daha sonra %99 adına konuştuklarını iddia eden çok küçük bir gruptular.

OWS teorik olarak ilginç çünkü öncü bir hareket oldukları fikrini asla kabul etmezler fakat aslında öyleydiler ve bu onlar açısından ana çelişkiyi oluşturuyor. Bu hareketi başka bir şeye nasıl dönüştürecekleri konusunda epey iç sorunları oldu. Belirli kurallar koydular. Her şeyin yatay olması gerekiyordu. Dışa açılarak bir şey elde etmenin mümkün olduğu konusunda bir miktar “Arap Baharı”ndan ilham aldıklarını düşünüyorum. Bu hareketlerin hepsinde merkezilik önemliydi. Elbette Henri Lefebvre merkeziliğin politik aktivizm açısından kritik olduğunu öne sürmektedir. Ve her iki durumda da “Arap Baharı” ve OWS’de, merkezi bir sembolik alanın işgali söz konusu. Fakat OWS’de, Tahrir Meydanı’nda veya Gezi Parkı’nda bir nüfus sayımı yapsanız, aslında arada pek de paralellik olmadığını görürdünüz.

Yine de, hepsi toplumsal eşitsizlik konusunda bir şey söylüyordu. OWS’de küçük bir radikal grup söz konusu olmasına rağmen, ABD’de politik gündemi değiştirdiklerini düşünüyorum. Toplumsal eşitsizlik meselesini illa ki üstüne konuşulması gereken bir seviyeye getirdiler. İşgal öncesinde, hiçbir şekilde gündem olmuyordu ve öyle sanıyorum ki Obama’nın yeniden seçilmesi bir ölçüde toplumsal eşitsizlik meselesi yüzünden oldu. New York’ta belediye başkanı seçiyoruz, Bill de Blasio; artık milyarderler sınıfından değil; biri zenginlerin, diğeri yoksulların olan iki şehrin varlığından söz ediyor ve toplumsal eşitsizlikler konusunda bir şey yapmak istiyor. [5 Kasım’da, röportaj yapıldıktan sonra, Blasio seçildi]. Dolayısıyla, evet, toplumsal eşitsizlik meselesini herkesin düşüncesinin ön sırasına koyarak, OWS büyük bir etki yaratmış oldu.

HB & NM: O zaman bir sonraki sorumuza geçelim, OWS’nin bir hareket olarak neleri başaramadığı ve etkisinin sona erip ermediği idi fakat tersini, yani OWS’nin daha önce hiç tartışılmamış bazı önemli meseleleri ön plana çıkardığını söyleyeceksiniz galiba.

DH: Evet, önemli bir etkisi olduğunu düşünüyorum fakat kendi kriterlerine göre değil. Kendi kriterleri daha çok kentin radikalleştirilmesi ve her yerde otonomcu-anarşist komünler kurulması ile ilgiliydi. İlginç olansa İşgal hareketinin bitmemiş olması. İlçelerde son derece aktif ve Sandy Kasırgası’na karşı hızla ve etkili şekilde organize olan bir insan kitlesi sağladı. Bu konuda basında oldukça iyi değerlendirmeler aldılar çünkü aslında Kızıl Haç veya FEMA’dan bile daha hızlıydılar.

Her şeyin bittiğini söylemek adil olmaz bence. Sembolik merkezi alandan çıkarılmaları ardından politik çekiciliklerini yitirdiler. İlçelere dağılırsanız kimse ne yaptığınızı fark etmez ancak NYC ilçelerinde hala epeyce iş yapılıyor.

HB & NM: Bu toplumsal hareketleri nasıl gördüğümüzle mi ilgili? İnsanlar artık sokağa çıkmayınca hareketin sona erdiğine dair bir görüş var ancak siz OWS dağılmasına rağmen, yaptıkları işin NYC gibi şehirlerde politik arenayı yeniden şekillendirdiğini söylüyorsunuz.

DH: Politika büyük ölçüde semboliktir. Sembolik düzeyde bir şey başardılar, bu örgütsel düzeyde başaramadıkları bir şeydi ve bu sembolik başarı aslında çok daha belirgin. Yeni belediye başkanı, yapacağı ilk şeyin tüm şehir için yaygın okul öncesi bakım sağlamak amacıyla zenginlerden ek vergi almak olacağını vaat etti. Bir belediye başkan adayının bunu söylemeye cüret edeceğini düşünmezdim; bu, İşgal hareketinin toplumsal eşitsizliği gündeme yerleştirmesinin sonucu.

HB & NM: Hem İşgal hareketi hem de Ortadoğu’daki çeşitli protestolar, kamusal alan (parklar, meydanlar) işgalini taktiklerinin temel öğesi olarak kullandılar. Bu mekânsal taktiklerin ortaya çıkan hareket tarzlarını nasıl şekillendirdiğini düşünüyorsunuz ve bu taktik sizce ne tür politikalara ve olasılıklara kapı açıyor ve sınırlılıkları nelerdir?

DH: Bu hareketlerin işgal ettiği mekânların merkeziliğinin önemli olduğunu düşünüyorum. Başka bir şey yapsanız toplayamayacağınız dikkati merkezi bir alanı işgal ederek yakalayabiliyorsunuz. Politikanın önemli ölçüde sembolik olduğunu düşünürsek, bu sembolik hareketlerin gerçekten bir şey elde etmesi önemlidir.

İşgal hareketi etrafında yükselen şeylerden biri de kamusal alanların ne ölçüde siyasal müşterekler olduğu. Bizler açısından, etrafta epeyce kamusal alan olduğuna dair bir kabul söz konusuydu ancak bu alanların hiçbiri kamunun istediğini yapmasına açık değildi. Kamusal alan düzenlenen bir alandır, ki bu düzenleme müşterek bir amacı gözetmez. Müşterekler meselesi üzerine kente dair yeni bir vurgu söz konusu: Gerçekten toplanabileceğiniz müşterek alanlar var mı?

İşgal konusunda dikkate değer bir başka şey ise, polis baskısının ne kadar hızlı geldiği. Benzer bir hareket sağ kanatta var, Çay Partisi. Geçtiğimiz hafta Çay Partisi Washington’daki 2. Dünya Savaşı anıtı etrafındaki bariyerleri indirdi, rayları aldı ve Beyaz Saray’ın önüne attı. Polis hiçbir şey yapmadı. Fakat Zuccotti Park’ta [NYC’deki OWS protestolarının merkezi olan, özel mülkiyetli bir kamusal alan] bir santim hareket etseniz hemen gözaltına alınırsınız. Polisin kimi gözaltına aldığına dair bu ayrımcılığın artık kamuoyunun dikkatini çektiğini düşünüyorum. Bu sembolik alanlara ilişkin mücadelelerin solun taktiklerinin önemli bir parçası olduğunu düşünüyorum.

HB & NM: Marksist coğrafyacılar açısından, kent koşullarının üretimindeki değişimler (kapitalist, neoliberal vs) toplumsal adalet için önemlidir. Yine de birçok başka teorisyen ve aktivist, işyerindeki mücadelelere odaklanmakla kalır. İşgal veya Arap ayaklanmaları sınıf mücadelesinin dikkatini kentsel koşullara yeniden odaklayabildi mi?

DH: İkisini bir araya getirmelisiniz. İşyerini değiştirir ama kenti değiştirmezseniz, bir noktada amacın ne olduğunu sormak zorunda kalırsınız. İnsanlar karşılayamadıkları kiralar yüzünden berbat barınma koşullarında yaşıyorlarsa, eğer insanlar işleri olmasına rağmen evsizseler, o zaman işyerindeki mücadele, kazanılsa bile, şehir pisliğe batarken hiçbir işe yaramayacaktır. Bu sorunlar artık görünür hale geliyor, örneğin Detroit’in iflası. Bu ne üzerine mücadele etmemiz gerektiğine dair temel bir yan teşkil ediyor ve bunu bir mücadeleler birliği olarak bu kadar az insanın ele alması benim için çok garip.

İdeolojik olarak, Britanya’nın Sosyalist İşçi Partisi, ki Avrupa’daki en güçlü sol partilerden biridir, işçi ve fabrikaya dayanır, yine de en başarılı eylemlerinden biri nüfus vergisi üzerineydi ki bu da bir kent meselesi. Margaret Thatcher’dan kurtulmamızı sağlayan mesele idi. Partinin politikada ne derece etkili olduğu, aslında kent meseleleri üzerinden belli oluyor. Yerel hükümetin finansmanı konusundaki reform; bu konuda büyük bir fark yarattılar.

İşçi konseylerini militanca savunan Gramsci’nin 1918’e dayanan eski ama harika bir sözünü buldum. Burada işçi konseylerinin sadece çalışmanın belirli bir alanında ne olup bittiği ile ilgilendiğini belirtiyor. İşçi konseylerinin mahalle örgütleri ile desteklenmesi çok önemli çünkü mahalle örgütleri, temizlik işçileri, taşıma işçileri ve banka çalışanları ve diğer herkesle işbirliği edebildikleri ölçüde, bütün olarak işçi sınıfının çalışma koşullarına dair, sanayi üretiminin kendi belirli sektörleri hakkında bazı fikirlere sahip olmaktan daha iyi bir kavrayışa ulaşabilirler. Gramsci şöyle diyor: “Bu iki örgüt formunu bir araya getirelim.” Benim politik bakış açımın da bu olduğunu düşünüyorum ancak kente vurgu yapıp duruyorum çünkü Marksist ve sosyalist hareketlerdeki sol meslektaşlarımın çoğu, işçi sınıfının bir bütün olarak kentteki koşullarına bakmaktansa sadece üretime ve işçi hareketine vurgu yapmak istiyorlar.

HB & NM: Henri Lefebvre, siz ve diğer Marksist coğrafyacılar, kentlerin ve genel olarak inşa edilmiş çevrenin, çoğunlukla mülksüzleştirme yoluyla, dünyanın birçok kentinde işçi sınıfını ve yoksulları arazi ve barınma fiyatlarını yükseltmek suretiyle sürekli olarak periferiye veya gettolara ve varoşlara doğru iterek sermaye birikimi gerçekleştirilen alanlar olduğunu söylediniz. İnşa edilmiş çevre üzerine toplumsal mücadelelerde ilerleme kaydetmemizi sağlayabilecek kavramlar, olasılıklar neler?

DH: Evet, fakat kent bir sermaye birikimi alanı olma özelliği olmaksızın da bir sermaye realizasyonu alanı ve bu mücadeleleri bir araya getirmeniz gerekiyor. Buna rağmen, dediğiniz gibi Lefebvre, ben ve başkaları, paranın kent inşasına aktığı bu ikincil sermaye çevriminin olduğunu söyleyegeldik. Kentin yapılması, fabrikalardaki aletlerin yapılması kadar önemlidir. Kenti kimin yaptığına ve nasıl yapıldığına yeterince bakmıyoruz. Bugünlerde, işgücü sıklıkla gündelik ve geçici, dağınık ve organize olması güç. Fabrika işgücünün ortadan kaldırılma derecesi yüzünden, birçok insan “İşçi sınıfı nerede?” diyor. Bu sorunun cevabı işçi sınıfını kentsel yaşamı üreten ve yeniden üreten tüm o insanlar şeklinde kavramlaştırılması olmalı.

HB & NM: Peki aktivistlere bir sözünüz var mı?

DH: Hayır, bir kuralım var, yerel aktivistlere kendi yerel durumları konusunda asla tavsiyede bulunmam çünkü ne yapılacağını benden çok daha iyi biliyorlar!

Kaynak: Dünyadan Çeviri

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
k_zg_n
Kızgın
0
_a_rm_
Şaşırmış
https://devrimcidusun.org/wp-content/uploads/2021/04/1.png
Giriş Yap

Devrimci Düşün Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!