“Hiçten hiçbir şey çıkmaz,
var olan
hiçbir şey yok edilemez.”[1]
Ve gerçekten de bu işi iyi yapıyorlar,” diye betimlerken içinden geçilen -zorlu!- kesiti Jordan Maxwell; Fyodor Mihayloviç Dostoyevski de şu satırlarıyla -yıllar öncesinden- bugün(ümüz)ü anlatır sanki:
“Duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: ‘Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?’ Öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor.”[2]
Hasılı “onur”, “adalet”, “ahlâk”, “dayanışma” gibi insan(lık)ı var eden özelliklerin iğdiş edilmeye kalkışıldığı tabloda devasa bir yabancılaşma yaşanıyor; Karl Marx’ın, “İnsan, kendi emeğinin nesnesinden ve üretim sürecinden yabancılaşmış olarak, kendisinden de yabancılaşır -o kendi kişiliğinin birçok yönünü tam olarak geliştiremez,” tarifindeki üzere…
Ancak bun(lar)a rağmen hayat devam ediyorken; zaman bazı şeyleri aşındırmak bir yana güçlendirerek ölümsüzleştiriyor; tabii ki Theodor W. Adorno’nun, “Her sanat yapıtı işlenmemiş bir suçtur… Sanatın bugünkü görevi, düzene kaos getirmektir,” saptamasındaki özelliklerle…
İnkâr edecek değilim!
Theodor W. Adorno’nun, “Hakikâtin yalan, yalanın da hakikât gibi göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi (…) Her düşünce, daha önce kültür endüstrisinin merkezlerinde biçimlendirilmiş olarak geliyor bize. Böyle bir ön biçimlendirmenin izini taşımayan şeylerse, inandırıcılıktan yoksun bulunuyor,” notunu düştüğü devasa bir yabancılaşma ikliminde insana ait her şey tehdit altındayken; yine Onun ifadesiyle, “Günümüzde insanın evindeyken kendini evinde hissetmemesi bir ahlâk sorunudur”!
Böyle bir ortamda silkinip başkaldırmaya yönelik yenilenmede müziğin önemi açıktır.
Tıpkı Nâzım Hikmet’in “Şarkılarımız/ ön safta en önde saldırmalıdır düşmana./ Bizden önce boyanmalıdır/ şarkılarımızın yüzü kana..
Şarkılarımız/ varoşlarda sokaklara çıkmalıdır!
Şarkılarımız/ bir tek yüreğin/ perdeleri inik/ kapısı kilitli evinde oturamaz!.
Şarkılarımız/ rüzgâra çıkmalıdır,” dizelerindeki üzere ve “Sadece tarih, bütün sıkıntıları ve çelişkileriyle gerçek tarih kurar müziğin hakikâtini,”[3] vurgusunu asla unutmadan
* * * * *
“Müzik” dedim; O pandeminin olumsuz koşullarında bile, “Bütünüyle bu olanlar ve öngörebildiğim kadarıyla olacaklar karşısında ben, asla umutsuz değilim. Kısaca; çelişkiler arttıkça, sorunlar derinleştikçe, aynı oranda çözümden, iyiden ve güzelden yana umut da yeşerecek, yaklaşacak/ yaklaşıyor demektir. Benim anladığım “yeni normal” dayatılan eski ‘a/normalin’ tasfiyesidir artık. Bu süreç başlamıştır,”[4] dedirtebilen esin kaynağıdır.
Çünkü “Sanatçı muhaliftir. İyi şeylere bakıp sahip çıkar, kötü şeylere muhaliftir,”[5] diyen Edip Akbayram’ın da; ‘Aldırma Gönül Aldırma’, ‘Metris’in Önü’, ‘Güzel Günler Göreceğiz’, ‘Hasretinle Yandı Gönlüm’, ‘Sen Benden Gittin Gideli’ ve daha niceleriyle yaptığı buydu…
Tıpkı Alpay’ın dik duruşundaki gibi…
‘Eylülde Gel’, ‘Dağların Arkasında Yar’, ‘Fabrika Kızı’yla tanınan Onun hakkında, “Terör örgütü üyelerini övdüğü ve devleti aşağıladığı” iddiasıyla açılan soruşturmadan ve Onun da, “Gezi Direnişi’ni savunmak terörse ben teröristim” yanıtını verdiğinden haberiniz vardır umarım.
22 Mart 2019’daki konserinin ardından başlatılan soruşturmaya, Alpay’ın Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve Gezi/ Haziran’da düşenleri anması “sebep” oldu.
Konserde “Sıradaki şarkım, devlet tarafından zalimce katledilen bu güzel insanlara gelsin” diyen Alpay, her konserinde, “Bu konserimde de, her konserimde yaptığım şeyi yaptım… İçerisinde ‘Ellerinde güllerle girdiler kara toprağa, utansın kara toprak utansın bu dünya’ sözleri geçen şarkımı söyledim ve ‘Bu şarkıyı, Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri tarafından öldürülen Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla, Gezi’deki çocuklara adıyorum’ dedim. Bütün izleyicilerim de ayakta alkışladı. Bu insanlar terörist mi? Bu insanları anmak terör suçu işlemek mi? Öyleyse ben teröristim, bunları söylemeye de her zaman devam edeceğim,” dedi.
“Devleti eleştirmek için sanatçı olmak zorunda değilsiniz, bu ülkede yaşayan her vatandaşın devleti eleştirme hakkı vardır. Kaldı ki devletin eleştirilmediği bir toplum, bir adım ileriye de gidemez,” vurgusuyla, “Türkiye’de hukuk hiçbir zaman olmadı, avukatlık stajımı yaparken fark ettim bu gerçeği ve avukatlığı bıraktım,”[6] diye ekleyen Alpay, ‘Ethem’in Sessiz Çığlığı’ şarkısında “Anımsayın,/ Anımsayın ki tazelensin geçen günler/ Adımı anın, anın ki unutulmayayım,” haykırışıyla yeri göğü inletiyordu.
Alpay’ı Alpay yapan elbette sanatıdır; ancak buna dik duran sanatçı kimliği de eklenmelidir.
Mesela ‘Fabrika Kızı’ mı dediniz? O; bestecisi/ söz yazarı Bora Ayanoğlu’na ait bir yapıttır.
“Muhbir vatandaş” yüzünden başı devletle belaya giren Alpay’ın seslendirdiği ‘Fabrika Kızı’nı bestelediğinde Ayanoğlu 22 yaşındaydı ve pop müziğinin ilk proleter şarkısını üretmişti; Cem Karaca’nın ‘Tamirci Çırağı’ndan önce yazılıp bestelenmişti ‘Fabrika Kızı’.
Ayanoğlu’nun bestelerinin çoğu toplumsal sorunlarla ilişkilidir. Bireycilikten uzak, toplumcu bir anlayışı olan Ayanoğlu’nun bir röportajdaki, “Fabrika Kızı şarkısını kime yazdınız?” sorusuna veriği yanıtı şudur: “O aslında bir sevgiliye yazılmadı. Komünizmin fikir babası Karl Marx’ın ürettiği düşünce akımı olan Marksizmin tanımıdır şarkının sözleri”.
Ayanoğlu’nun esin kaynağının Marx olması önemlidir. Kolay mı? Toplumsal mücadele tarihinde itirazını kendi alanında dile getirmiş bir sanatçıdır O.
“Fabrika Kızı o kadar tutulur, o kadar sevilir ki, şarkıda kendilerinden söz edilen tütün işçisi kadınlar, Ayanoğlu’nu mektup yağmuruna tutarlar. Bu mektuplar arasında, yüzlerce imzanın bulunduğu bir de tuvalet kâğıdı rulosu vardır, o kadar imza başka nereye sığdırılabilir ki? 12 Mart askeri darbesinin yasakladığı ilk şarkılardan biri de Fabrika Kızı’dır…”[7]
* * * * *
Ya “Devrimi düşlüyorsan ona göre yaşarsın. Yürüyüşün farklı olur. Bakkala, manava başka türlü davranırsın. Bunun için sana kimse puan yazmaz tabii ama anlarlar. Orada birisi farklı yürüyordur…”
“Hayatım boyunca Türkiye’deki sistemle mücadele ettim. Sonunda fark ettim ki sistemle kanser aynı şey…”
“Beni radyasyon değil, Türkiye’deki sistem kanser etti,” diye haykıran Kazım Koyuncu?
25 Haziran 2005’te yitirdiğimiz O, “Şair Ceketli Çocuk”tu.[8]
“Emekten ve emekçiden yanaydı, savaş karşıtıydı, farklılıkların kardeşçe bir arada yaşayabileceğine inanırdı.”[9]
“Biraz Karadenizliyim, biraz müzisyenim ama hepsinden önce devrimciyim diyen bir adamı herhâlde en çok siyasi duruşuyla hatırlamak gerekir. İnsanı insan yapan değerler o duruştan geliyor. Bu adamın bu kadar güzel yürekli olması, çevreye, insana duyarlı olması, herkesin derdini dert edinmesi, hepsinin temeli zaten o.”[10]
“Karadeniz’in asi çocuğu, halkların eşitlik mücadelesinde de bu kısa ömre kocaman bir mesaj sığdırdı… İlk konser durağı Diyarbakır olmuştu. Kazım Koyuncu’nun Lazlar’dan Kürtler’e barış kapısı kurduğu; ‘Denizin çocuklarından dağların çocuklarına selam getirdim’ mesajının ilk söylendiği Diyarbakır Newroz’unda ‘Dido Nana’sını yüz binlerin bir ağızdan söylemesi onu şaşırtmış ve mutlu etmişti.”[11]
* * * * *
Ya “Protest Müzik”in[12] zirvesindeki Ahmet Kaya?
1957’nin 28 Ekim’de Malatya’da doğan O, toplumsal hafızamıza kazınmıştır.
Yasaklansa da türküleriyle, dilden dile yayıldı. Unutulmuş dillerin, şarkılar aracılığıyla bugüne geldi.
Halkın direnişini şarkılarına taşıyarak; tarihe not düşüp, unutmamamızı sağlayan Ahmet Kaya’nın yasaklanan dil(ler)in meydan okuyan haykırışı olduğu hepimizin malumu…
Linç kampanyası akabinde Paris’e gidip, 2000’in 16 Kasım’ında kalp krizi geçirerek yaşamını yitiren, o günden bu yana, Père Lachaise de Yılmaz Güney’in birkaç metre ilerisinde yatan O; Grup Yorum gibi toplumsal hafızamızı diri tutanlardan bir hakikâtti.
Burjuva iktidar, onlara hareket alanı bırakmamak istese de Onlar dimdik ayaktalar hâlâ…
Onlar “Halkın içinden çıktı, halkın katılımıyla büyüdü. Nâzım Hikmet’ten Ahmed Arif’e, İbrahim Karaca’dan Nihat Behram’a onlara yol gösteren şairlerin şiirleriyle güçlendi. Ahmet Kaya şarkıları da öyle. Grup Yorum, üniversiteli gençler tarafından kurulmuştu. Ahmet Kaya, memleketin gündemine oturduğunda 20’li yaşlarının ortalarındaydı. Sonrasında hep genç kaldılar. Grup Yorum bugün özgür değil ama hâlâ heyecanlı, hâlâ genç. Ahmet Kaya, artık aramızda değil ama şarkıları hep bizimle.”[13]
* * * * *
Ve Helin Bölek’in, İbrahim Gökçek’in (ve zindandaki ölüm orucuyla adını Onların yanına katan Mustafa Koçak’ın) Grup Yorum’u…
Konserleri yasaklanan; kültür merkezleri basılan; albüm kayıtlarına el konulan; üyeleri hakkında bülten çıkartılan; zindanlara kapatılan; bir kısmının memleket dışına çıkmak zorunda bırakılan Grup Yorum’a uygulanan baskılar gerçekten de vahim boyutlarda.
Onların taleplerini duyurmak adına süresiz açlık grevleri hâlâ devam ediyor.
Onlara yönelik haksızlık, yanlış, vicdansızlık, ahlâksızlık ve zulüm karşısında Grup Yorum türkülerini söyleyebilmek için ömrünü vermek; hayattan vazgeçmek demek…
Müzikal tınıları Anadolu esintileri, folklor, rock, Akdeniz ezgileri, Latin Amerika marşları vb. gibi farklı türleri harmanlayan Onlar, dünyadaki 68 kuşağının, coğrafyamızdaki 71 başkaldırısının çocuklarıdır. “Başka Bir Dünya” için mücadele etmektedirler…
Pete Seeger, Bob Dylan, Joan Baez, Victor Jara, Inti-Illimani, Theodorakis, Pink Floyd’dan süzülerek gelen protest müziğin has çocuklarıdırlar.
Halkın, ezilenlerin sesi soluğudurlar…
* * * * *
Ve Beyrut için söylenebilecek en güzel şarkıları söylemeyi sürdüren Feyruz; Lübnan’ın kadife sesli kadını…
“Beyrut’un kadim sokaklarında Feyruz’un hüzünlü sesini duyar gibi olursunuz, her adımda. Feyruz, Filistin için söylediği ağıtlarla bir parça isyanını, hüsranını taşır bu halkın. Feyruz’un sahne adının anlamı ‘turkuazdır.’ Bu turkuaz sesin yankılandığı sokaklarda acı, yas, hüzün, aşk ve özgürlük tutkusu eksik olmaz, bu coğrafyanın kaderidir bunlar. Bir de Beyrut’un her dükkânının önüne konulan jeneratörlerin o amansız sesleri… Her binasında roketlerle açılmış delikler… Top mermileriyle savrulmuş caddelerdeki parke taşları… Daha nasıl anlatılır bilmem ki…
Arap dünyasında Um Kaltoum (Ümmü Gülsüm) ile zirveye çıkan Mısır müzik okulunun tam zıddı yönde yer alan Lübnan müzik okulu, Rahbani damgası taşır, onun ölümsüz sesi ise Feyruz’dur…
O; ‘Cezayir Başkanı Houari Boumedien huzurunda şarkı söylemeyi neden kabul etmediniz’ diye sorulduğunda, ‘Kişiler için değil halk için şarkı söylerim’ diye cevaplayandır.”[14]
Kimilerine mantıklı gelmese de, Feyruz ile Ayşe Şan arasında paralellik kurarım. Her ikisi de coğrafyalarında (İtalya’yı işgal eden Avusturya’yı protesto için ‘Nabucco Operası’nı yazarak kitlelere mal olan Giuseppe Verdi kadar) benimsenmişlerdir. Burada bir Verdi parantezi açalım mı?
O, ‘Nabucco’da “Esirler Korosu” aracılığıyla işgal kuvvetlerini eleştiriyordu. (“Esirler Korosu” İtalyanları sembolize ediyordu.) Her türlü protestoyu kanla bastıran işgalciler, Verdi’yi engelleyemediler. İtalya’da büyük bir Verdi sevgisi ortaya çıktı, çünkü o işgal günlerinde İtalya’nın gür sesiydi. Verdi ölmeden önce, ölümünün çevreye duyurulmamasını, cenazesini, belirlediği 24 kişinin kaldırmasını vasiyet etti. Vasiyete uyuldu. Ancak Verdi’nin tabutunu taşıyan grup cenazenin gömüleceği yere yaklaştığında, bütün bölgeyi on binlerce İtalyan doldurmuştu. Verdi’nin tabutu görüldüğünde bu büyük grup, şefsiz ve orkestrasız “Esirler Korosu”nu söylemeye başladı. Bu manzara, Verdi’nin gücüydü, müziğin gücüydü.
* * * * *
Eyşana Êlî ya da hepimizin bildiği adıyla Eyşe Şan/ Ayşe Şan Kürt(lerin) dengbej (sözlü edebiyatında kilam ve stran söyleyen sanatçılar) geleneğindendir.
Hatta Mihemed Arif Cizrawî, Hesen Cizrawî, Mihemed Şêxo, Tehsîn Taha, Meryem Xan, Îsa Bervarî, Kawîs Axa, Gûlbahar, Nesrîn Sêrwan, Cemîlê Horo gibi Kürt müziğinin sembol isimlerindendir.
Tam da bu noktada “Müzik; Kürdün ruhu, ruh hâli, tarih ve kimliğinin dili, geçmişinin mükemmel anlatıcısı ve geleceğinin umududur,”[15] diyen Mehmed Uzun ekler:
“Anadilim Kürtçede ‘deng’ sestir. ‘Bej’ ise sese biçim verendir, sesi söyleyendir. Sese ruh kazandıran, sesi canlı hâle getirendir. Sesi meslek edinmiş usta, mekânı ses olmuş insandır. Dengbêj, sese nefes ve yaşam verendir.”[16]
Kürt müziği elbette dengbêjlerden ibaret değildi;[17] ancak kitlelere mal olan özellikleriyle onlar öne çıkmışlardır.
Kürt müziğinin ‘Taçsız ve Tahtsız Kraliçe’si Ayşe Şan, Diyarbakır’da doğdu; daha sonra sırayla Antep, İstanbul, Almanya, Bağdat ve İzmir’de yaşadı. Erkek egemen bir dünyada hayata tutunmaya çalışan Şan, yaşadığı baskılara, bir Kürt kadını olarak dilinin ve kültürünün yasaklanmasına direnmekten hiç vazgeçmez. Erken yaşta evlendirilen ve dengbêj divanlarında büyüyen Şan, feodal baskı ve devletin Kürtçe yasağı nedeniyle sürgün hayatı yaşmıştı.
Sadece kadın olmanın zorluğunu yaşamadı Eyşe Şan. O aynı zamanda inkâr edilen bir halkın yok sayılan diliydi; bütün baskılara rağmen sese dönüşmeye çalışıp, bunun için bedel ödemeyi o günden göze almıştı.
“Coğrafya kaderdir” der İbn-i Haldun. Eyşe Şan’ın tüm yaşamı içine doğduğu toprakların ona çizdiği doğrultuda baskı, zulüm ve türlü acılar eşliğinde yaşandığı gibi öyle de bitti. Doğduğu toprakların acı kaderi, ona ömründe binlerce defa aşmak zorunda bıraktığı zorluklarla eşlik ederken, yalnızlıklar ve yokluklar içinde bir sonu da reva gördü.[18]
1938’in Kasım’ında Diyarbakır’da dünyaya gelen ve halk arasında “Taçsız-Tahtsız Kraliçe” olarak anılan Ayşe Şan; Eşyana Kurd, Eyşe Xan, Eyşana Osman isimleriyle de biliniyordu.
Küçük yaşta müzikle tanışan Ayşe Şan, evlerinde kurulan dengbêj divanlarıyla Kürt müziğini, kültürünü, tarihini, klamlarını öğrenerek ilk müzikal eğitimini alır. Bu sürecin kendisi üzerindeki etkisini; “Keşke Diyarbakır’daki evimizin duvarlarının dili olsaydı da o dengbêj gecelerini anlatsaydı. Evin dip köşesinde dengbêjleri dinlerdim. O kadar dinlerdim ki, biri beni çağırsaydı aniden irkilirdim…” diyerek anlatır.[19]
Diyarbakır’da 20’li yaşlarına geldiğinde kadınların bulunduğu ortamlarda Kürt klasik klamlarını (şarkı-türkü), ilahi ve medîhaları (divan ortamında söylenen ve genellikle Hz. Muhammed’e, sahabesine, Hz. Ali’ye ve tarikat şeyhlerine övgülerden oluşan dini şarkılar) seslendirir ve dinleyicilerin beğenisini kazanır.
1958’de babasının isteği üzerine evlendirilir ve bu evlilikten bir kızı olur. Kendi rızasıyla yapmadığı evliliği kısa süren ve eşinden ayrılan Ayşe Şan o günlerini şöyle anlatır; “Çok gençken evlendim. Mutlu olamadım, boşandım. Boşandıktan sonra Antep Radyosu’na geldim. Kürtçe ve Türkçe parçalardan oluşan bir plak yaptım. 1979’da Bağdat’a giderek buradaki radyoda Kürtçe söylemeye başladım.”
İstemeden erken yaşta yapılan bu mutsuz evliliğin ardından, kadınların şarkı söylemesinin tasvip edilmediği ve günah sayıldığı bu ortamdan ayrılarak, kendi yolunu çizmek ve hayatını yeniden kurmak üzere, genç yaşta Antep’e gitmek zorunda kalır. Nail Bayşû’nun yardımıyla yerel bir radyoda -Kürtçenin yasaklı olması nedeniyle- Türkçe şarkılar söyleyerek müzik yaşamını sürdürmeye çalışır. Daha sonra 1963 yılında İstanbul’a giderek Kürtçe ve Türkçe şarkılar seslendirdiği konserler verir. Kürtçenin yasak olması nedeniyle Türkçe ağırlıklı iki kaset sonrasında da Kürtçe kasetler yapar. “Ez Xezal im” şarkısıyla tanınır. Kürtçe okuduğu şarkılardan dolayı ciddi baskılarla karşılaşır ve 1972 yılında Almanya’ya giderek sürgün hayatı yaşamaya başlar. Kürt dilinin ve Kürtçe şarkı söylemenin yasak olduğu o dönemde birçok Kürt müzisyen gibi o da el altından yapılan kasetler sayesinde sesini duyurma olanağı bulur ve Türkiye’ye yeni gelen kasetçalarlar sayesinde de evlerde dinlenmeye başlanır. İlk kasetinde söylediği ‘Lê Lê Ximşê’, ‘Lorke’, ‘Siverek Yollarında’ ve ‘Gurbette’ şarkılarıyla ünlenir.
Ayşe Şan 1979’da Irak’a gider. Radyoda çalışmaya başlayan Ayşe Şan’ın sesi artık Bağdat’tan dinlenir. O dönemde tıpkı Erivan Radyosu gibi Kürt müziği ve kültürünün yaşatılmasında önemli katkılara sahip Bağdat Radyosu da birçok Kürt müzisyenin yetişmesine ev sahipliği yapar.
Bağdat Radyosu’nda o dönemde Mihemed Arif ve Hesen Cizrawî, Mihemed Şêxo, Tehsîn Taha, Meryem Xan, Ayşe Şan, Îsa Bervarî, Kawîs Axa, Gûlbahar, Nesrîn Sêrwan, Cemîlê Horo en çok ilgi gören ve dinlenen müzisyenlerdendir. Ayşe Şan burada Kürt müziğinin birçok önemli ismiyle tanışma, birlikte çalışma ve konser verme imkânı yakalar.
Ayşe Şan, Bağdat’tayken dönemin zengin Kürt iş insanlarından biri Şan’ın geldiğini duyar ve onunla görüşüp çok yüksek bir para teklif ederek bir akşam sadece kendisi için söylemesini ister. Ancak Şan “Asla” der, “Özel davetlere konser vermem çünkü ben halkımın sanatçısıyım.”
Şan’ı dinlerken sürgüne isyanı, halkının acılarını ve sevinçlerini dile getirdiğini görebiliyoruz. Kürt müziği içinde bir kadın sanatçı olarak kendini kabul ettiren önemli bir model olan Şan’ın, Kürtçe’yi yalın bir şekilde okuması, duyguları yoğun bir şekilde eserlerine aktarması ve kendine has okuma tarzı onu kitlelere sevdiren en önemli özelliklerinden olur.[20]
1990’lı yıllara gelindiğinde Kürt hareketinin yükselen özgürlük ve demokrasi mücadelesine Ayşe Şan da ‘Werin Pêşmerge’, ‘Newroz û Dîyarbêkîr’ şarkılarıyla ses verir. Yaşadığı zorlu hayatı; “Ezilmişlik, kendisiyle beraber büyük acı ve keder yaratır. Eğer bizim de özgür bir ülkemiz olsaydı, halkımız da kendi değerlerinin kıymetini bilirdi. Biz halkımızın ve ülkemizin ezilmişliğine feda olacağız,” diyerek anlatır.[21]
Özetle Ayşe Şan, devlet ve toplum baskısına rağmen unutulmayacak yapıtlara imza attı; 18 Aralık 1996’da yaşama veda etmeden önce de doğduğu yere yani Amed’e gömülmeyi vasiyet etmişti; hâlâ vasiyeti yerine getirilemedi.[22]
* * * * *
Sadece Ayşe Şan değil; bir de Sûsika Simo vardı…
O, 1946’da Kürdî geleneğiyle ilk kez sahneye çıkarak Ermeni ve Kürtçe şarkılar seslendirir. İki grup kurarak opera ve bale tarzında sanatını icra eder. Aynı şekilde Elegezi tiyatro gruplarıyla tiyatrodan önce veya sonra sahneye çıkarak Anonim Kürt Halk şarkılarını seslendirir. Şarkı seslendirmek kadar halaya da meraklıdır Simo, halay gruplarına da hocalık eder. O dönemlerde yani 1946 yılında ilk kez Kürt bir sanatçı resmi olarak tanınır, sahneye çıkar ve şarkılar seslendirir. Bu, o dönemde bir ilktir.
Sûsika Simo heybetli ve iç okşayıcı sesiyle atalardan kalan ezgileri seslendirip, Kafkasya halkına Kürt halay ve oyunlarını da tanıtmıştı. Seslendirdiği onlarca ezgiyi Klasik Kürt Müziğine kazandırdı. Kürt kültür ve sanatının ilerlemesi konusunda bir mihenk taşıydı. Çünkü Kafkasya’ya bu kültürü tanıtan oydu. Sanatı, sesi sınırları aşıp milyonlarca insanın yüreğine dokundu.
Ayrıca O, Gulizar ile 1955 senesinde Erivan Radyosu’nda şarkı söyleyen ilk Kürt kadınlardandı. 1965 yılında sanat hayatının zirvesini yaşar ve Kızıl Meydan’da çoğu kez büyük konserler verir. Bu konserleriyle ismi bütün Sovyet coğrafyasına yayılır.
Ekim devrimi ve sosyalizmi müjdeleyen kılamlara imza atan Sûsika Simo’nun Lenin için de bir bestesi vardır. “Devra berê, devra berê, belengaz bû/ Lenin rabû em xilas bûn/ Navê Lenin şirin şa bûn/ Eskiden, eskiden hep yoksulduk/ Lenin kalktı biz kurtulduk/ Lenin’in ismiyle mutlu olduk…”[23]
* * * * *
Aslı sorulursa Sûsika Simo, bir istisnadır; Ayşe Şan’ın hikâyesi Kürt müziğinin tasviridir sanki.
Örneğin, Koma Gulên Xerzan solisti Çiya Şenses, 18 Haziran 2019’da İstanbul Gaziosmanpaşa’daki evinden, “örgüt propagandası yapmak” gerekçesiyle gözaltına alınıp; polislerin gözaltında kendisine “Sizin yaşama koşulunuz yok. Kürtçe şarkı söylemeniz bile bizim için terör propagandasıdır” dediğini söylerken; Şenses’in gözaltına alınma gerekçesi 2018 Newroz’unda Elazığ ve Ankara’da HDP ve çeşitli sendikalarca düzenlenen kimi etkinliklerde seslendirdiği ezgilerdi![24]
Kürt olmak kadar, Kürt müzisyeni olmanın daha da zor olduğu sömürge coğrafyasında, her şeye rağmen sanat hayatına 8 albüm sığdırıp, Kürt müzik tarihine bir miras bırakan Tahsin Taha’lar da oldu hep.
Mirası Kürt müzik tarihine öncülük eden Tahsin Taha, Eyşe Şan, Seîd Gabarî, Gulbihar, Salim Helebî, Erdewan Zaxoyî, Elbirt Nayîl ve daha birçok Kürt sanatçıyla birlikte stanlarını seslendirendi…
1957’de ‘Eşkere Nakim’ bestesiyle sanat hayatına adım atan Tahsin Taha, seslendirdiği parçalardan dolayı birçok kez cezaevine giren yurtsever bir eylemciydi.
1960 ile 1970 arasında Bağdat Radyosu’nda Tahsin Taha’nın 120’den fazla şarkısı çalındı.
1961’de işinden ayrılarak Mustafa Barzani önderliğindeki Kürt hareketine katıldı, 1960’ların ortalarında tutuklanıp hapse atıldı. 1975’te Barzani öncülüğündeki hareket başarısız olunca ‘Ey Felek’ isimli şarkısını kaleme alıp, duygularını anlatır.
Onun Kürt sanatına büyük hizmetlerinin olduğunu belirten müzisyen Enver Qeredaxi, “Tahsin Taha halkının gönlünde yer edinmeyi başardı ve her zaman ağırlığını korudu. Bazı şarkılarında siyasi konulara değiniyordu, bazılarında ise Kürdistan’ın doğasından, aşktan bahsediyordu,”[25] diyordu.
* * * * *
Ve nihayet yıllarca Kürt halkının acılarını şarkılarıyla dile getirip, bin bir zorlukla sanatını icra eden Hesen Zirek.
1953’te ilk şarkısını Bağdat Radyosu’nda seslendirip, çok beğenilen ve Bağdat’ta 70’e yakın şarkı kaydeden Hesen Zirek’in şarkıları Kürdlerin yaşadığı tüm bölgelere yayılıyor.
1958’den sonra İran’a dönen Zirek, Tahran Radyo’sunun Kürtçe biriminde çalışmaya başlar. Daha sonra Kirmaşan Radyo’su ile iletişime geçen Zirek, Kirmaşan Radyo’sunda 83 şarkı kaydeder ve en iyi yapıtlarını iki yıl geçirdiği Kirmaşan’ta, orkestrası aracılığıyla ve Mucteba Mirzade’nin desteğiyle kaydeder.
Yaşamı boyunca 1.500 şarkı seslendiren Hesen Zirek, aynı zamanda Nali, Wefayi, Seyid Kamil, İmami, Kurdî, Pirêmerd, Hêmin, Tahir Beg Caf gibi birçok şairin şiirlerini besteledi.
Sanatçı Rewa Cemal’in, “Hesen Zîrek, Kürt müziğinin sanatında yeşermesine neden oldu. Zirek’in müzikleri, sesi hâlâ kulaklarda yankılanıyor,” dediği Onun; ‘Ey Niştiman’ marşı Ruhi Su tarafından ‘Ankara’nın Taşına Bak’ olarak Türkçe seslendirdi.
‘Yallah Şoför’ İbrahim Tatlıses tarafından seslendirildi.[26] ‘Nesrin ‘Emrem Bahare’ Celal Güzelses tarafından ‘Ağlama Yar’ ismiyle Türkçeye çevrilen parça daha sonra Tenekeci Mahmut, İbrahim Tatlıses ve Yavuz Bingöl tarafından seslendirildi.
Özcan Deniz’in bir albümünde ‘Çavuz Kızı’ ismiyle seslendirdiği ve anonim olarak kayda geçirdiği ‘Chawt Cwana Leyla’, Candan Erçetin’in 2005’de çıkardığı bir albümde yer alan ‘Aman Doktor’ Onun çalıntı yapıtlarıydı![27]
* * * * *
“Başkaldıran direncin müziği ayaktadır diz çökmez, teslim alınamaz,” vurgusuyla dediklerimi toparlarsam…[28]
Konfüçyus’ün, “Bir insan topluluğunun nasıl yönetildiğini anlamak isterseniz onun müziğine bakın,” dediği tabloda ekler Pyotr Ilyiç Çaykovski: “Eğer müzik diye bir şey olmasaydı, ortada gerçekten de delirmek için bir sebep bulunurdu…”
Çünkü “İnsanlık despotluğu, müzikle yenmişti.”[29]
Çünkü “Müziğin kökenleri geçmişin hayli derinliklerinde yatar. Müzik ölçüden doğar ve o büyük birlik içinde kök salar.”[30] “Müzik mucizeler yaratabilir.”[31]
Çünkü “Kültür, müziğin arsası olarak tanımlanmaktadır.”[32] “Şarkı söyleyişinin başka dünyalara sürüklemediği insan yoktur.”[33] “Müzik gümüş sesiyle deva sunar hemen bütün gönüllere.”[34]
13 Haziran 2020 17:33:24, İstanbul.
N O T L A R
[*] Newroz, Temmuz 2020…
[1] Demokritos.
[2] Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Budala, çev: Mazlum Beyhan, İletişim Yay., 2015.
[3] Theodor W. Adorno, Müzik Yazıları-Bir Seçki, çev: Şeyda Öztürk, YKY., 2018.
[4] Hilal Köse, “Suavi: Yaş Almak Birikimdir”, Cumhuriyet Pazar, 7 Haziran 2020, s.15.
[5] Ali Ayaroğlu, “Edip Akbayram: Zilzurna Âşığım”, Cumhuriyet Pazar, 18 Ağustos 2019, s.4.
[6] Ayça Han, “Hakkında Terör Soruşturması Başlatılan Alpay: Devlet Eleştirilmeli”, Cumhuriyet, 5 Haziran 2019, s.13.
[7] Mustafa Kemal Erdemol, “Sinemanın Fatih’i Müziğin Toplumsal Savaşçısı”, Cumhuriyet, 7 Haziran 2019, s.16.
[8] “Hastaneye yattıktan sonra sadece sevgilisi yanında kaldı… Laz böreği isterdi. Onun o hastane yatağında zevkle Laz böreği yemesini unutamıyorum. Son zamanlarında karayemiş sormuştu. Olmamıştı daha… Onu defnettiğimizde karayemişler yeni olmaya başlamışlardı. Mezarı şimdi karayemiş ağaçlarına bakıyor.” (Hilal Köse, “Arzu Kal Demirçi: Şair Ceketli Çocuk: Kazım”, Cumhuriyet, 18 Eylül 2017, s.6.)
[9] Özlem Ertan, “Kazım’ın Sesi, İnsanlığın Sesi”, Evrensel, 25 Haziran 2018, s.15.
[10] Arzu Kal Demirçi, Şair Ceketli Çocuk, Chivi Yazıları, 2017.
[11] Hicri İzgören, “Şarkılar Söyledik”, Yeni Yaşam, 27 Haziran 2019, s.11.
[12] Sacide Alkar Doster, “Protest Müziğin Yorgun Demokratı”, Cumhuriyet Kitap, No:1527, 23 Mayıs 2019, s.14.
[13] Murat Meriç, “Türküler Söyledim Sana, Duyuyor musun?”, Birgün Pazar, Yıl:16, No:659, 27 Ekim 2019, s.16.
[14] Yavuz Özcan, “Feyruz: Kişiler İçin Değil Halk İçin Şarkı Söylerim”, 12 Haziran 2019… https://www.artigercek.com/haberler/feyruz-kisiler-icin-degil-halk-icin-sarki-soylerim
[15] Mehmed Uzun, Ölüm Meleğiyle Randevu, 2008, s.147.
[16] Mehmed Uzun, Dengbejlerim, İthaki Yay., 2006, s.11.
[17] ‘Kürt Saray Müziği’ kitabı nam-ı diğer Kürt sanat müziği kitabı, Kürt saray ve mirliklerinde ne tür müzikler dinlenildiğini ortaya koyar.
Kimilerine göre Yahudi Kürdü, kimilerine göre de Yezidî Kürdü olan İbrahim Mehdi Musulî (743 Musul-806 Bağdat), Abbasi devleti döneminde Pythagoras’ın müzik teorisini geliştirdi. Halife Harun Reşit himayesinde ilk müzik okulunu kuran İbrahim Mehdi, ses dizgeleri teorisi ve ses aletlerinin gelişmesi için çok ciddi bir çalışma yürüttü. Yetiştirdiği öğrenciler arasında öne çıkan isimler oğlu İshak Musulî ve ünlü müzisyen Ziryap’tır.
İshak Musulî (767-850 Bağdat), babasının müzik eğitimindeki ebcet notalı yazma tekniğini ilerletti. Öğrencisi olan akılcı İslâm felsefecilerinden ünlü El Kindi ise bu notalara başka anlam ve yorum getirerek ud sazını icat etti. Afrika üzerinden İspanya Endülüs diyarına göçen ve gitarın babası olarak bilinen Musevi Kürt kökenli Ziryap (789 Musul-857 Cordoba) ud sazına beşinci teli ilave edip mızrabı ilk kullanan ve flamenkoyu yaratan kişi olarak bilinir.
İshak Musulî’nin oğlu Hammad, ailenin müzik ekolunu devam ettirdi. Öğrencisi olan Süleymaniyeli ünlü Yahya Ali (856 Süleymaniye-912 Tahran) öğrenim gördüğü okulun vasfını belirten ‘Risale fil Musiki-Kitabul Bahr-Ahbaru İshak-ı Musulî’ başlıklı kitabın yazarıdır.
Kitapta diğer yandan Kürt sanat müziğinin doruk noktası olarak Kürt asıllı Safiyüddin Abdülmümin Urmiyevi’den (1224-1294) söz edilir. Ve onun bu coğrafyanın en önemli müzik adamlarından biri olduğuna işaret edilir. “Bağdat’ta son Abbasi halifesi döneminde ebced notasıyla birçok müzik makamını notalayıp dizgesini yapan Urmiyevi, Pythagoras’tan sonra gelen en büyük sistematik müzik kuramcısıdır. Onun en önemli eseri Risaletul Şerefiye’dir” denir. Ancak kitabın yazarları Kürtlerin bu kişiye sahip çıkmadığını ve coğrafyanın egemen unsurlarının ona sahip çıkıp, kendilerinden kıldıklarını söylerler.
Yazarlar, Musulî ailesinin ve onların ortaya çıkardığı ekolün takipçileri olarak sözü Safiyuddin-i Urmiyevi ve onun devamı Hoca Abdülkadir-i Meraği’dir (1353 Urmiye-1435 Bursa) getirirler. “Bilgin Giyaseddin Gaybi’nin oğlu ve İlhanlı Devleti döneminde ünlü bir müzisyen olan Abdulkadir-i Meraği, Timur’un Bağdat’ı istila etmesinden sonra 1421’de Bursa’ya gelip II. Murat’a sığınmıştır. Meraği aynı zamanda Osmanlı sanat müziğinin kurucularındandır,” derler ve bu toprakların ortak kaderine işaret ederler. (Kürt Saray Müziği, Hazırlayanlar: H. Mem-Zana Farqînî-M. Şefik Beyaz-Miraz Roni, Kom Müzik, 2009.)
Kürt sanat müziğine Şerefhan Bedlîsî’nin önemli eseri ‘Şerefname’de de yer verilir. 1597’de yazılan bu kitap Kürtlerin yaşadığı coğrafyalarda hüküm sürmüş Kürt beyliklerinin, aşiretlerinin ayrıntılı tarihçesidir. Kürt tarihine ilişkin en önemli özgün kaynaklardan biri olan ‘Şerefname’de Kürt sanat müziğine dair şu cümlelere rastlanır: “Hünerli ses sanatçıları, ince sözlü ve güzel sesli çalgıcılar, ilginç müzik aletlerini hazin makam ve nağmelerle ve Kürtlerin ‘yoson’ tarzında, Arap kurallı, Fars metodu ve Acem usulünde çalmaya başladılar.” Şerefhan Kürt sanat müziği ile ilgili tespitlerine aynı eserinde devam eder:
“Ses sanatkârlarının yanında etkili ve hazin makamlar çalan saz sanatkârları vardı. Hünerli müzisyenler, ünlü ‘uşşak’ makamında ‘zir’ ve ‘bem’ nağmelerle tatlı musiki lehçeleriyle ud ve tambur çalıyorlardı.” (Abidin Parıltı, “Kürtlerin Sanat Müziği”, Radikal Kitap, Yıl:8, No:447, 9 Ekim 2009, s.16.)
[18] Mehmet Şahin, “Topraksız Eyşe”, Yeni Yaşam, 18 Aralık 2019, s.11.
[19] Karapetê Xaço, Ermeni olmasına rağmen Kürt kültürü, müziği, gelenek ve görenekleri ile birlikte çelişkilerini çok iyi biliyordu. Bunu da stranlarına yansıttı. ‘Ay lo Miro’, ‘Lawikê Metinî’, ‘Salih û Nûrê’ ve ‘Eyşana Eli’ ve çok sayıda Kürtçe kilam seslendirdi. Çıplak bir sesle ve enstrümansız söylediği kilamları insanları coşkuyla dolu bir tarih yolculuğuna çıkarırdı. Bir röportajında da, “Herkes dengbêjlik yapamaz. Yapan kişinin bunun hakkından gelmesi gerek. Örneğin biri, şu anda zindanda olan o yiğit insan üzerine bir kilam yapmak isterse; doğru dürüst bir kilamla değerini yaratamazsa o kişiye yalancı denilir. Kürtlerin iyi dengbêjlere ihtiyacı var. Dengbêj için para karşılığı kilam söylemek çok ayıp bir şey,” (Ersin Çaksu, “Karapetê Xaço: Kürt Müziğinin Yüzyıllık Çınarı”, Gündem, 16 Ocak 2013, s.15.) demişti O… Ayrıca bkz: Fakir Yılmaz, “Kürtçe Şarkıları Asimile Ettiler”, Birgün, 11 Nisan 2010, s.2; Cenk Erdem, “Aynur: İsyanın Adı Flamenko!”, Milliyet, 22 Ocak 2014, s.5.
[20] Sibel Özalp, “Halkının Taçsız Kraliçesi: Ayşe Şan”, Yeni Yaşam, 18 Aralık 2018, s.11.
[21] Sibel Özalp, “Tacını Kadınların Taktığı Kraliçe Ayşe Şan”, 18 Aralık 2018… https://ekmekvegul.net/bellek/gunun-portresi-tacini-kadinlarin-taktigi-kralice-ayse-san
[22] “16 Yıl Geçti, Ayşe Şan Hâlâ Sürgünde”, Gündem, 18 Aralık 2012, s.2.
[23] Elvan Başkala, “Sovyetlerin Sosyalist Dengbêji: Sûsika Simo”, 5 Mart 2019… https://www.gazetepatika11.com/sovyetlerin-sosyalist-dengbeji-susika-simo
[24] “MKM Sanatçıları Baskı Altında”, Yeni Yaşam, 27 Haziran 2019, s.11.
[25] “Bağdat Radyosu’ndan Dünyaya Bir Ses: Tahsin Taha”, Yeni Yaşam, 1 Haziran 2019, s.11.
[26] “Kürt” İbrahim Tatlıses mi?
Onun onlarca albümü var; acı yemeyi seviyor, acı vermeyi de!
İlk çıktığında şarkıcıydı, sonra da yapımcı, yönetmen, patron.
Patlayan silahlar, vurulan kadınlar, karmaşık davalarla nam-ı diğer “İmparator”(!) için fazla söze gerek yok! Çünkü O, kendini bizden daha iyi anlatıyor. İşte röportajlardan birkaç örnek:
“Birileri Tatlıses’ten nasıl para götürürüz, diyor. Bilmiyorlar ki kellemi veririm ama haraç vermem. Haraç şeyini aştık artık, güzel dostlarımız var. Telefonu ne zaman kaldırsam herkes emrimde değil yanımda olur. Geçenlerde bir arkadaşla takışmaya girdik, yaramaz bir adamın yüzündendi. Adamlarla barıştık fakat gel gör ki, bir adam yaralandı. Biz de kan parası ödedik.”
“Ben kadınımı severim de, döverim de; kendi aramda!.. Ben sokakta hiç tanımadığım bir kadını dövmüşsem, sövmüşsem, saygısızlık etmişsem bana desinler ki, “Yaptın”… Hangi evde, hangi ailede kavga-dövüş yoktur?”
“Saygısızlık eden bir insana tokat atmak benim için en büyük zevktir.” (Esra Açıkgöz, “Kansız İktidar Olunmaz, ‘İmparator’ da”, Cumhuriyet Dergi, No:1198, 8 Mart 2009, s.4.) Yeter değil mi?!
[27] “Hesen Zirek: Sesi Hâlen Kulaklarda Yankılanıyor”, Yeni Yaşam, 27 Haziran 2019, s.11.
[28] “Kaç milyon lira harcandığı açıklanmayan konserler, bahçesine kebapçı çağıran, eşine pahalı hediye almakla övünen şarkıcılar zor durumda kalmasın diye yapılıyormuş. Coronavirus salgını ile mücadele sırasında muhalefet belediyelerinin vatandaşa yardımını engelleyen Saray iktidarı ardından ‘Biz bize yeteriz’ diyerek vatandaştan para toplamaya başladı.
O paralarla ne yapılacak derken milyonlarca lira harcanarak İstanbul Kuruçeşme’de boğaza nazır dev bir sahne hazırlatıldığı ortaya çıktı. Bu sahnede seyircisiz çekilecek konserlerle vatandaşlara ‘moral’ verilecekti. Bir ay boyunca 60 şarkıcı sahne alacak, konserler Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın youtube hesabından yayınlanacaktı. Elbette konserleri yayınlanacak şarkıcılar ‘Saray çevresinden’di. (Ayşe Yıldırım, ‘Saray’ı Üzen Şarkıcılar!’, 13 Haziran 2020… http://direnisteyiz27.org/sarayi-uzen-sarkicilar-ayse-yildirim/)
[29] Osman Balcıgil, Yeşil Mürekkep, Destek Yay., 2016, s.249.
[30] Hermann Hesse, Boncuk Oyunu, çev: Kâmuran Şipal, YKY., 2002, s.28.
[31] Paulo Coelho, Veronika Ölmek İstiyor, çev: Haldun Pamir, Can Yay., 2010, s.81.
[32] Yusuf Çifçi, Müzik ve Gürültü Arasında Siyaset, Büyüyen Ay Yay., 2016, s.14.
[33] Franz Kafka, Bir Kardeş Cinayeti, çev: Esen Tezel, Kırmızı Kedi Yay., 2019, s.11.
[34] William Shakespeare, Romeo ve Juliet, çev: Özdemir Nutku, 2010, s.115.