Burjuva Hakkını Yerle Bir Etmek Zorundayız! – Alain Badiou

Haziran 2017’de Alain Badiou, ‘Conséquences’’ tarafından düzenlenen ‘Devlet dışında bir siyaset neyi içerir?’ başlıklı bir konferansa davet edildi. Konferansın yazılı metni daha sonra Fayard tarafından yayınlandı. Bu konferansın hazırlık aşamasında üç yoldaş Badiou ile konuştu; aşağıdaki metin bu konuşmaların kısmi bir transkripsiyonunu içermektedir.

featured

Çev.: Bengü Bade Baz

Son yıllardaki ayaklanmaları dünya ölçeğinde (Yunanistan’dan Mısır’a ve Fransa’ya) değerlendiren Badiou, seçim sürecinin açmazını ve her daim hayal kırıklığına uğrayan vaatlerini aşmaya muktedir devlet sorununa ilişkin stratejik bir hipotezin yokluğunun ayak bağı oluşturduğunu söyledi Yirminci yüzyıl tarihinden ve bir militan olarak kendi deneyimlerinden yola çıkarak, ‘burjuva hakkı’’nın [1]yok edilmesiyle yüzleşme sorunu olduğu sürece, iktidar sorunu hakkında yeniden düşünmenin gereğini ileri sürdü.– tüm göstergelerin açıkça ortaya koyduğu gibi, toplumlarımızı yöneten mülkiyet düzeninin temel ilkesi, “bir kenara itilmeyi, suda boğulmayı, gömülmeyi veya kolay bir ölüme teslim edilmeyi” hoş görmeyecektir.

Ancak bu sorunun engelini kaldırmayı başarırsak, etrafımızda gördüğümüz hareketler gerçek bir zaferin koşullarını tasavvur edebilecektir.

Alain BadiouSiyasetin iktidar sorununa indirgenemeyeceğinden daha evvel bahsetmiştim. Egemen düzenin kalbinde yatan bir şeylerin yerle yeksan edilmesi gerekiyor çünkü bunlar kenara itilmeyi, boğulmayı, gömülmeyi ya da kolay bir ölüme teslim olmayı kaldıramazlar. Kabul edelim, toplumlarımızdaki yerleşik güç sistemi, koşullar ne olursa olsun dayanmak için güçlü bir iradeye sahiptir. Kapitalizmin çarklarının işlemez hale geldiğini düşünenler ciddi şekilde yanılıyorlar.

Ancak bu iktidarın fethi vizyonu, önceki silsileleri belirleyenlerden farklı olmak zorunda kalacak…

AB: Evet, bu doğru, ancak bu, içerebilecekleri üzerinde düşünmek zorunda olmadığımız anlamına gelmez. Çünkü nihayetinde bunun genel bilinçte içsel bir varlığı vardır. Geçen yüzyılın ilkel ayaklanmacılığını ya da buna benzer bir şeyi kopyalamamanın etkisi, bununla hiç ilgilenmememiz ise, sonuç şudur ki, bir bakıma egemen siyasi figüre dahil olmayı kabul ediyoruz. Yani tamamen taktiksel olamayacak bir antagonistik unsur var. Evet, polisler kapımıza dayağında bir düşmanlık durumu oluşur. Ama bu bir savunma taktiği, kısmi veya sembolik bir saldırıdır. Ancak burada da esas soru hakkında ne gibi bir önerimizin var olduğu sorusu baskın olmalıdır. İktidarı ele geçirmenin önemli olmadığını bir doktrin olarak sürdürmenin mümkün olduğuna inanmıyorum.

Ama bu antagonizma sadece taktiksel değil, aynı zamanda stratejiktir, peki başka ne gibi biçimler alabilir?

AB: Stratejik olarak bilmiyorum, sadece iktidarı ele geçirmeyi umursamadığımız doktrini ortaya koyamayacağımızı söylüyorum. Politika hakkında yeni bir düşünce tarzı geliştirme açısından önemli siyasi riskler almadan bunu sürdürebileceğinizi sanmıyorum. Ama buna bugün cevap verebilmem için ortada bir  sebep yok [gülüyor]! Ayaklanma, devrim, devlet iktidarının devrilmesi vb. gibi resmileşmiş bir teorinin olduğu zamanlarda bile, somut sürece bakarsanız, aslında bu, gün be gün keşfedildi. Ekim Devrimi günübirlik bir süreçti… Ama biz burada bu konunun insanların zihninde var olup olmadığından ve bir sonraki aşama için perspektifleri tartışırken konuşuyoruz.

Bu iktidarı alma meselesi metinlerinizde  oldukça yoğun. Bir yerde bunun siyasi ilkeden çok koşullara bağlı olması gerektiğini, artık düzenleyici ufuk olamayacağını söylediniz…

AB: Evet, düzenleyici ufuktan bahsedebileceğimizi sanmıyorum.

Açıkcası bu halen muğlak. Bugün herhangi birine  ‘Peki, o zaman, devlet iktidarını ele geçirme yolunuz nedir? diye sorsanız en gösterişli isyancılar bile – Coming Insurrection’daki Görünmez Komite’nin dahi-…  Şimdi(Now) isimli metinlerinde artık herhangi bir ayaklanma görmezsiniz, bu gerçekten çok çarpıcı.

Çünkü ‘Dostlarımıza’da (Görünmez Komitenin “To Our Friends” metni) ayaklanma vaktinin geldiğini ve devrim olmadığını söylüyorlar. Ayaklanma kapımıza dayandı ancak  biz onu devrimle taçlandıramadık.

Aynen.

Yani ayaklanma ile devrim arasında muallakta olan bir sorun var…

AB: Evet. Görünmez Komite, Yunanistan da yaşananların yansımalarına dair pratikte zaferin aslında bir yenilgi olduğunu belirtti. -bu minvalde bir şeydi.- Atina’daki, Yunanistan’daki vs., Tsipras’tan önceki genel ayaklanma sistemini analiz ettiklerinde, aslında bunu bir muamma olarak sunuyorlar: “Nasıl oluyor da tam zafer bizimdir dediğimiz an kendimizi yenilginin kıskacında buluyorduk?” Yani, bir ayaklanmada galip gelip devrimde bozguna uğramak imkanlar dahilindeydi [gülüyor] Bu yüzden tüm bu soruları tartışmamız gerektiğini düşünüyorum. Demek istediğim bu, çok basit. Bir Hareketin militanları, yerel halk vs gibi kişilerin genel bilincinden bu sorunun kaybolmasına izin veremeyiz. Bunun oldukça Çince bir tanımını vereceğim: En nihayetinde burjuva düzeni yok edilmelidir. Eş deyişle mülkiyet hakkı yerle yeksan edilmelidir. Burjuva hakkı öyle ya da böyle ortadan kaldırılmalıdır. Kendiliğinden yok olacağı yanılgısına kapınılmamalıdır. Çünkü bu bir palavradır ve bunun için hazırlanmanız gerektiği ya da tüm güçlerinizi oraya yoğunlaştırmanız gerektiği anlamına gelmez. Lakin bu meseleyi somut durumlara, yani başarısızlıklara ve başarılara atıfta bulunmak da dahil olmak üzere, tartışmadan çıkarmamız gerektiğini düşünmüyorum. Ve burada, ister grevlerin aldığı biçimler, ister Notre-Dame-des-Landes işgali, ister iş kanununa karşı gösterilerdeki yürüyüş cephesi, ister meydanların işgali olsun, sahip olduğumuz deneyim kırıntılarını analiz etmemiz gerekiyor… Tüm bunlar hâlâ, ‘İyiydi ama bitti’ demekle yetinemeyeceğimiz bir dizi gerçek durum, kolektif, hareketli, militansı durumlar.

Bir yanda ‘Arap Baharı’nı, diğer yanda da Yunanistan ve İspanya’daki mücadeleleri değerlendirdiğimizde, İspanya ve Yunanistan’da hareketin bir seçim toparlanması içerisinde oluşunu devlet iktidarı konusunda tıkandıklarına yorabiliriz.

Evet

AB: Güney ülkelerinde ise Mısır’da darbe oldu ve Suriye’de, Libya’da, Yemen’de iç savaşlar çıktı (Tunus, Ennahdha ile Nidaa Tounès arasındaki müzakereyle kıl payı kurtuldu). Dolayısıyla, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana benzeri görülmemiş bu devrimci dalga içinde devletle ilişkide hala düşünülmemiş bir şey var. Ukrayna’da da Maidan’ın başlangıcında bir hafta süren oldukça belirsiz bir sivil hareket başladı ve haftanın sonunda sağ- aşırı sağ partiler geldi ve yolsuzluğu eleştiren -ve belki daha en başında sola meyili olabilecek-bir yığının karşısına dikilerek : ‘Aha, bir projeniz yok mu? Bizim bir projemiz var, bu proje Avrupalılık ve Ukrayna milliyetçiliği’dir.” dedi.

Dolayısıyla devletle olan bu -üzerinde yeterince kafa yorulmamış- ilişki yalnızca bir siyaset, siyaset felsefesi vb. sorunu değil, gerçekten de çağdaş bir sorundur. Çünkü Tunuslular, “Hepsini kapı dışarı etmeliyiz!’ dediğinde, ne istediklerini olumsuz bir şekilde tanımladılar. Peki sizce devletle bu yeni ilişki hakkında düşünmenin koşulları neler olurdu? Elbette bunu şimdi tanımlamayacağız, ancak bunun farazi koşullarından bahsedebiliriz.

AB: Evet, ilk hissim, sorunun doğru bir şekilde ele alınması gerektiğidir. İkincisi, bahsettiğiniz tüm örneklerde bunun olumsuzluk ile olumlama arasındaki diyalektik bir salınım içinde hareket ettiğini çok net bir şekilde görebiliyoruz. Başka bir deyişle, paradoksal olarak, miras aldığımız devlet karşıtı gelenek, olumsuz bir gelenek, yani devleti yok etme ya da burjuva hakkını yerle bir etme tüm bunlar olumsuz şeyler. Evet,bunları kendim de benimsiyorum. Ancak somut bir durumda, itici güç olan ve eksik olan her zaman olumlu önerilerdir.

Çünkü en büyük meydan işgal hareketlerinde bile, seçim önerisini kabul etmemenin çok zor olduğu bir an gelir.- bu Yunanistan’da oldu, Mısır’da oldu… -Mısır tarihine bakarsak: Herkes seçim önerisine bağlıydı ve bahsi kazanan Müslüman Kardeşler oldu ve ardından Müslüman Kardeşler fiilen askeri darbeye izin verdi. Ancak seçim önerisi özünde zarar verici, yani bugün seçimlerin temelde karşı-devrimci işleyiş içinde olduğunu biliyoruz. Bunu en son 68 Mayıs’ında yaşamıştım. Her yerde kırmızı bayrakların dalgalandığı, tüm fabrikaların grevde olduğu, – deyim yerindeyse-  sivil hareket bazında bu ülkede görülmüş en büyük hareketti. Ardından seçimler oldu ve Gaullist’ler üçte iki çoğunlukla kazandı!

Ondan sonra süreç tabii ki devam etti, ama farklı koşullar altında. Dolayısıyla, kitle eylemlerinden yola çıkarak hangi çağdaş önerinin devlet iktidarı sorusunu salt sembolik olmaktan öte bir biçimde ortaya koyabileceği ve bununla bu konudaki- bir sonraki mühlete kadar, bu bir Leninist meseledir. (Leninist mirasla ne yapıyoruz sorusunu cevaplamadan başka çıkar yol aramak söz konusu olamaz. Çünkü bu, cevaplanması gereken bir sorudur.) Kendimi çıkmaz içerisinde hissediyorum ve bunu aşabilmiş değilim. Esasen düşünmenin kendisi bu konuda çıkmazdadır. Bu yüzden en azından düşünme engelini ortadan kaldırmaya çalışmalıyız.

Üstelik yıllardır, özellikle devlet iktidarı sorununda, post-Leninist bir stratejiye duyulan ihtiyacı formüle ediyorsunuz.

AB: Aynen öyle. Çünkü Leninist strateji, aslında zaferi için militarize araçları elde eden klasik bir isyancı stratejiydi. Bu da siyasi örgütün kendisini militarize etmek anlamına geliyordu. Yani temelde askeri bir teşkilat olarak işlev görmesini sağlamak. Bu neye yol açtı? İşleyiş biçiminde kendisi militarize olmuş bir devlete. Bunu tekrar edemeyiz. Şimdi Maoist sürece bakarsak, bu tamamen farklıydı. Halk ordusuyla birlikte otuz yıllık bir süreç vs. Ama Mao bunun koşullarını açıkça belirtti: Çin’in enginliği: devlet iktidarının işgal edilebilecek tüm bölgeleri açıkta bırakması ve böylelikle siyasi bir okul ve gerçek bir ordu-partinin militarizasyonuyla oluşmamış, daha çok terimin geleneksel anlamıyla bir ordu, bir “halk ordusu”- için yer açmış olmasıydı. Kısacası, bu konuda yirminci yüzyıl geleneğinden miras alınan dersler bu haliyle kullanılamaz. Bizimki gibi bir ülkelerde şehirleri kırsaldan kuşatamayız! [gülüyor]

Kesinlikle: ama bu anlamda ortalarda konumlanan ve 2011 hareketinin tüm tarihini etkileyen mevcut iki hareket hakkında ne düşünüyorsunuz? Leninist modele, hatta Maoist modele oldukça aşina olan Zapatistaları ve Kürtleri kast ediyorum.çünkü Zapatista kurucularının belirli bir kısmı Maoistti.

AB: Evet, kesinlikle, diğerleri de, bu arada…

Bir tür halk demokrasisi, köy komünleri vb. ile askeri sorun arasında bir ara (bunun kendisi sorunludur) geliştirmeye çalışan Kürtler de durum aynıydı. Çünkü her ikisinin de ordusu var. Zapatista ordusu savunmada olan bir ordu ama en nihayetinde bu bir ordu. Ancak Kürtler bu durumdan bahsetmiyorlar.

AB: Evet, Zapatista deneyimine, özellikle de ‘kullanılmamak üzere kurulmuş bir ordu’ fikrine, eğer bize saldırmazlarsa onu konuşlandırmayacağımız fikrine karşı çok hassas ve ilgiliydim. Aslında, tüm olanlara rağmen, Zapatistalar Mexico City’deki yürüyüşlerinde başarılı olamadılar; bunlar gerçekten işe yaramayan hamlelerdi, ki bu da dikkat çekicidir. Ama Zapatistaları, deyim yerindeyse, temelde bir savunma/saldırı aracıyla, gerekirse her iki amaç için, bölgeyi korumak ama belki de daha fazlası için kullanılabilen bir bölgesel işgal ilkesi olarak görüyordum. Ama ‘daha fazlasını’ denediklerinde işe yaramadı.

Daha genel olarak, savunma ve saldırı arasındaki diyalektik konusunda tam olarak yeterli olmadığımızı düşünüyorum. En basitinden, savunma odaklı örgütlenme, bir işgal, hatta küçük ve kısmi serbest bir bölgenin tutulması ya da siyasi bir alanın yaratılması vs. mümkündür, bir süreliğine bunlar iş görebilir…. Ancak öyle bir an gelir ve tüm bunların dinamiklerinin bir adım daha öteye götürülmesini talep eder. İşte karanlıkta kalan bu noktadır: Devlet üzerinde gerçek bir kısıtlama uygulayan şey ne olabilir? Sadece yerelleşme ve süreklilik içinde devlete rahatsızlık verme olarak değil de, devleti gerçek bir değişime zorlayacak bir kısıtlamayı nasıl mümkün kılınabilirdik?

Kürtler’in içinde bulunduğu durum farklı çünkü artık genelleştirilmiş bir savaş bağlamındalar. Belli ki değişen şeyler var. Yine de, şimdiye kadar ki isyancı zaferlerin bile her zaman bir savaş bağlamında-. Yani, dış çelişkilerle uğraştıkları için düşmanın gerçekten zayıfladığı bir bağlamda- gerçekleştiğini kabul etmeliyiz. Bu da bir sorun: Düşmanlar arasındaki çelişkiler en yüksek biçimine ulaşmadıysa devrim mümkün mü, yoksa sonraki savaşı beklemek mi zorundayız? Tabiki hayır cevabını vereceğiz; başlangıç için beklemek asla bir direktif değildir, aslında kimse beklemez. Ama problemlerin karmaşıklığını bahsettiğin örneklerin bağlamından da görebiliyoruz. Kürtlerin de kontrol altında tuttukları  ulusal referansta olma gibi bir özgüllükleri var, deyim yerindeyse bunu kontrol ediyorlar çünkü bu milliyetçilikle alakalı değil. PKK kâh milliyetçi olmayan kâh milliyetçi bir parti olmaya çalışıyor…

Zapatistalar da aynı şekilde.

AB: Evet bu doğru. Ayrıca, Zapatista hareketi milliyetçi olmayan bir yerli kimliğe dayanıyor.- tabii ki bir kabile anlayışı değil bu-. Dahası, bu yöntemi Avrupa’da– Kuzey İrlanda veya Bask’ı düşünebiliriz – kullanmaya çalışanlar, bir bakıma Cezayir Savaşı ile kıyaslanacak denli korkunç bir baskı ile karşılaştıklarından, Belfast, IRA’yı ve özellikle onun en devrimci eğilimini ele geçirmek için boşaltıldı. Bu militarize edilmiş azınlık ile halk-kitleler arasında bir ayrılık olduğu an, kendimizi bir terörist çıkmazında buluyoruz ve hepsi bu.

Kesinlikle

AB: Avrupa’da bu iki hareketin bilançosu, mevcut şartlar açısından bu stratejinin zaten mümkün olmadığını anlamamızı sağlıyor… Tüm bu örnekler devlet sorununda işlerin durma noktasına geldiğini işaret ediyor ve şu an bulunduğumuz düzeyden çok daha ileri gidebileceğimizi sanmıyorum. Her şeyin farklı olup olamayacağı, ilk ders olup olmadığı vs. tartışmaları her zaman olacaktır: Troçkistler 1917’ye  1905 gibi diyecekler, Maoistler uzun bir yürüyüşün başlangıcı diyecekler.-metaforlarımızı hazırda bekletiyoruz tabiki [gülüyor]

Arap hareketinin yanı sıra Yunanistan ve İspanya’daki tüm hareketler elbette beni çok etkiledi. Gerçekten bir şeyler oluyordu. Ve bana öyle geliyor ki, bugün bundan hemen net olumlu dersler çıkaracak durumda değiliz. Mısır örneği çarpıcıdır: askeri diktatörlüğe dönüşle birlikte her şey kısır bir döngüye girdi. Peki ne olmuştu? Hangi noktada bu kadar kontrolden çıkılmıştı? Bana kalırsa, yıkım seçim sürecine girmesiyle başladı.

Seçim süreci, bu durumların neredeyse tamamında yıkıcı etkisini göstermiştir. Çünkü, kendisini sanki devlette bir değişiklik önerisiymiş gibi sunan seçim sürecidir.-ki bununla yakından uzaktan alakası yoktur-Seçimle kimse devleti değiştirmedi, dünya tarihinde bu hiç yaşanmadı. Seçimlerle bir devleti değiştirmek , dahası derinlemesine değiştirmek mümkün değildir.

Temelde bulunduğumuz yer: seçim sürecinin reddi ve fiili hareketi devam ettirecek, devletle derhal farklı bir ilişki biçimi ortaya koyma ihtiyacı. Bu biraz Haziran 68’de yaşadığım duyguya benziyor. ‘Seçimler, aptal için bir tuzaktır!’ diye bağırabiliriz. Kabul etmek gerekir ki, pek çok genç gidip oy kullanmadı ama ezici bir gerici çoğunluk ile karşılaştık ve sonrasında siyasi süreci yeniden başlatmak ve farklı bir temelde mücadele etmek zorunda kaldık. O zamanlar bu ‘yeni partinin temelleri atılıyor” durumuydu ancak bu hareketin kendisinin potansiyelinden kopuktu.

Hareketin birkaç yıl boyunca hâlen oldukça geniş kapsamlı sonuçlara varması potansiyelinden.

AB: Evet, yeni bir militanlık yaratıldı. Ve bu yeni militanlık çok çeşitli biçimler aldı – özellikle yeni sosyal yollar, bağlantısı olmayan insanlar arasında bağlantı kurma gibi. Bunlarla ilgili büyüleyici anılarım var – ama bu biçimler her zaman yeni bir örgüt yaratma fikri tarafından zaptedildi. Yani eski model tarafından. Evet, Leninist şema.

Mevcut durumda bile geçerliliğini koruyan bir konu.

AB: Evet, alakalı olmaya da halen devam ediyor, ancak sorun onu tekrarlamak değil. Çünkü tekrarlamak da işe yaramadı. Ve en iyi kanıt, onu kesin olarak gömen şeyin bir kez daha seçim önerisi olduğudur: Mitterrand. Yani, tarihsel olarak Komünistler ve Sosyalistler arasındaki Halk Cephesi’ne dayanan bir ittifakın seçim önerisi. Pek çok insan bundan vazgeçmişti, bu düzenin teklif edilmesinden oldukça mutlu oldular… [gülüyor].

Ayrıca, “özerklik alanları”(areas of autonomy) gibi geleneksel paradigmalara indirgenemeyecek örgütlenme biçimleriyle ilgili deneylerin olduğu 1970’lerdeki İtalyan örneğini de düşünebiliriz.

AB: Evet, bunu yeni örgütlenme biçimleri figürüne de dahil ederdim. Bu dönemde sadece önceki kalıpları tekrarladığımızı söylemiyorum. Çünkü bir Maoist olarak bu örgütsel biçimlerde bile, Leninist partinin veya bu türden figürlerin bir tekrarı değildi[2]. Aslında bu, kitle hareketinin ne olduğuna ve olacağına dair varolan disiplinle -kitlelerle omuz omuza olmak-çok daha yakındı. Elbette bu disiplinde varyasyonlar da vardı.

Geriye dönüp baktığımda, bu döneme hakim olanın-sizinle aynı fikirdeyim- ‘örgütlenme’ ifadesi olduğunu düşünüyorum, ama kesinlikle yeni bir örgütlenme türü. Eski kalıpları tamamen ve basitçe tekrar edenler azınlıktaydı ve en ilginç deneyimleri yaşayan insanlar değillerdi. Ancak bununla birlikte, 1980’lerin karşı devrimini yavaşlatma veya durdurma potansiyeline bile sahip değillerdi.Belli ki senden büyüğüm ve kendimi şuan oyunbozan gibi hissediyorum[gülüyor]. Ama benim üzerimde olağanüstü etkisi olan bir şey var: 1980’lerden itibaren restorasyonun dayatması ve şiddeti, karşı-devrimci, ideolojik, teorik restorasyon vb. [gülüyor]. Şanslısın, belki de yeni bir döngünün başındasın. Zor da olsa buna inanıyorum.

68 sonrası dönemdeki militan yıllarınızdan bahsettiğiniz için size daha anekdotsal bir soru yönelteyim. O zamanın solcu gruplarından hangisi en başarılı güvenlik hizmetine sahipti?

AB: Bu açıkcası güvenlik hizmetine hangi işlevin atfedildiğine bağlıdır. Ligue Komünist Devrimi, savunma açısından en güçlüsüydü. Lig bir eylemi korumakta iyiydi. Bazen onların arkasına geçer ve saklanırdık [gülüyor]. Evet,sayıca kalabalıktılar [gülüyor] Öte yandan, eğer mevzubahis olan hırpalamak ve saldırmak ise Gauche Proletarienne [3]en iyisiydi, lakin kısa süre içerisinde dağıldılar. Onlardan sonra geriye çok şey kaldı…

Polislere dalaşmayı sevdiğimi biliyorsun. UCFML’nin askeri komisyonundan sorumluydum, polislere her zaman çifte darbe indirecek durumda olmamız gerektiğini savunan metinler yazdım. Bu yüzden staggered lines of Molotov cocktail throwers’I kurdum.Tüm bunlara çok aşinayım. Ve gerçek tatmini, örneğin bir sıra polis grubu yerle bir olduğunda yaşadım – bu bir tür alegori [gülüyor]. Bütün bunlar, benim bu tür şeylere alerjim olmadığını söylemek için.

Buna dair şüphem yok!

AB: Şiddet karşıtı bir insan değilim. Vaktinde şiddete meyilim oldu ve gençlerin şiddeti denemeleri, özümsemeleri, uygulayabileceklerini bilmeleri son derece normal. Polisten korkmamayı, onları küçümsemeyi ve aynı zamanda kendinizi onlardan korumayı öğrenmelisiniz, vs. – sorun bu değil. Sorun çok daha mühim: devlet üzerinde ne tür kısıtlamalar  uygulanabileceğini bilmek…


[1] Marx tarafından Gotha Programının Eleştirisi’nde kanonik olarak formüle edilen “burjuva hakkı” kavramı, Badiou için önemli bir referans olan Kültür Devrimi bağlamında Mao Zedong tarafından da ele alınmıştır. – Çevirmen.

[2] Badiou, 1969’da kuruluşundan 1980’lerin başında dağılmasına kadar UCFML’nin (Union des communis de France Marxistes-Léninistes) önde gelen bir üyesiydi. Grubun gazetesi Le Marxiste-Léniniste’in sayıları çevrimiçi mevcuttur. (http://www.editions-proletariennes.fr/Dochml/presse/articles/lemarxisteleniniste/leMarxisteleniniste.htm)

[3] 68 Mayısının ardından oluşturulan en büyük Fransız Maoist örgütü 1973’te dağıldı. Bkz. Les nouveaux partizans: Histoire de la gauche proletarienne, Éditions Al Dante, 2015.

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
k_zg_n
Kızgın
0
_a_rm_
Şaşırmış
https://devrimcidusun.org/wp-content/uploads/2021/04/1.png
Giriş Yap

Devrimci Düşün Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!