“İnsan kalmanın tek yolu, bu
insanlık dışı sisteme karşı savaşmaktır.”[2]
Kapitalist sömürüden ve/veya kapitalizmin ücretli kölelik cehenneminden söz etmeden işçi sınıfına dair bir şeyler söylemek imkânsızdır.
Çünkü kapitalist üretim tarzı, üreticilerin üretim araçlarının sahipliğinden yoksun kalıp işçileşmelerine ve o nedenle sermayenin emri altına girerek kendilerine yabancılaşan emek ürünleri üretmelerine dayanırken; kapitalist toplumda işçi, kendi işgücünün de sıradan bir değişim değeri hâline geldiği bir meta egemenliği dünyasında yaşar. İşgücünün metalaşması, işçiyi üretim sürecinde yatan süreçleri ve gerçek toplumsal ilişkileri kavrayabilmekten uzaklaştırır.
İşçilerin hakikâtleri, kapitalizmin içyüzünü kavrayabilmesi için sınıf mücadelesi bilincine, örgütlülüğüne ihtiyaçları vardır. Bunu sağlayan da işçi sınıfının kendi ekonomik-toplumsal gerçekliğini kavrayabilmesinin yolunu açan Marksizm-Leninizm’dir.
Bunların altı çizilmeden konuya ilişkin ileri adımlar atabilmek kadar, “Hemen herkesin hemfikir olduğu bir durum söz konusu: İşçi sınıfı toplumsal tarih içinde bir asırdır sahip olduğu merkezî konumunu artık korumuyor,”[3] veya “Marksizm’in en çok uğraştığı alan üretim araçları-güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiydi. Bugün bu çelişki ortadan kalkmış değildir; fakat biricik çelişki de değildir. Kadının konumu, ekoloji, küresel ısınma, iklimsel değişim, ulusların yaşadığı sorunlar sınıf çelişkisinden az değildir,”[4] diyen zırvaları ciddiye almak da mümkün değildir![5]
Çünkü Karl Marx’ın “kendinde sınıf” diye nitelendirdiği işçi sınıfını ortaya çıkaran koşulları ve bu sınıfın bir devrim yapabilmesinin nasıl mümkün olabileceğini kavrayabilmek can alıcı öneme sahiptir. Marksizm-Leninizm açısından işçi sınıfının tarihsel gücü, yoksulluğundan, dışlanmışlığından değil, üretim sürecindeki nesnel konumundan ve bu nesnel konumun kendisine verdiği kolektif davranabilme potansiyelinden gelmektedir.
İşçi sınıfı kavramı, üretim araçlarından yoksunluk, iktisadi bir zorlama altında emek gücünü satma zorunluluğuna ve bu emek gücünün başka biri tarafından kullanılmasına, yani sömürüye dayanırken; Ernest Mandel’in şu tanımını tekrar hatırlamakta fayda vardır:
“Bu kavram, kesinlikle sanayideki kol işçileriyle sınırlı değildir. Proletaryanın bu kısmı epeyce zamandan beri büyümemekte, tersine gittikçe azalmaktadır. Proletarya tanımını işçi sınıfının sadece bu kısmı ile sınırlayan bilim adamları ya da politik militanlar, sonunda proletaryanın toplumu değiştirme olanaklarının artmaktan ziyade daha da azaldığı sonucuna varacaklardır. Ancak Marx için proletarya, Gesamtarbeiter, yani ‘işçiden başka bir şey olmayan işçi’ demekti. Bu kavram beyaz yakalı işçileri, teknikerleri, mühendisleri ve hatta işyerindeki üretim sürecini planlayan ve kontrol edenlerin (kelime anlamında ‘yönetenlerin’) belirli bir tabakasını, kamu hizmetlerinde ve devlette çalışanları da içerir (elbette üst yöneticiler ve yüksek memurlar hariç olmak üzere); yani ekonomik baskı altında işgücünü satan ve gelirleri normal olarak sermaye biriktirmelerine ve kendilerini bu proleter hayat şartlarından bireysel olarak kurtarmalarına olanak tanımayan bütün herkesi kapsar.”[6]
Böylesine kapsayıcı bir kavram olarak proletaryayı tanımlayabilmek için öncelikle bir işçi sınıfından ziyade “sınıf” kavramının ne olabileceğine eğilmek gereklidir.
Sınıf kavramının kökenine dair en erken kullanımlardan birisi; 1832’de çıkarıldığı mahkemede, yargıcın kendisine yönelttiği “Etat’nız[7] nedir?” sorusunu, “Proleterim[8]” diye yanıtlayan Fransız sosyalist-devrimci Auguste Blanqui’dir.
Ve ardından şöyle devam eklemişti: “Benim gibi proleter olan otuz milyon Fransız’a, yaşamaya hakları olduğunu söylediğim için suçlanıyorum … Bizim rolümüz önceden yazılmıştır; iddia makamının rolü ise ezilene uygun olan tek roldür.”
Proletarya kavramının bu kullanımı aslında XIX. yüzyıl gibi geç bir tarihte olmasına rağmen kökeni Roma’ya kadar dayanmaktadır. Buradan şu sonuç çıkmaktadır ki sınıfın kendisi sonradan üretilmiş bir şey değildir. Kavramın kendisi, bir sınıfın hakikâtinden söz ederken nereden başlanacağı sorusuna ışık tutmaktadır.
Özetin özeti: Teorik ve soyut olarak Karl Marx işçi sınıfını, proletaryayı ücret karşılığı emeğini satmak zorunda bırakılıp, üretim araçlarına sahip olmayanlar olarak tanımlar.
Proletarya üretim araçlarına sahip olmayan sınıfın adıyken; ücretli köle (işçi), feodalizmin çözülmesiyle mülksüzleşenlerin, yani emek gücünü belli bir ücret karşılığında satmaktan başka yaşam seçeneği kalmamasıyla ortaya çıkan, üretimdeki konumları itibarıyla belirli bir kesimin sınıfsal olarak tanımlanmasıdır.
Ve nihayet kapitalist toplumda proletarya ile burjuvazi (kapitalist sınıf) birbirinin zıddıyken; proletaryanın sınıfsal çıkarları, sistemin tamamen aşılmasındadır.
GENEL ÇERÇEVE
Hayatta kalmak ve/veya geçimini temin etmek için el emeğini, beyin gücünü yani emeğini satmak zorunda bırakılanlardan oluşan “İşçi sınıfının yurdu yoktur”; Godot değildir; gelecektir.
“İşçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedebileceği bir şey yok ama kazanacağı bir dünya var,” diye betimlenen ya da Friedrich Engels’in, “İşçi sınıfı, toplumun, geçim araçlarını herhangi bir sermayeden elde edilen kârdan değil, tamamıyla ve yalnızca kendi emeğinin satışından sağlayan; sevinci ve üzüntüsü, yaşaması ve ölmesi, tüm varlığı emek talebine, dolayısıyla işlerin iyi gittiği dönemler ile kötü gittiği dönemlerin birbirlerinin yerini almasına, sınırsız rekabetten doğan dalgalanmalara dayanan sınıfıdır,” tanımındaki O, uygarlığın yükünü omuzlarında taşıyan sınıf ve objektif olarak da kapitalizmin mezar kazıcısıdır.
Yekpare bir bütün olmayıp, birçok farklı bölünmeye tabidir: i) tarım, hizmet, sanayi işçileri; ii) nitelikli, yarı-nitelikli ve niteliksiz işçileri; iii) kayıtlı, kayıtsız işçiler; iv) kamuda çalışan, özel sektörde çalışan işçiler; v) kadın ve erkek işçiler; vi) göçmen, farklı etnisitelerden işçiler; vii) kır işçileri, kent işçileri gibi…
Evet işçi sınıfı denildiği zaman genellikle bütün mensuplarının aynı özelliklere sahip olduğu homojen (türdeş) bir kütle akıllara gelse de; kapitalist üretim sürecindeki konum bakımından aynı karakteristik özelliği (emek gücünü satmanın dışında başka geçim araçlarına sahip olmamak) taşımakla birlikte kendi içinde onun da farklı kesim ve katmanlar içeren parçalı bir bütünlük oluşturduğu gerçeği gözden kaçırılmamalıdır.
Öte yandan birileri, “Devrimci özelliği kaybolmaya yüz tutmuş sınıftır” dese de, hâlen dünyayı değiştirebilme potansiyeline sahip olan yegâne güçtür. Çünkü tüm zenginlikleri yaratan; ne kadar çok üretirse, o kadar az tüketecek olan; zenginler için sermaye, kendisi için yoksunluk üreten; değiştirip dönüştüren odur.
İlaveten Friedrich Engels’in, “Bugünün işçisi, sanki özgürmüş gibi görünür; çünkü, o bir kez ilk ve son olarak satılmaz, gündelik, haftalık, yıllık olarak parça parça satılır; özgürmüş gibi görünür, çünkü onu, sahibi bir başkasına satmaz; bunun yerine belli bir kişinin kölesi olmadığı, tüm mülk sahibi sınıfın kölesi olduğu için, kendisi, kendini satmaya zorlanır,”[9] vurgusundaki üzere mülksüzleştirilen işçi sınıfı, zorunlu geçim araçları edinmek için burjuvalara (sermaye sahiplerine) emeğini satmak zorundayken; XVIII. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de ortaya çıkan sanayi devriminin bir sonucuydu.
İşçilerin, işçi sınıfının burjuvaziye karşı verdiği mücadeleyle müsemma oluşumu direniş dönemlerinde ortaya çıkan devrimci praksisiyle tanımlanırken; Karl Marx ile Friedrich Engels’e göre, üretim araçlarını elinde bulundurmayan her insan işçi sınıfına (proletarya) dahildir.
Ve Friedrich Engels’e göre, “Emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan ve mülksüz birey”ken; V. İ. Lenin’e göre de, “Emeğinden başka satacak bir şeyi bulunmayan, bir mülke sahip olsa bile üretim araçları üzerinde söz sahibi olmayan sınıf”tır.
Evet sınıf(lar), -V. İ. Lenin’in deyimiyle- “Tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal üretim sisteminde tuttukları yer”e göre belirlenirler.[10]
Kapitalist üretim süreci teknik bir iş süreci değil, toplumsal bir işbölümü sürecidir.[11] Sınıf ayrımının ve varlığının temelinde insanların üretim araçlarıyla ilişkisi yatmaktadır. Sınıf varlığının özünü veren bu ölçüt, bugünkü tartışmalarda da en kritik noktayı oluşturmaktadır. Emekçiyi üretim araçlarından koparan ilkel birikim süreci işgücünü “özgürleştiren”, işçi sınıfını tarih sahnesine çıkaran süreçtir.
Üretim araçlarıyla ilişki başta gelmek üzere, emeğin toplumsal örgütlenmesinde alınan rol, toplumsal zenginlikten alınan pay, payın elde ediliş biçimi, nesnel sınıfsal varoluşu veren öteki ölçütlerdir. Kapitalist toplumda üretim araçlarına sahip olan, emeği örgütleyen, sömüren, toplumsal zenginlikten artı-değer oranına göre pay alan sınıf kapitalist sınıftır; burjuvazidir. Üretim araçlarına sahip olmayan, yaşamak için işgücünü satmak zorunda olan, sömürülen, toplumsal zenginlikten işgücünün değişim değerine göre ve patron tarafından ödeme yöntemiyle pay alan sınıf işçi sınıfıdır.
Boş yere uzatılan bir tartışmayı kesmek için yukarıdaki tanımdan çıkarılması mümkün olmayan ama kimilerinin çıkardığı bir yanlış sonuca kısaca değinmek gerekiyor. İşçi sınıfının bugün düne göre daha fazla tüketim olanağına sahip olmasını “artık zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri “ olduğunun dolayısıyla “eski” sınıf konumunu yitirdiğinin gerekçesi olarak öne sürenler iki yanlış birden yapıyorlar. En başta söz konusu olan genel olarak özel mülkiyet değil üretim araçları üzerindeki özel mülkiyettir.[12] Bu da ‘Komünist Manifesto’da açık seçik dile getirilmiştir:
“Ücretli emekçinin kendi emeği aracılığı ile mülk edindiği şey, salt kendi varlığını sürdürmeye ve yeniden üretmeye yeter. Biz emek ürünlerinin bu kişisel mülk edinilmesini, insan yaşamının devamı ve yeniden-üretimi için yapılan ve geriye başkalarının emeğine komuta edecek hiçbir fazlalık bırakmayan bu mülk edinmeyi hiçbir biçimde kaldırmak niyetinde değiliz.”[13]
Kaldı ki, işçi sınıfının “zinciri” onu sermayeye bağımlı, sömürülebilir bir emek gücü hâline getiren koşullardır; sahip olduğu kişisel tüketim araçları değil. Her şey bir yana, kapitalizm canlı emeği sonuna kadar sömürmek için onun kendini yeniden üretmesinin koşullarını da sağlamak durumundadır. Marksist-Leninist teoride, işçi sınıfının devrimci misyonunu onun yoksulluğuna ve yoksunluğuna bağlayan bir düşünce yoktur.
Üretim araçları sahipliğini yitirmek, işgücünü satma “özgürlük” ve zorunluluğunun tarihsel koşuludur. Üretim araçlarından kopan ve yaşamak için kendi işgüçlerini satmak zorunda kalan emekçiler işçi sınıfını oluştururlar. İşgücünü satma zorunluluğu bir ilişkiyi, verili üretim ilişkileri içindeki bir konumu anlatmaktadır. İşgücünün satışı gerçekleşmese bile ilişki ve konum değişmemektedir. İşçi sınıfı gelişmesinin belli bir evresinde değil, varoluşunun ta kendisinde aktif ve yedek iki orduya bölünmüştür. Üretim araçlarından koparak mülksüzleşen ancak kapitalist üretim tarzı içinde fiilen istihdam edilmeyen emekçi de işçi sınıfı tanımı içindedir.
İşçi sınıfını sanayide çalışan ve artı-değer üreten kesimlerle sınırlayan yaklaşımlar da çürütülmüştür. Artı-değerin kaynağı işgücüdür. Artı-değer, toplumun üretken olmayan tüm nüfusunun gelirinin de ana kaynağıdır. Bu kaynak, üretildikten sonra yeniden paylaşılır; farklı sınıflara farklı biçim ve miktarlarda ulaşır. Bu, sömürünün yalnız artı-değer üretilen alanda değil, kapitalizmin tüm etkinlik alanlarında sürmesi anlamına gelir.
Üretken emeğin sermayeye yararı, somut bir kullanım değeri üretmesi değil, kârlı bir değişim değeri, artı-değer üretmesidir. Burada iki nokta önem kazanmaktadır. Birincisi artı-değer üretimi salt maddi nesneler üretiminden ibaret değildir. Toplumsal işbölümü içinde “Kolektif emekçinin bir parçası” işlevini üstlenen, “Onun alt işlevlerinden birini yerine getiren” emekçi de üretken emekçidir.[14] İkincisi, kapitalist yeniden üretim süreci, sermayenin üretim ve dolaşım zamanının toplamından oluşmaktadır. Üretken olmayan emek de sömürülmektedir. Üretken olmayan emeğin karşılığı ödenmeyen emek zamanı, bu işçileri çalıştıran kapitalistlerin üretken emekçinin ürettiği artı-değerin bir bölümüne el koymasını sağlamakta, böylece artı-değeri gerçekleştirme giderlerini azaltarak, toplamını artırmaktadır.
“Tıpkı işçinin karşılığı ödenmeyen emeğinin, üretken sermaye için doğrudan doğruya artı-değer yaratması gibi ticari ücretlilerin karşılığı ödenmeyen emeği de, tüccar sermayesi için bu artı-değerden bir pay sağlar.”[15]
Karşılığı ödenmeyen emeğin olduğu yerde kapitalist sömürü, sömürünün olduğu yerde de işçi sınıfı vardır.
Karl Marx’ın, “Bu toplumun çalışan üyeleri hiçbir şey elde etmezken, her şeyi elde edebilen üyeleri hiç çalışmamaktadırlar!” notunu düştüğü kapitalist toplumda, “Ölesiye çalışma”[16] ile “ölüm-kalım savaşı mahiyetindeki rekabet”[17] öne çıkar(tılır)ken, “Kapitalist üretimin amacı, her zaman, yatırılan asgari sermaye ile, azami artı-değeri ya da azami artı-ürünü yaratmaktan ibarettir; eğer bu amaca, işçilerin aşırı çalıştırılmasıyla varılamıyorsa, sermaye, belirli bir ürünü elden gelen asgari masrafla üretmek, emek-gücünü ve masrafları kısmak eğilimini gösterir,” diye ekler Karl Marx…
Sonuçta, işçi sınıfının nesnel varlığı, ilk oluşumundan, bir sınıf olarak yok olacağı zamana kadar aynıdır: Üretim araçlarından yoksun, işgücünü satmak, sömürülmek konumunda olan insan topluluğu. Yapısında ve bileşiminde meydana gelen değişiklikler bu özü değiştirmemektedir.
İşçi sınıfı, kapitalist üretim ilişkileri tarafından sürekli olarak yeniden üretilmektedir. Kapitalizm yalnızca genişlemiş yeniden üretimi değil, temel ilişkisini de bir yanda kapitalist, öte yanda ücretli emekçi olarak yeniden üretmektedir.
Bu çerçevede modern işçi sınıfının ilk habercileri olan küçük üretici emekçiler sınıfı XIV. yüzyılda görülmeye başlamıştı; kapitalizmin doğuş zamanı XVI. yüzyıl olarak kabul ediliyor. Egemen bir dünya sistemi durumuna gelmesi ise sanayi devrimiyle XVIII. yüzyılın sonlarında başladı ve bu süreç ancak XIX. yüzyılın ortalarında tamamlandı.
Sanayi devrimi, burjuvazi ile proletaryanın ilk ve bir bakıma ilkel oluşum dönemlerini tamamlayıp olgun kimlikleriyle karşı karşıya gelmelerinin tarihidir.
“Sanayi devrimi (…) her yerde sınıf ilişkilerine açıklık getirdi, manifaktür döneminden, hatta Doğu Avrupa’da lonca zanaatından kalan çeşitli ara biçimleri kaldırdı; gerçek bir burjuvazi ve gerçek bir büyük ölçekli sanayi proletaryası yarattı ve onları toplumsal gelişmenin önüne itti.”[18]
Burjuvaziyle proletarya arasındaki sınıf mücadelesi bu tarihten sonra tüm Avrupa’ya yayıldı.
Sanayi devrimi, burjuvazi ve proletaryanın iki temel sınıf olarak toplumsal gelişmenin öncülüğünü yapmasının tarihsel koşullarını yaratmıştır. Ama bu, Avrupa söz konusu olduğunda bile, işçi sınıfının sayısal çokluğuyla ilgili değildir. Karl Marx ve Friedrich Engels’in ‘Komünist Manifesto’yu[19] yazdıkları dönemde sanayi devrimini tamamlamış yalnızca iki ülke vardı: İngiltere ve Belçika. Önemli olan, işçi sınıfının tarihsel ve nesnel bir olgu olarak tarih sahnesine çıkmış olmasıdır.[20]
SANAYİ “DEVRİMİ” İLE GEÇİŞ
Sanayi “Devrimi”, Avrupa’da XVIII. yüzyılda İngiltere’deki uygulanmış endüstriyel-ekonomik gelişimdir. Şüphesiz ki modern çağda gerek ekonomi, gerek teknoloji, gerek tarım açısından oldukça büyük bir etki yaratmış, toplumlara yeni bir ekonomik çağa geçiş anahtarı olmuştur.
O, yalnızca İngiltere sınırları içerisinde değil, tüm Avrupa krallıklarına ve cumhuriyetlerine yayılmış ekonomik “devrim”dir. Sanayi “Devrimi” ile beraber birçok küçük atölye, dev üretim araçlarına yani fabrikalara evrilmiştir. İlk defa buharlı üretim araçları kurulmuştur. XVIII. ve XIX. yüzyıl zaman dilimi içerisinde birçok buharlı makine (lokomotif, tarım araçları, üretim araçları, askeri araçlar) icat edilmiştir.
Sanayi “Devrimi” beraberinde ortaya çıkan teknolojik ve ekonomik kalkınma hareketleri yeni bir sanayi çağını başlatmış, işçi ve burjuva (patron) ayrımının temelini oluşmuş ve işçi sınıfı hareketi tarihin sahnesinde yerini almıştır.
Bu elbette feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde (merkantalizm) süreci zemininde yükseldi.[21]
Böylelikle kırdan kente göç ve kentleşmeyle feodal köylülüğün tasfiyesi ile ücretli emeğin ortaya çıkışının devreye soktuğu “mülksüzleşme-işçileşme” yani “özgür ücretli emek”in oluşması süreci çeşitli yollardan gerçekleşti. (Fransa ve Prusya örneklerindeki üzere…)
Konuyla bağıntılı olarak işçi sınıfının oluşum sürecinde sermayenin ne olduğunu anlayabilmek için metaların dolaşım sürecini incelemek gerekir. Çünkü metaların dolaşımı sermayenin (dolayısıyla da işçi sınıfının) başlangıç noktasıdır. Meta üretimi ve ticaret diye adlandırdığımız gelişmiş meta dolaşımı, sermayenin doğup büyüdüğü tarihsel temeli oluşturur. XVI. yüzyılda oluşmaya başlayan dünya ticareti ve dünya pazarı, sermayenin modern tarihinin de başlangıcıdır.
Metaların dolaşım sürecinin maddi biçimi çeşitli kullanım değerlerinin birbirleriyle mübadelesidir. Bu sürecin iktisadi biçim olarak son ürünü ise paradır. Meta dolaşımının bu son ürünü (para), sermayenin ilk görünüm biçimidir.
Sermaye dolaşım sürecinde her seferinde üzerine bir fazlalık eklenerek büyüyen paranın hareketi süreklidir. Bu süreklilik içinde bizler her bir döngünün sonunda elde edilen artı-değeri göremeyiz, ortada yalnızca büyüyen bir sermaye vardır. Paranın sermaye olarak dolaşımı kapitalizmde başlı başına amaçtır ve değerin büyütülebilmesi de ancak durmadan yinelenen bu hareket sayesinde mümkün olur. “Sermayenin hareketi sınırsızdır ve para sahibi bu sınırsız hareketin bilinçli taşıyıcısı olarak kapitalist hâline gelir. Kapitalistin kesesi, paranın çıktığı ve dönüp geldiği noktadır. Burada kapitalistin arzusu parasıyla daha çok kullanım değerine sahip olmak değil, değeri büyütmektir.” Kapitalist böylece “kişileşmiş, irade ve bilinçle yüklü sermaye olarak işlev görür.”[22] Onun tek amacı, sermayenin hizmetinde, dur durak bilmeden kâr elde etmek üzere süreci yürütmeye çalışmaktır.
Kapitalizmin erken dönemlerinde ticaretin önemine odaklanan iktisatçılar (merkantilistler) sermayeyi “para doğuran para” diye tanımlamışlardır.
Paranın sermayeye dönüşmesini anlayabilmek için de, paranın geçirdiği değer değişikliğinin bizzat paranın kendisinden ileri gelmediği daha en başta kavranmalıdır. Çünkü para satın alma aracı ve ödeme aracı olarak, yalnızca satın aldığı metaların fiyatlarını gerçekleştirir, o kadar! Ayrıca, satın alınan metanın tekrar satılarak paraya çevrilmesiyle de para sermayeye dönüşmüş olmaz! İşin sırrı para ile satın alınan özel bir metada gizlidir. Paranın değer kazanarak sermayeye dönüşebilmesi için, kullanımı (tüketimi) yeni değer yaratma kaynağı olan özel bir metanın piyasada bulunması gerekir. Ve para sahibi böyle özel bir metayı piyasada bulmuştur. Bu sihirli özel meta, işçinin emek kapasitesi ya da işgücüdür!
Kapitalist üretim süreci, çeşitli kullanım değerlerini yaratan emek süreciyle değişim değeri yaratma sürecinin birliği demektir. Kapitalist üretim süreci meta üretiminin kapitalist biçimidir ve kapitalizm genelleşmiş meta üretimi anlamına gelirken; söz konusu üretim tarzında işgücünün alınıp satılması meta mübadelesi yasasına dayanır. Fakat kuşkusuz bu mübadele, alıcı ve satıcının sözde “eşit hakka” sahip olduğu eşitsiz koşullarda gerçekleşir. İşçi yaşayabilmek için eşitsiz koşullara, düşük ücretlere, uzun saatlere rağmen işgücünü satmak zorundadır. Ne var ki kapitalistin, işgücünün yeniden üretilmesi için gerekli emek-zamanı göz ardı ederek işgününü insafsızca uzatmaya kalkışması, neticede kullanılabilecek toplam emek gücünün tahrip edilmesi anlamına gelir. Kısacası, işgücünün meta mübadelesi yasalarına göre kullanılması ile onun kural tanımaz biçimde yağmalanması ayrı şeylerdir.
Sermaye, üretim sürecinde işgücüne kumanda eder ve kapitalist, işçinin işini düzenli bir şekilde ve uygun bir yoğunluk derecesinde yapmasına dikkat edilmeliyken; sermayenin yaşam süreci, üretim sürecinde “kendi kendini değerlendiren değer” olarak sermayenin hareketinden ibarettir.
Sermaye birikim sürecinin anlaşılabilmesi açısından en önemli husus, sermayenin dolaşım hareketinin bütünselliği içinde kavranmasıdır ki, kapitalist üretim süreci, bir bütün olarak ele alındığında ya da bir yeniden üretim süreci olarak, sadece meta, sadece artı-değer üretmekle kalmaz, sermaye ilişkisinin bizzat kendisini, yani bir tarafta kapitalisti ve diğer tarafta ücretli işçiyi üretir ve yeniden üretir.
PROLETARYANIN OLUŞUMU
“İşçi sınıfının kendi kendini oluşturması tarihi”[23] çetrefilli bir soru(n)dur.
Bu bağlamda işçi sınıfını, oluşum sürecinde çözümleyip, “sınıf” terimini bütünlüklü bir teorik çerçevede tanımlayarak, terime yüklenen soru(n) ve anlamlara açıklık getirmek “olmazsa olmaz”dır.
Temel önerme olarak, sınıfın, birbiriyle bağlantılı ekonomi-politik bağlamlı dört düzeyden, yapı, hayat tarzı, eğilimler ve kolektif eylemden oluşan bir kavram olarak tanımlanabilir.[24]
Söz konusu zeminde tarihsel oluşuma göz atarsak: 1789 Fransız Devrimi[25] ile burjuvazi, seçme-seçilme hakkı başta olmak üzere bazı temel hakları sadece mülk sahibi erkekler ile sınırlı bir ayrıcalık olarak hayata geçirmiş, bu durum devrimin başarısında burjuvaziyle birlikte mücadele eden ve tamamı mülksüz olan işçi sınıfı açısından büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Ancak bu olumsuz gelişme, tarih sahnesine dönemin hızla büyüyen gücü olan işçi sınıfına tarihi bir ders vermiştir. Bu tarihsel dersin en önemli sonucu, işçilerin burjuvaziden ve onun uzantılarından ayrı ve bağımsız bir sınıf olarak örgütlenmedikçe, burjuvazinin tahakkümü ve etkisinden kurtulmalarının mümkün olmamasıdır. Bu durumun sonraki döneme yansıyan en somut sonucu, işçilerin burjuvaziden, sermayeden bağımsız olarak örgütlenme ihtiyacının artması olmuştur.
XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren hızla büyüyen işçi sınıfı, zaman içinde sınıf kardeşleriyle birleşerek örgütlenmeye başlamış, önceleri patronlara karşı birleşmiş, sonrasında patronların çıkarlarını koruyan kapitalist sisteme karşı sendikalar kurmaya başlamıştır.
XVIII. yüzyılın sonlarında Avrupa’da yaşanan köklü değişimler; biri İngiltere’de, diğeri Fransa’da birbiriyle sıkı ilişkili iki önemli olay olan Sanayi “Devrimi” ve Fransız devriminin getirdiği ekonomik, toplumsal ve politik değişimlerle sınıf mücadelesindeki yeni dönemin başlangıcı olmuştur. Sanayi “Devrimi”, teknolojinin üretimde kullanılmasıyla ortaya çıkan ekonomik devrimle İngiltere’de başlamış ve Fransa’daki siyasal devrimle bütünleşmiştir. Burjuvazi önce Sanayi “Devrimi”, ardından Fransız devrimi ile ekonomik ve siyasal olarak güçlendikçe, geçmişte kendisiyle birlikte hareket eden işçi ve köylüleri dışlamış, bir anlamda, sonrasında sınıf mücadelelerinin içeriği ve şiddetini belirleyecek ilk adımları bizzat atmıştır.
XVIII. yüzyılın son çeyreği ve XIX. yüzyılın ilk yarısında işçiler, patronların büyük baskısı ve cezalandırma uygulamaları altında çalıştırılmıştır. Fabrika sisteminin ilk ortaya çıktığı zamanda fiziksel güçleri nedeniyle ve uzun süre çalışmaya uygun oldukları için önce sadece erkek işçiler fabrikalarda istihdam edilmiş, işçilerin birbiriyle rekabeti sonucunda ücretlerin sürekli olarak düşmesinin kaçınılmaz sonucu olarak zaman içinde kadın ve çocuklar da fabrika yaşamına katılmak zorunda kalmışlardır. Bu dönemde sayıları hızla artan yüz binlerce işçi, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran kapitalistler tarafından acımasızca sömürülmüş, pek çoğu toplama kamplarından farksız olan fabrikalarda kölelik koşullarında çalışmışlardır. Eski zanaatkârlar ve evde iş yapanlar için fabrikalarda çalışmak çok zor olmuş, işçiler için fabrikada çalışmak, kışlaya ya da hapishaneye girmekle eşdeğer anlam kazanmıştır.
İlk yıllarında, kapitalizmin fabrikalarda yaşanan yoğun sömürünün doğal bir sonucu olarak oldukça hızlı gelişme göstermesi, kapitalist sınıfın her geçen gün güçlenmesini ve daha fazla zenginleşmesini beraberinde getirmiştir. Kapitalist gelişme sınıflar arasındaki uçurumu daha da artırmış ve bu uçurum, sonraki döneme damgasını vuracak olan sınıf çatışmalarının nesnel zeminini oluşturmaya başlamıştır. Ancak işçiler fabrikada çalışmaya başladıktan itibaren birbirlerini rakip olarak görmüşler, işyerinde yaşanan rekabet, geniş işçi kitlelerini istediği gibi denetleme ve yönlendirme konusunda sayıları az olan patronların işini kolaylaştırmıştır.
İşçi sınıfının içinde bulunduğu yoksulluk koşulları özellikle İngiltere ve Fransa’da XIX. yüzyılın başlarında kendisini acımasızca göstermiştir. Bu dönemde tek tek fabrikalarda birbirinden kopuk çok sayıda grev ve direniş yaşanmıştır. Bu durum, o döneme kadar kendinden son derece emin olan kapitalistlerin geleceklerinden endişelenmesine yol açmıştır. İşçi sınıfı, grev ve direnişlerin de etkisiyle 1800’lü yıllardan itibaren örgütlenme özgürlüğü isteyerek harekete geçmeye başlamış ilk örgütlü işçi hareketleri işçilerin kendilerini yoksulluğa ve sefalete iten kapitalist sömürü koşullarına karşı gösterilen tepkiler şeklinde olmuştur.
İşçilerin burjuvaziye karşı ilk kitlesel tepkisi, yaşanan yoksulluk ve sefaletin de etkisiyle çoğunlukla şiddet ve suç işlemek biçimindedir. Örneğin XVIII. yüzyılın sonlarında o dönem “baldırıçıplak/ sans culottes” olarak ifade edilen çok sayıda işçi ve işsiz, zenginleri gördükleri yerde döverek ceplerindeki bütün paraları almış, burjuvaziye duyduğu öfkeyi hırsızlık yaparak göstermiştir. Bu dönemde işçilerin burjuvaziye karşı beslediği düşmanlığın ilk ve en başarılı ifadesi bu tür hırsızlık eylemleridir. Friedrich Engels, bu döneme ilişkin olarak “İşçi, bütün halk içinde çile çekenin niçin yalnız kendisi olduğunu kavrayacak nitelikte değildi… Sonunda ihtiyaçlar, mülkiyetin kutsallığına beslediği köklü saygıya üstün geldi ve hırsızlığa başladı,”[26] ifadesini kullanmıştır.
İşçi sınıfının gerçek sınıf düşmanlarını tanıması ve ona karşı kitlesel mücadeleyi öğrenmesi hiç de kolay olmamıştır. İşçilerin burjuvaziye karşı beslediği düşmanlığın ilk biçimi hırsızlık şeklinde olsa da, esas şiddetli eylemler makineli üretimin yaygınlaşmasıyla birlikte yaşanmıştır. İşçilerin bilinen ilk makine kırma eylemi 1758’de İngiltere’de mekanik yün biçme makinesine karşı yapılmış olsa da, en yaygın makine kırma eylemleri İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’da 1811-1813 kesitinde gerçekleşmiştir. Luddite hareketi (makine kırıcılığı) olarak da bilinen bu eylemler, işçilerin burjuvaziye karşı daha önce yürüttüğü dağınık ve amaçsız mücadeleye yeni boyutlar kazandırmıştır.
İşçi sınıfının mücadele tarihinde önemli bir yere sahip olan makine kırıcılığı hareketi, o dönem işçi hareketi ve sendikaların radikal bir içerikte şekillenmesinde etkili olurken, son derece disiplinli ve etkili bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Makine kırıcı işçiler başlarda içinde bulundukları koşulların da etkisiyle, mücadelelerini nasıl bir düşmana karşı verdiklerinin bilincinde olmamışlardır.
Sanayi “Devrimi”nin gelişim süreci içinde işçiler, zamanla makineleri kırarak sonuç alamayacaklarını görmeye başlamışlardır. Çünkü makineleri kırmak işsizliği önlememiş, yaşanan yoksulluğu azaltmamış, işçilerin yaşadıkları sefalete son vermemiştir. “Makine kırıcılığı hareketi ilerlemeye karşı geleneksel bir tepki olarak değerlendirilse de devrimci hedeflerin etrafında gelişmiş ve işçi hareketine belli bir militanlık ruhu getirmiştir. Makine kırıcılarının topraklar üzerindeki ipotekleri kaldırma, vergileri düşürme gibi hedefleri vardır. Bu bakımdan makine kırıcılığı hareketi, ayaklanma benzeri bir hareket olarak da tanımlanmaktadır” gibi değerlendirmeler de yapılmıştır.[27] İşçiler gerçek düşmanlarının makineler değil, makinelerin sahipleri olan kapitalistler olduğunu zamanla daha net kavrayabilmişler ve mücadelelerini kalıcı hâle getirmek için sendikalara yönelmeye başlamışlardır.
Tarihte işçi sınıfının burjuvaziye karşı bir sınıf olarak gerçekleştirdiği ilk örgütlü direniş makine kırıcılığı hareketi olmuştur.[28] Bu dönemde İngiltere’de sendikalar militan ve mücadeleci bir karakter kazanmış, işçilerin mücadelesinin daha da şiddetlenmesinden korkan burjuvazi sendikal örgütlenmeyi yasaklayan ‘Birleşme Yasalarını/ Combination Act’ 1824’de yürürlükten kaldırmak zorunda kalmıştır. Karl Marx İngiltere’de sendika kurma yasağının kaldırılmasının işçi hareketi ve sendikalar açısından önemini şu cümlelerle ifade etmiştir; “(Kapitalistlerin) işçilere kıyasla sayıca az olmaları, ayrı bir sınıf oluşturmaları ve aralarındaki sürekli sosyal ve ticari ilişkiler onları ayakta tutar. (…) Buna karşılık işçiler ta başından itibaren, sıkı kurallarla biçimlenen ve yetkilerini görevlilere ve komitelere devredebilen güçlü bir örgüte mutlaka gerek duyarlar. 1824 Kanunu bu örgütleri tanıdı. Bu tarihten itibaren emek İngiltere’de bir güç hâline geldi.”[29]
Yasağın kalkmasının ardından giderek güçlenen sendikalar bir taraftan yeni üyeler kazanarak büyürken, diğer taraftan üyelerinin katılımıyla patronlara karşı mücadelelerinde nasıl mücadele edeceklerinin yollarını aramaya başlamışlar, görüşlerini yaymak için bildiriler ve işçi gazeteleri[30] çıkarmışlardır. İşçilerin daha çok çalışma koşulları ve ücretlerle sınırlı olan mücadelesi zaman içinde daha da genişlemiş, demokratik-siyasal talepleri de kapsar hâle gelmiştir.
İşçi sınıfının mücadelesi 1838’de İngiltere’de, ‘Çartistler Halkın Bildirgesi/ People’s Charter’ yayınlayana kadar genellikle ekonomik taleplerle sınırlı kalmıştır. Marx ve Engels tarafından işçi sınıfının ilk siyasal işçi hareketi olarak tanımlanan Çartist hareket, yayımladığı bildirgede herkes için gizli oy, parlamentoda temsil edilmek, parlamentonun her yıl toplanması gibi siyasal içerikli talepler öne sürmüş ve bunun için kısa sürede 1 milyon 200 bin imza toplayarak İngiliz Parlamentosuna başvurmuştur.
Friedrich Engels’in, sendikaların henüz bilinen anlamıyla kitlesel sınıf örgütleri olarak yaygınlaşmadığı bir dönemde işçi örgütleri olarak sendikalar ile ilgili olarak yaptığı şu tespit dikkat çekicidir: “Sendikalar, burjuvazinin üstünlüğünün tamamen, işçiler arasındaki rekabete dayandırıldığı gerçeğinin yani işçiler arasındaki bütünlük eksikliğinin itirafı demektir. Ve sendikalar kendilerini, tam da şimdiki toplumsal düzenin can damarlarına yönelttikleri için, ne kadar tek yanlı ve ne kadar dar bir çerçevede olsa da, bu toplumsal düzen için büyük bir tehlikedirler.”[31] [Friedrich Engels bunları kaleme aldığı yıllarda sendikalar sadece belli meslek gruplarına mensup (dokumacılar, ayakkabıcılar, marangozlar gibi) vasıflı işçilerin[32] örgütleri olarak bilinmektedir.]
Sendikalar ilk ortaya çıktıklarında yetişkin erkek emeğinin merkezinde olduğu ve sadece bu emeğin kullanılabildiği işkollarının örgütleri olmuşlardır. Özellikle XVIII. yüzyılın son çeyreğinden itibaren önce kadın ve çocuk emeğinin, sonrasında makinelerin üretimde yer alması onların örgütlü gücünü zayıflatmaya yetmemiştir. Vasıfsız işçiler ve kadınlar o dönemde sendikalara üye olarak kabul edilmediği gibi, bazı sendikalara üye olmak için belli bir süre işçilik yapma şartı bile aranmıştır. Bu dar ve sınırlı yapıları bile sendikaların işçiler için önemini azaltmamıştır.
İlk ortaya çıktığı dar biçimleriyle bile sendikalar, kapitalist sınıfın büyük öfkesini çekmiştir. Sendikalar işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütleri hâline geldikçe, o zamana kadar işçi sınıfını ezme, acımasızca sömürme işini kazanılmış bir hak olarak gören patronlar, işçilerin sendikalarda birleşerek hakları için mücadele etmeye başlamaları ile birlikte başka çözümlere yönelmişlerdir.
Modern işçi sınıfı tarihi açısından baktığımızda ilk işçi hareketleri ve buna paralel olarak ortaya çıkan sendikalar, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarından kaynaklı olarak ortak dayanışma duygusunun gelişmesini sağlamış, işçilerin kendi aralarındaki rekabete son vererek patronlara karşı ortak çıkarları çerçevesinde birleşmelerini sağlamıştır. Karl Marx bu durumun etkisini şu cümlelerle açıklar: “Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınını ilkin işçi hâline getirir. Sermayenin dayanışması, bu yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın, böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım içinde bu yığın birleşir ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar sınıf çıkarları olur.”[33]
Sendikaların işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda işçileri birleştiren sınıf örgütleri hâline gelmesi sürecinde en belirleyici dönem Birinci Enternasyonal dönemi ve sonrasında yaşananlar olmuştur.[34]
Burada durup, tekrar pahasına bir şeylerin altını çizersek: Sanayi “Devrimi” makinenin ve onunla birlikte buharın büyük fabrikalarda kullanılması ile başlamıştır. XVIII. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de doğmuş ve oradan Batı Avrupa ülkelerine yayılan sanayi teknolojisi, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak hızla gelişmiş ve bu gelişme büyük ve derin toplumsal değişimlere yol açmıştır. Böylece geniş bir işçi sınıfı ortaya çıkmıştır. Kentlerin nüfusu hızla artmış, erkek, kadın ve çocuk işçileri zor, ağır ve yıpratıcı çalışma şartlarıyla karşı karşıya bırakmıştır.
XVIII. yüzyılda ilk defa İngiltere’de fabrikalarda buharın kullanılmasına başlanmasıyla birlikte çok sayıda işçi, tarımdan koparak fabrikalarda çalışmaya başladı. Kapitalizmin egemen sınıfı burjuvazi, işgücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan işçileri mümkün olduğu kadar düşük ücretlerle çalıştırmak istiyordu. Fabrikalarda her türlü vasıfsız işçi için iş vardı.
Kapitalistler, daha ucuza çalıştıkları için çocukları ve kadınları tercih ediyorlardı. O dönemde işçiler, hastalık ve kaza sigortası, emeklilik, yıllık ve haftalık izin, işten atılma tazminatı, iş güvenliği ve iş güvencesi gibi haklara sahip değillerdi. Günde 16 saat, bazen daha fazla çalıştırılıyorlardı. Devlet, kapitalistlerin çıkarlarını korumaktan ibaret bir güvenlik örgütü gibi işliyordu. Her şeye rağmen, işçiler yaşadıkları sefalete ve makineyle özdeşleşen kapitalist düzene karşı isyanlarını ortaya koydular. Sınıfsal tepki ve öfkelerini ilk olarak 1800’lü yılların başında makineleri kırarak ve parçalayarak gösterdiler. Adına “Ludizm” denilen ve Makine Kırıcıları anlamına gelen ilk işçi hareketi, işçi sınıfının bilincine ve örgütlülüğüne önemli katkılarda bulundu.
Sendikalar, ilk olarak İngiltere’de ortaya çıktı. Sanayi “Devrimi”’nin beşiği olan İngiltere, aynı zamanda sendikal hareketin geliştiği coğrafya oldu. İngiltere’de 1700’lü yıllardan itibaren yaklaşık 100 yıl süren çeşitli işçi örgütlenmeleri deneyimleri yaşandı. 1824’de sendikalar devlet tarafından yasal olarak tanındı.
Sendikaların yerel düzeyden çıkarak ulusal düzeyde örgütlenişi de ilk defa İngiltere’de oldu. 1831’de kurulan Emeğin Korunması İçin Ulusal Dernek bu yönde atılmış ilk örgütlenme adımlarından biri oldu. 1834 yılında Robert Owen, Büyük Ulusal Sendikalar Birliği’ni kurdu.
Fransa’da da işçi hareketi gelişmekteydi. 1831’de Lyon, 1834’de Paris işçileri, ekonomik ve politik amaçlı mücadeleler yürüttüler.
Leo Huberman’ın, “Sosyalistlerin çınlayan meydan okuması, devrim çağrıları ilk olarak Şubat 1848’de yayımlandı,” notunu düştüğü 1848 işçi ayaklanmaları önce Fransa’da başladı, ardından tüm Avrupa’ya yayıldı. 1871’de işçiler, Paris’te ilk işçi iktidarını, Komün’ü[35] kurarak siyasi mücadeledeki yerlerini ortaya koyan bir pratik gerçekleştirdiler. Fakat bu işçi yönetimi egemen sınıflar tarafından büyük bir terörle bastırıldı. Sert sınıf mücadelelerinin yaşandığı Fransa’da işçi sınıfı sendikal örgütlenme hakkını ancak 1884’te elde edebildi.
Önemli sınıf mücadelelerine sahne olan bir diğer ülke de Almanya’ydı. Almanya’da sendikal hareketin ortaya çıkması XIX. yüzyılın ortalarında gerçekleşti. 1848 işçi ayaklanması, tüm Avrupa’da olduğu gibi, Almanya’da da işçi kitlelerini hareketlendirdi. 1864’te Uluslararası İşçi Derneği, diğer adıyla Birinci Enternasyonal kuruldu.[36] Enternasyonalin 1866 Cenevre Kongresi’nde 8 saatlik işgünü çağrısı yapıldı.
ABD’de ilk sendikalar 1860’lı yıllarda kurulmaya başlandı. İşçi hareketine önemli katkıları olan, Emeğin Şövalyeleri Örgütü 1884’te kuruldu. 1 Mayıs 1886 tarihinde Amerika’da Chicago’lu işçiler, ücret düşüklüğünü ve iş saatlerinin uzunluğunu protesto etmek amacıyla ve 8 saatlik işgünü talebiyle birçok protesto eylem yaptılar. Eylemlerin devlet ve kapitalistler tarafından şiddetle bastırılması sonucu birçok işçi hayatını kaybetti. Daha sonra 1 Mayıs Enternasyonal tarafından, Uluslararası İşçi Günü olarak ilan edildi.
Amerika’da ilk işçi konfederasyonu AFL-Amerikan İşçi Federasyonu-1881’de kuruldu. İlk sendikalar, meslek sendikası olarak örgütlendi. Zamanla AFL içinde görüş ayrılıkları yaşandı; bölünmeler oldu, CIO-Sanayi Örgütleri Kongresi kuruldu. Bu örgüt işkolu esasına göre örgütlenmeyi savunmaktaydı. Bu iki yapı 1955’te tekrar birleşti.
1910’da dünyada 3 milyon işçi sendikal örgütlülük içinde yer alıyordu. Bu sayı toplam 100 milyon işçinin yüzde 3’ü kadardı. Bilinçli ve örgütlü işçiler savaşa karşı çıktılar ve barıştan yana oldular. Günümüzde Avrupa’daki birçok işçi partisi ve sosyal demokrat parti, sendikalar tarafından kurulmuştur. Sendikalar XX. yüzyılda oldukça etkili örgütler hâline geldi.
Rusya’da gerçekleşen 1917 Ekim Devrimi ile işçi sınıfının iktidara gelmesi, XX. yüzyıla damgasını vuran en önemli siyasal-toplumsal gelişme oldu. Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra, kapitalistler, adına Fordizm denilen bant ve yürüyen zincir sistemlerini fabrikalarda yaygın bir şekilde kullanmaya başladılar. 1920 yılına gelindiğinde, dünyada sendikalara üye işçi sayısı epeyce artmış, 50 milyonu bulmuştu. Bu sayı toplam 200 milyon işçinin yüzde 25’i kadardı.
1919-1920 kesiti başta Almanya, Avusturya, Macaristan ve İtalya olmak üzere Avrupa işçi sınıfı ayaktaydı. İngiliz işçi sınıfının 1926’da gerçekleştirdiği genel grev, ülkedeki tüm toplumsal dengeleri sarstı. Grev, dünya işçi sınıfının mücadelesine yeni birikimler kazandırdı. 1929’da kapitalist ülkelerde büyük bir ekonomik bunalım baş gösterdi. İşsizlerin sayısı olağanüstü büyüdü. Kapitalist üretim yavaşladı, yer yer durdu. Geniş halk toplulukları sefalet içinde kıvranıyordu. 1939’da İkinci Dünya Savaşı başladı, savaş sırasında Avrupa’daki sendikal yapılar Nazi işgalciler tarafından yasaklandı, sendikal hareket bir duraklama yaşadı. 1945’de sendikal yapılar tekrar kurulmaya başlandı. Bu tarihte dünyada toplam işçi sayısı 500 milyon, sendikalı işçi sayısı ise 64 milyondu, yani işçilerin yüzde 13’ü sendika üyesiydi. Soğuk savaş döneminde parçalanan sendikal yapılar, Sovyet sisteminin çökmesi sonrası tekrar bir araya geldiler.
Sendikalar, 1968’de patlak veren kapitalizmin krizine karşı, pek çok ülkede gösterilere katıldılar.
1990’lı yıllardaki kapitalist ekonomik krize karşı dünya çapında örgütlenen protesto hareketlerine işçi sendikaları da katıldılar, hareketin yer yer yürütücülüğünü yaptılar. Ancak 2008 krizine işçi hareketi sendikal ve siyasal alanda dağınık ve örgütsüz yakalandı. Krizin büyüklüğü, sendikal bürokrasiyi ürküttü, uluslararası işçi konfederasyonları krizden çıkış için kapitalistlerin akıl hocalığına soyundu. Bu da sendikalara güven konusunu yeniden tartışmaya soktu, sendikalaşma oranlarını olumsuz etkiledi. 90’lı yıllarda yüzde 30’larda olan sendikalaşma oranı, 2008 sonrası yüzde 15’lere kadar geriledi. Bugün bu oran tekrar yönünü yukarı doğru çeviriyor.
NİHAYET
“Radikal demokrasi” savunucuları, “sivil toplum”cular, yeni toplumsal hareketler ve kimlik siyasetini savunanların ortak böleni “sınıftan kaçış”ken; onlar için, sınıf çelişkileri toplumun temel ayrım noktası değildir.
Oysa Marksist-Leninistler açısından mesele nettir: Toplumların tarihi sınıflar mücadelesinin eseridir; emek sömürüsünü ve sınıfları kendisiyle birlikte ortadan kaldırabilecek tek güç işçi sınıfıdır ve ücretli kölelik kapitalizm aşılan dek -ne denli makyajlanırsa makyajlansın- var olmayı sürdürecektir.
İşçi sınıfı hakikâti, ancak üretim araçları karşısındaki konumu ve ilişkisi üzerinden tanımlanabilirken; üretim araçlarından yoksun olan, kendisinin ve ailesinin hayatta kalabilmesi için emek-gücünü kapitalistlere satmak zorunda kalan ve üretim sürecinde kolektif emeğin işlevlerini yerine getiren her insan; hangi sektörde çalışırsa çalışsın ya da işsiz bile olsa, işçi sınıfının bir unsurudur.
İlaveten: Kapitalizm koşullarında diğer sınıflar küçülmekte, işçi sınıfı büyümekteyken; sadece emek gücü, karşılığından daha fazla değer üretir ve bu artı değere kapitalistler el koyar. İşçiler her zaman bu haksızlığa karşı çıkabilir, ayaklanabilir. İşçi sınıfı eylemleri hızla devrimcileşebilir.
Güncel ile tarihsel karıştırılmadan unutulmamalıdır ki, sınıfın objektif olarak varlığı ile sınıf oluşumu birbirlerinden farklı gerçeklerdir. İşçi sınıfı kapitalist üretim ilişkileriyle birlikte ortaya çıkmıştır. Ancak bu nesnel durum sınıf oluşumunun varlığı anlamına gelmemektedir. Sınıf nesnel üretim ilişkileri içinde saptanan sosyoekonomik bir kategoridir. Sınıf oluşumu ise sınıfın kendisini toplumsal-siyasal bir özne olarak kurduğu zaman, yani nesnel sınıf kategorisi kendi sınıfsal-toplumsal çıkarları doğrultusunda kimlik edindiği zaman saptanır. Sınıf oluşumu kendi içinde sendikal ve/veya siyasal sınıf bilincinin varlığı anlamına gelir.
“Karl Marx, işçi sınıfının kapitalizme otomatik olarak son vereceğine inanmıyordu. Sınıf mücadelesine aktif olarak katılmanın işçilerin bilincini değiştireceğine ve nihayetinde dünyayı değiştirebileceğine inanıyor”ken;[37] sosyalistlerin görevi, nesnel sınıf yapısı içinden sınıf oluşumunu sağlamaya yönelik müdahalelerde bulunmaktır.
Sınıf mücadelesini yükseltmek sınıf oluşumunu sağlayacak, kolaylaştıracak, artıracak içeriden müdahaleler gerektirir. Nesnel sınıf yapısı, kendisine iyi ve doğru şeyler anlatıldığı için değil, kendisine layık görülen, dayatılan objektif ekonomik-toplumsal koşullar kendisini tatmin etmediği zaman bir arayış içine girer.
Bu durumda yapılacak şey, sınıfı içeriden örgütlemek, sınıfla birlikte hareket etmek, gerekiyorsa sendikacılık yapmak, ama her zaman sınıfın kendi dar sorunlarıyla, tarihsel sınıfsal çıkarları arasında bağ kuracak bir perspektifle işçileri somut talepler doğrultusunda bir araya getirmektir.
“Bu imkânsız” mı dediniz?!
Aslı sorulursa, “Sonuçta sorun şu: Gelecek belirlenmiş midir yoksa olumsal mu? Yani bizim kararlarımıza bağlı bir şey mi? Gerçekte, belirlenmiş değildir. Bu belirlenimlerin bulunmadığı anlamına gelmez. Belirlenimimler vardır, ama determinizm (gerekircilik) değil. Tarihin akışını beklemek gerekir. Olasının tüm alanını kavrayabilmek için olanaksızı düşünmek gerekir.”[38]
Mesela “Marx, sosyalizmi, bir ütopya olmaktan çıkartıp, bilim hâline getirdi,” diyen Leo Huberman gibi, “Kumaş, para kazanmak için değil, insanlara giysi sağlamak için yapılacaktır; bütün öteki mallar da öyle…”
“Sosyalizm; toplumsal eşitsizlikten, ücretli kölelikten, ırk ayrımından, güvensizlikten, sefaletten, savaştan kurtuluş demektir…”
“Sosyalizm, özgürlüğün başlangıcıdır. Sosyalizm, insanlığa en büyük acıları veren kötülüklerden kurtulmak demektir…”
“Sosyalizmin amacı, bir sınıfın egemenliği yerine bir başka sınıfın egemenliğini koymak değil, bütün sınıfların büsbütün ortadan kaldırılmasıdır…”
“Kısacası, sosyalizmin özü gereği, ülke bir avuç insanın malı olmaktan ve bunlar tarafından kendi çıkarları için kötü yönetilmekten kurtulacak, bütün halkın malı olacak ve halk yararına, halk tarafından yönetilecektir,” diye düşünmek gerek!
Ya da “Bunun adı kardeşlik. ‘Sen ürettin, ben üretmedim; biz dostuz; haydi paylaşalım’, ‘sen bir şeye sahipsin; ben bir şeye sahip değilim; biz kardeşiz, haydi paylaşalım,” diyen Frederic Bastiat gibi…
Veya August Bebel’in, “Sosyalist toplum; proleterce yaşamak için değil, bilakis insanların büyük çoğunluluğun proleter yaşam tarzını ortadan kaldırmak için kurulur.”[39] “Gelecek sosyalizmidir. Yani her şeyden önce emekçilerin ve kadınlarındır,”[40] vurgusundaki üzere…
İlaveten: “İnsan, ancak insanca bir dünya yaratarak insanlaşır…”[41]
“Özgürlük, ihtiyacın içinde ve ihtiyaç dolayısıyla doğar. Uygulanma fırsatı bulduğunda, bu sert gerçeğe nüfuz etmesini ve onu dönüştürmesini sağlayan çatlağı keşfeder. Nihayet, insan, eksik olan ihtiyaçtan yola çıkarak olasılıklar dünyasını keşfeder, bu olasılıkları yaratır, aralarından seçer ve gerçekleştirir. İnsan, tarihsellik olur. Bilinci kapanamaz. Bireysel bilinçler toplumsal bilinçlere, toplumsal bilinçler de bireysel bilinçlere açılır; insan bilinçlerinin çokluğu dünyaya açılır,”[42] saptamalarındaki üzere Henri Lefebvre’in…
Sonra da “Ben, hapishanenin olmadığı bir toplumun gelecekte bir ihtimal olabileceğini ama bunun ancak itici gücün, kâr değil insanın ihtiyaçları olduğunu, dönüşmüş bir toplumda mümkün olabileceğini düşünüyorum. Günümüzde hapishanenin ortadan kaldırılmasının ütopik bir fikir gibi görünmesinin sebebi, tam da hapishane fikrinin ve onu destekleyen ideolojilerin çağdaş dünyamızda bu denli derinden kök salmış olmasıdır,” haykırışındaki üzere Angela Davis’in…
Tüm bunlar Bhagat Singh’in, “Devrim insanlığın vazgeçilmez hakkıdır.[43] Özgürlük herkesin doğuştan gelen hakkıdır. Emek, toplumun gerçek dayanağıdır,” vurgusundaki proletarya ile kaim ve onun sınıf mücadelesiyle mümkündür…
NOTLAR
[1] “Özgür Bilimsel Eğitim için Özgür Üniversite”nin 7 Kasım 2020 tarihli oturumunda yapılan konuşma… Tüm Otomotiv ve Metal İşçileri Sendikası’nın (TOMİS) Sinbo İşçi Çadırı’ndaki Direniş Okulu 5’inci Dersliği’nde 27 Kasım 2020 tarihinde yapılan konuşma… Kaldıraç Dergisi, No:232, Kasım 2020…
[2] Karl Marx.
[3] Robert Castel, “İşçi Sınıfı Partiyi (Mücadeleyi) Niçin Kaybetti?”, Birikim, No:146, Haziran 2001… https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-146-haziran-2001/2337/isci-sinifi-partiyi-mucadeleyi-nicin-kaybetti/6253
[4] Nurettin Demirtaş, “Kürdistan Devleti Söylemini Kılıf Yapan Provokatörlere Dikkat”, ANF, 1 Eylül 2019… www.etha12.com/haberdetay/kurt-ozgurluk-hareketi-marksizmden-ne-istiyor-1824
[5] Geçerken ekleyelim! Rosa Luxemburg, “Marx’ın dünya görüşü gibi onun temel yapıtı da her zaman geçerli ve nihai gerçeklerin ifadesi olan bir İncil değildir; aksine gerçeği bulma savaşında ve araştırmalarında ileriye dönük zihinsel çalışmaları esinlendiren tükenmez bir kaynaktır,” derken ekler V. İ. Lenin de: “Marx’ın öğretisi, tüm uygar dünyada, Marksizmi bir tür ‘zararlı tarikat’ olarak gören bütün burjuva (gerek resmi, gerekse de liberal) bilimin en acımasız düşmanlığını ve en büyük nefretini üzerine çekmektedir. Zaten başka bir tutum da beklenemez, çünkü sınıf mücadelesi üzerine kurulu bir toplumda ‘tarafsız’ herhangi bir sosyal bilim olamaz. Tüm resmi ve liberal bilim, şu ya da bu biçimde, ücretli köleliği savunur, oysa Marksizm bu köleliğe karşı amansız bir savaş açmıştır. Ücretli köleliğin var olduğu bir toplumda bilimin tarafsız olmasını beklemek, aynen, sermayenin kârını düşürerek işçilerin ücretini yükseltme sorununda fabrikatörden tarafsız olmasını beklemek gibi budalaca bir saflık olacaktır.”
[6] Ernest Mandel, Sosyalizmin Geleceği, der. ve çev: Fikret Başkaya, İmge Yay., 1991, s.93.
[7] Etat (Fransızca): Etat, günümüzde devlet anlamını karşılasa da XIX. Yüzyıla kadar toplum içerisindeki tabakalar için kullanılır. Aynı zamanda Fransa’da Etat Generaux yani Tabakalar Genel Meclisi adında bir meclis de vardır. En meşhuru Fransız Devrimi öncesinde Kral XVI. Louis tarafından toplanmıştır.
[8] Proletarya (Lat.): Roma İmparatorluğu’nda toplumun sınıflandırılmasında en alt sınıf olarak zikredilen altıncı sınıftır. Tek vasfı çocuk yapmak, çocuğundan başka bir şeyi yani herhangi bir mülkü bulunmayanları tanımlar. Proles sözcüğünden türemiştir.
[9] Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1997.
[10] V. İ. Lenin, Collected Works, Progress Publishers, Moscow, 1977 (third printing), v.29, s.421.
[11] “Tarihsel olarak dünya pazarının ortaya çıkışı ve günümüz kapitalist üretim biçiminin kendisini muazzam meta yığınları biçiminde ifade etmesi, üretim ilişkilerinin toplumları getirdiği özgün gelişmişlik düzeyinin her anında piyasa ilişkileri, her ne kadar gerek şart olsa da işbölümü ve uzmanlaşmanın bir sonucu olarak var olur.” (Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.47.)
[12] “Bir arazinin etrafını ilk olarak çevirerek ‘burası bana aittir’ diyen ve bu söze inanacak saf kimseler bulan ilk insan, medeni toplumun gerçek kurucusu olmuştur. Kazıkları çekip atarak ve hemcinslerine, ‘bu yabancıyı dinlemekten sakınınız; toprağın kimseye ait olmadığını ve meyvelerin herkesin olduğunu unutursanız mahvolursunuz’ diyen adam, insanlığı nice cürümlerden, savaşlardan, cinayetlerden, nice sefalet, dehşet ve ölümlerden korumuş olurdu.” (Jean Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, çev: Vedat Günyol, İş Bankası Kültür Yay., 2006.)
[13] Karl Marx-Friedrich Engels, Selected Works, Progress Publishers, Moscow, 1977 (fourth printing), v.1, s.121.
[14] Karl Marx, The Capital, Progres Publishers, Moscow, 1983, v.1, s.476.
[15] Karl Marx, The Capital, Progres Publishers, Moscow, 1983, v.3, s.294.
[16] “Ölesiye çalışma yalnız terzi atölyelerinde değil, başka binlerce yerde her gün olagelmekte; (…) Örnek olarak demirciyi alalım. Ozanların dedikleri doğruysa, demirciden daha canlı, daha keyifli insan bulunmazmış; sabah erkenden kalkar, gün doğmadan kıvılcımlar saçmaya başlar; yemesi, içmesi, uyuması bile başkasına benzemezmiş. Normal çalışsa, gerçekten de, fizik yönünden en iyi durumda olan insanlardan biri sayılırmış. Ama. biz, onun ardına takılıp, kente ya da kasabaya inelim, bu güçlü adam üzerinde işin ezici ağırlığını ve ülkedeki ölüm oranındaki yerini görelim. Marylebone’da demircilerin yıllık ölüm oranı binde 31’dir, ve bu oran ülkede toplam erkek ölüm oranından binde 11 daha yüksektir. İnsan uğraşının neredeyse içgüdüsel bir kolu olan bu meslek, çalışma alanı olarak hiç de kötü bir yanı olmadığı hâlde, sırf aşırı-çalışma yüzünden, insanı yiyip bitiren bir iş hâlini alıyor. Her gün şu kadar sayıda çekiç sallayabilir, şu kadar adım atabilir, şu kadar nefes alabilir, şu kadar iş yapabilir, ve diyelim ortalama elli yıl yaşayabilir; ama, şu kadar fazla çekiç sallamaya, nefes almaya, adım atmaya ve yaşamını dörtte-biri kadar fazla harcamaya zorlanır. Bu çabayı gösterir, sonuçta belli zamanda dörtte-biri kadar fazla iş çıkartır, ama 50 yerine de 37 yaşında ölür.” (Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965… Üçüncü Kesim-Sömürüye Yasal Sınırlar Konulmayan İngiliz Sanayi Kolları.)
[17] “Rekabet, modern sivil toplumda egemen olan herkesin herkesle savaşının en tam ifadesidir. Bu savaş, yaşam savaşı, var olma savaşı, her şey için savaş, gereksinim durumunda ölüm-kalım savaşı, yalnızca toplumun farklı sınıflar arasında verilmekle kalmaz, bu sınıfların tek tek üyeleri arasında da verilir. Herkes bir başkasının önünde engeldir ve herkes kendi önündeki engeli bir kenara itmenin ve onun yerine geçmenin yolunu aramaktadır. Nasıl burjuvazinin üyeleri kendi aralarında rekabet hâlindeyseler, işçiler de kendi aralarında sürekli rekabet hâlindedirler. Mekanik dokuma tezgâhındaki dokumacı, el tezgâhı dokumacısıyla, işsiz ya da düşük ücretli el tezgâhı dokumacısı işi olanla ya da daha iyi ücret alanla rekabet hâlindedir; her biri ötekinin ayağını kaydırıp yerine geçmeye çalışır. Ne var ki, işçilerin kendi aralarındaki bu rekabet, işçi üzerindeki etkisiyle, bugünkü durumun en kötü yanıdır; burjuvazinin elinde proletaryaya karşı en keskin silahtır. İşçilerin bu rekabeti birlikler yoluyla ortadan kaldırma çabaları, burjuvazinin bu birliklere karşı duyduğu nefret ve bu birliklerin başına çöken her yenilginin burjuvazinin zaferi olması bu nedenledir.” (Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1997.)
[18] Friedrich Engels, “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850’ye Önsöz”, Karl Marx-Friedrich Engels, Selected Works, a.g.y., v.1, s.192.
[19] “Birinci dünya savaşı öncesinde Bavyeralı işçiler, öldüklerinde komünist manifesto ile gömülmek isterler.” (Emre Tansu Keten, “Marx, Popüler Kültüre Sığmaz”, Cumhuriyet Pazar, No:18, 6 Mayıs 2018, s.4.)
[20] Haluk Yurtsever, “Varoluşu, Gelişimi İçinde İşçi Sınıfı ve… Yeni bir İşçi Sınıfı Hareketi Oluşturmak”, Gelenek, No:76, Ocak 2003… https://gelenek.org/varolusu-gelisimi-icinde-isci-sinifi-ve-yeni-bir-isci-sinifi-hareketi-olusturmak/
[21] Paul Sweezy-Maurice Dobb, Feodalizmden Kapitalizme Geçiş, çev: Müge Gürer, Metis Yay., 1984.
[22] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[23] E. P Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, çev: Uygur Kocabaşoğlu, Birikim Yay., 2004.
[24] İşçi Sınıfı Oluşumu, Derleyen: Ira Katznelson-Aristide R.Zolberg, çev: Özgür Balkılıç-Reşide Adal-Mehmet Kendirci-Onur Öncan, Tan Yay., 2012.
[25] “Fransız Devrimi’yle ilgili tarihin liberal anlayışla revizyonu, 1789 üzerinden tamamen 1917’yi hedef almıştır. (…) İşte, Soljenitsin’den sonra Fransız entelektüel çevrelerinin bir şifre gibi dillerine doladıkları Gulag gibi terimlerin, 1984’ün Orwell-dilinin hoyratça kullanılması, totalitarizme referanslar yapılması, 1789’u gerçekleştirenlerin ajitatörler ve ideologlar olarak damgalanması ve Jakobenlerin öncü partinin ataları olduklarında (Cochin’i güncelleyen Furet’nin ağzından) ısrar edilmesi hep bundan dolayıdır.” (Eric J. Hobsbawm, Fransız Devrimi’ne Bakış, çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2009.)
[26] Karl Marx-Friedrich Engels, V.İ. Lenin, Sendikalar Üzerine, çev: Engin Karaoğlu, Bilim Yay., 1975, s.12.
[27] E. P. Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, çev: Uygur Kocabaşoğlu, Birikim Yay., 2004, s.665.
[28] Bu dönem işçi sınıfı ve sendikal hareketin tarihi açısından önemlidir. O dönemde tüm Avrupa’da toplam 12.000 tekstil makinesi bulunuyorken, işçiler tarafından kırılıp tahrip edilen makine sayısının 3.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Sadece bu rakam bile makine kırıcılığı hareketinin ne kadar etkili olduğunu görmek açısından dikkat çekicidir.
[29] Karl Marx-Friedrich Engels, V.İ. Lenin, Sendikalar Üzerine, çev: Engin Karaoğlu, Bilim Yay., 1975, s.117.
[30] Çartistler, görüşlerini yaymak için ‘The Northern Star/ Kuzey Yıldızı’ adında haftalık bir gazete çıkarmışlar ve bu gazete 1837’den 1852’ye kadar yayınlanmıştır. XIX. yüzyılın ilk yarısında işçiler arasında en çok okunan gazete olan Kuzey Yıldızı, 1939’de haftada elli bin nüsha basılarak, o dönemin koşullarında çok yüksek okunma rakamlarına ulaşmış, yayınlandığı dönemde işçi sınıfının mücadelesini güçlendiren bir işlev görmüştür.
[31] Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1997, s.292-293.
[32] İngilizcede “sendika” anlamında kullanılan “trade union” ifadesinin kelime anlamı “vasıf (ya da meslek) birliği” demektir. İlk sendikalar sadece vasıflı işçilerin birleşme ve mücadele örgütü olarak kurulduğundan İngiliz işçileri tarafından böyle bir tanım benimsenmiştir.
[33] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 1992, s.171.
[34] Erkan Aydoğanoğlu , “Sınıf Örgütleri Olarak Sendikaların Doğuşu ve Sınıf Sendikacılığı”… https://ozgurlukdunyasi.org/arsiv/120-sayi-216/394-sinif-orgutleri-olarak-sendikalarin-dogusu-ve-sinif-sendikaciligi
[35] “Paris Komünü’nde savaşmakla “suçlanan” Louise Michel savunmasında, “Kendimi savunmak ve birilerinin beni savunmasını istemiyorum. Tüm varlığımla toplumsal devrime aidim ve bütün davranışlarımın sorumluluğunu kabul ediyorum. Yaptıklarımı bilerek ve isteyerek yaptım,” der…
[36] “Marx’ın ve Engels’in siyasal analizlerini, bunların uluslararası boyutlarını dikkate almadan değerlendirmek, Othello’yu sanki oyundaki olaylar Venedik’te geçmemiş gibi temsil etmeye benzer. Devrim, onların gözünde, özünde uluslararası bir fenomendi, basitçe ulusal çaplı dönüşümlerin bir toplamından ibaret değildi. Marx’la Engels’in stratejileri özünde uluslararası boyutluydu.” (Eric J. Hobsbawm, Dünya Nasıl Değişir, çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2014, s.83.)
[37] Matt Vidal, “İşçiler Kapitalizmin ‘Mezar Kazıcısı’ mıdır?”, 2 Kasım 2018… https://gazetekarinca.com/2018/11/isciler-kapitalizmin-mezar-kazicisi-midir-matt-vidal/
[38] Henri Lefebvre, Yaşamla Söyleşi, çev: Emirhan Oğuz, Belge Yay., 1995, s.77.
[39] August Bebel, Kadın ve Sosyalizm, Çev: Saliha N. Kaya, Agora Yay., 2013, s.384.
[40] yage., 2013.
[41] Henri Lefebvre, Marksizm, çev: Vedat Günyol, Alan Yay., 1990, s.39.
[42] Henri Lefebvre, Gündelik Hayatın Eleştirisi 1, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2012.
[43] “Ekim Devrimi evrensel düzeyde dünyayı sarsan bir olay olarak kabul edildi.” (Eric J. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çev: Yavuz Aloğan, Everest Yay., 2006, s.87.)