Temel DEMİRER

Bugünde 68/71’i Anlamak[1]

“Her şey bir günde değişebilir.”[2]

 

“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine kâbus gibi çöker,”[3] diyen Karl Marx geç(me)mişin bugünden geleceğe güzergâhındaki rolüne dikkat çeker.[4]

Siyasal düşüncenin toplumsal tarihiyle bağıntısını vurgulayanlardan biri olarak bu saptamanın çok önemli olduğu kanısındayım. Çünkü Aleksandr Puşkin’in “Rus yazarları Gogol’un paltosundan çıkmıştır,” sözünü uyarlarsak; yakın tarihte coğrafyamızdaki devrimci gençlik hareketinin, küresel çapta ‘68’den; yerel ölçekte de 1971’in parkası altından çıktığını söyleyebiliriz…

Immanuel Wallerstein’ın, “Dünya Devrimi” olarak adlandırdığı 68, halkların baharlarının ikincisidir. İlki 1848 işçi ayaklanması, yani halkların baharı veya ilk dünya devrimidir. Immanuel Wallerstein’ın, “Yalnızca iki dünya devrimi olmuştur. Biri 1848’de oldu. İkincisi ise 1968’de,” notundaki üzere…

Hepimize V. İ. Lenin’in, “Hiçbir şeyin gerçekleşmediği on yıllar ve on yılların gerçekleştiği haftalar vardır,” uyarısını anımsatan ‘68/ ‘71’i anlamak içinden geçtiğimiz günlerin gelecekle kuracağı ilişki açısından kilit önemdedir.

Çünkü Altan Öymen’e dahi “70 yılda bugünkü baskının örneğini görmedim,”[5] dedirterek; “Rex non potest peccare/ Kral suç işleyemez”; “Rex regnat, sed non gubernat/ Kral idare etmez, hükmeder,”[6] saçmalığını hatırlatan bu kesit; Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin, “Bizim ülkemizde en aşağılık, en adi insanlar aynı zamanda çok namuslu olabilirler.”[7]

“Bu devir, sıradan insanların en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor,”[8] diye betimlediği hâlle müthiş bir paralellik arz ederken; önemli olan rüzgârın nereden estiği değil; o eserken bizim durduğumuz yerdir.

O hâlde şimdilerde sadece yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan da sorumlu olduğumuz bilinciyle; Julio Cortázar’ın, “Anlamak bizi değiştirir. O andan itibaren, bir dakika öncesinde olduğumuz kişi değilizdir artık, sonsuza dek değişmişizdir,” vurgusunun altını çizmekte büyük yarar vardır, ‘68/ ‘71’i anlamak bağlamında…

‘68 HAKİKÂTI

İnsan(lık)a, “68 yılında 19 yaşındaysan hep 19 yaşındasın,”[9] dedirten hakikât yani “68 kısaca bir ruh hâlidir ve bu ruh hâli, bu isyan insanı terk etmez…”[10]

‘68 mottosu “Soyons realists, demandons l’impossible/ Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” idi ve bu motto bugün de geçerliliğini aynen koruyor!

“Seamos realistas y hagamos lo imposible/ Gerçekçi olalım ve imkânsız olanı yapalım!” demişti Che Guevara; 68’lilerin ağzında “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!”‘ye dönüştü o slogan.

“İmkânsızı istemek” hep genç olmak, hep genç kalmak ve baş kaldırmakla mümkündü. Sadece gerçekçi olmak ise, yaşlılara mahsustu!

“Vite/ Çabuk!” diye haykırıyordu Paris sokaklarında gençler; “Barikat caddeyi kapatır, ama yolu açar,” deyip ekliyorlardı: “Kaldırım taşlarının altında kumsal var”!

Yarım asırdan fazla zaman geçti; çok sular aktı köprülerin ardından. İstenen, düşlenen imkânsızın epey uzağındayız hâlâ. Lakin 68’den geriye kalan: “İmkânsız” denilenin ancak onu istemekle imkâna dönüştürülebileceğini hatırlatmasıdır…

Üzerinden yıllar geçse de hâlâ genç, hâlâ canlıdır ‘68…[11]

Kolay mı? “Cellatlarımızla diyaloğa hayır,” diyen tavizsizlerdi!

“Patronun sana ihtiyacı var, senin ona değil,” deyip, ekliyorlardı: “Ne tanrı, ne patron”!

Laiktiler; aklı hiçbir otoriteye teslim etmekten yana değillerdi: “Kilisenin gölgesinde kim özgürce düşünebilir”di. “Yasaklamak yasak”tı onlar için…[12]

Evet kaldırım taşlarının altında kumsalın olduğu zamanlardı… ‘68’de yerkürenin dört bir yanında patlayan isyan dalgası, bir yanıyla da öğrenci eylemlerine indirgenemeyecek uluslararası bir başkaldırı dönemiydi. Hemen her yeri etkilemişti…

1840’larda Avusturya Başbakanı Klemens von Metternich, “Fransa hapşırdığı zaman Avrupa nezle olur” diyordu; aynı kesitte Karl Marx’ın da, “Alman ayaklanmasının günü Galya horozunun ötüşü ile ilan edilecektir,” derken, Fransa’nın Avrupa açısından önemli politik rolüne işaret ediyordu her ikisi de.

Tüm XVIII. yüzyılda Fransa’da başlayıp Avrupa’ya yayılan devrim dalgalarına benzer bir gelişme, ‘68 Öğrenci Hareketleri’nde de yaşandı. 22 Mart 1968’de, Paris’in batı banliyölerinden Nanterre’de başlayan öğrenci protestoları hızla tüm dünyaya yayılıp, döneme damga vuran bir harekete dönüştü.

Elbette bu, 1960’ların ikinci yarısından itibaren dünyada hızla yükselen devrimci dalga ile bağıntılıydı. 1950’lerde Vietnam Savaşı, Cezayir’in ulusal kurtuluşu ve Küba Devrimi ile başlayan devrimci süreç, 60’ların ikinci yarısında batı metropollerinde kitlesel öğrenci gösterileri, militan işçi direnişleri ve sokak çatışmalarıyla birlikte giderek şiddetlenmişti. ABD’de Vietnam Savaşı karşıtı gösterilere on binler katılmaktaydı, yurttaş hakları hareketi ortaya çıkmış, Colombia Üniversitesi’nin 1968’de işgali gerçekleşmiş ve Kara Panterler Partisi kurulmuştu.

Avrupa’da direnişin ilk başladığı Almanya’da ise SDS’nin (Alman Sosyalist Öğrenciler Federasyonu) öncülüğünde Vietnam Savaşı’nı protesto eden militan gösteriler gerçekleşir. 1968’de diğer ülkelerden öğrencilerin de katılımıyla uluslararası Vietnam Kongresi toplanır. Alman oligarşisinin yükselen devrimci harekete yanıtı, SDS’nin lideri Kızıl Rudi’ye (Rudi Dutschke) suikast girişimidir.[13]

Avrupa’da direnişin daha kısa süreli ama en yoğun geçtiği ülke ise Fransa’dır. Yükselen öğrenci hareketlerine ve üniversite işgallerine ek olarak 14 Mayıs 1968’de Nantes’da Sud-Aviation şirketinin çalışanları fabrika işgallerini başlatır. Grev dalgası kısa sürede tüm ülkeye yayılır ve 18 Mayıs’ta iki milyon, 20 Kasım’da ise 6 milyon kişiye ulaşır grevci işçi sayısı.[14]

Fransa’da Mayıs 68’in başlangıcı 22 Mart 1968’de Nanterre Üniversitesi’ndedir. Polisin olayları büyümeden durdurmak için giriştiği aşırı güç kullanımı ve gözaltılar, üniversite yönetimlerinin üniversite mekânını geçici olarak kapamaları, olayların daha da büyümesinin nedenidir. Esas itibariyle üniversite öğrencilerinin başlattığı ve giderek iktidarı hedef alarak sürdürdüğü eylemler 10-11 Mayıs’taki “Barikatlar Gecesi”nde zirveye ulaşıp Hükümet güçlerinin püskürtülmesi sonrasında diğer toplum kesimlerine de yayılacaktır. Henüz 13 Mayıs’ta Fransa’da hemen bütün üniversiteler işgal edilmiş, eylemler bütün kentlere yayılmıştır.

14 Mayıs’ta Nantes’da ilk fabrika işgalinden sonra işin rengi değişecektir. Greve çıkan işçi sayısı hergün artarak 17 Mayıs’ta 215 bine, 18 Mayıs sabahı 1 milyona, en büyük işçi konfederasyonu olan CGT’nin genel grev çağrısı tabana ulaşınca da 18 Mayıs öğleden sonra 2 milyona çıkacaktır. Bu sayı, 20 Mayıs’ta 4 milyon, 21 Mayıs’ta 6,5 milyon ve 22 Mayıs’ta 8 milyondur. O zamana kadar ki bilinen en büyük grev dalgasıdır. Fransa’da yaşam sanayiden hizmetlerin bütün alanlarına kadar durmuştur.

Sert/kışkırtıcı tepkilerin işe yaramadığı görülünce 25 Mayıs’ta hükümet, işçi ve patron sendikalarını görüşmeye çağırır. 26/27 Mayıs’taki Grenelle Anlaşması’nın yetersiz sonuçları grevci tabanın sert tepkisini alır ve grevci sayısı 9 milyona tırmanır. 29 Mayıs’ta CGT büyük bir miting toplar. Ancak 30 Mayıs’ta De Gaulle Millet Meclisi’ni fesheder ve aynı gün onun taraftarları ve onlara katılan aşırı sağcılar Champs-Elysées’de büyük bir miting düzenler.

6 Haziran’da hâlâ 6 milyon işçi grevdedir ama hareketin ivmesi kırılmış, işbaşılar başlamıştır. İbre tersine dönmüştür: 23 ve 30 Haziran tarihli genel seçimlerden Fransız sağı büyük bir zaferle çıkacaktır.

‘68’in nedenlerine gelince:

  1. i) 1960’ların bütününde birçok ülkeyi ve başta ABD olmak üzere Fransa’yı da etkileyen en önemli dış etken ABD’nin Vietnam Savaşı barbarlığıdır. Vietnam, emperyalizmi çok görünür ve müstehcen hâle getirmişti. Emperyalizmin, çevre ülkelerinde savaş dışında da ikili/çoklu tahakküm ilişkilerini geliştirmekte oluşu, sosyalist sistemin bir çekim merkezi rolünü sürdürmesi, Çin ve Küba devrimlerinin bunu pekiştirmesi, Castro, Che ve Ho Şi Minh gibi simgesel kahramanların ortaya çıkması, üniversite gençliğini sola ve anti-emperyalist bir çizgiye çekmişti. 1960’larda ABD’de ırk ayrımcılığına tepkilerin küresel etkileri, sömürgeciliğe karşı özellikle Afrika’da yükselen kurtuluş hareketlerinin Avrupa’da geniş destek görmesi ve “üçüncü dünyacılığı” yükseltmesi gibi diğer dış etkenler de Vietnam’a eklemleniyordu.
  2. ii) 1968’de genel olarak toplumda özel olarak üniversitelerde baskıcı otoriteye başkaldırma ve özgürlükçü talepler etrafında örgütlenme ana güdülerdendi. Bu, bir yandan da kuşak çatışmalarının bir dışa vurumuydu. Geleneksel ahlâka ve özellikle cinsel ahlâka başkaldırış, cinsel özgürlük ve eşitlik talepleri de belirleyiciydi. ABD’de hippy’lerden ve Fransa’da anarşistlerden güçlü etkiler aldı.

iii) Kapitalizmin dişlileri içinde öğütülmeye, sömürü çarkları içinde sıradanlaşmaya, beyaz yakalıların proleterleşmesi sürecine/ diplomalı işçiliğe isyan bakımından da 68 öncü bir hareketti.

  1. iv) Fransa’da 1960’larda sanayileşme hızının yükselmesi, tarımdan yeni çözülmelerle sanayi işçisine dönüşümün hızlanması, kent varoşlarına göçen genç işçilerin daha devrimci bir karakter taşıması ve onların başlattığı fabrika işgallerinin, eylemler konusunda kuşkucu ve ihtiyatlı olan sendikal hareketi eylemlere katılmaya mecbur etmesi önemlidir. Eylemlerin arkasında kapitalizmin genel ahlâki krizini de görmemiz gerekir.
  2. v) 1968’de II. Büyük Savaş sonrasının Keynesgil birikim modelinin sonlarına gelinmişti. Bu hâlin getirdiği daha bölüşümcü ilişkiler bütünü, ulaşılan yeni refah düzeyi, yeni haklar ve özgürlük alanları talep edilmesi için uygun ortamı da yaratmıştı.[15]

Eylemlerin sınıfsal niteliği meselesinde ise “İşçiler 68’in sağlam bir bileşeniydi.”[16]

Elbette ‘68 denince akla hep gençlik hareketi geliyor. Ancak gençlik hareketindeki bu yükselişin asıl zeminini oluşturan işçi hareketindeki yükseliş “es” geçilmemelidir.

Görülmesi gerektiği üzere; ‘68 Mayısı ile simgelenen dönem, bir gençlik isyanından, sokak çatışmalarından, üniversitelerin işgalinden ibaret değildir. Bu dönemde, işçi sınıfı başta olmak üzere toplumun geniş kesimleri ayağa kalkmıştı.

Bilindiği üzere; 60’ların sonunda, kapitalizmin II Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra sağladığı istikrar ve büyümenin sınırlarına dayanması ile birlikte, sistem kapitalizm karşıtı mücadele ile yüzleşmek zorunda kaldı. Kapitalist dünya ekonomisinin göreli istikrarı sarsılırken, bu duruma dünyanın değişik bölgelerinde yükselen ulusal kurtuluş mücadeleleri de eşlik ediyordu.

ABD’de Vietnam’ın işgaline duyulan tepki, ırkçılığa karşı büyüyen siyah hareket ile birlikte toplumsal muhalefeti yükseltiyordu. Yüz binlerce kişinin katıldığı savaşa ve ırkçılığa karşı gösteriler yapılıyor, üniversite işgalleri yaşanıyordu. Hatta ABD borsası Wall Street bile üç gün işgal altında tutuluyordu. İtalya’da ise öğrencilerin okul boykotları ve sokak direnişlerine paralel olarak dalga dalga ilerleyen grevler ülkeyi sarıyordu. Eylemler o kadar ses getiriyordu ki, ABD Başkanı Richard Nixon protestolar karşısında, ziyaret için geldiği ülkeye giremeden geri dönüyordu.

Ancak burjuvaziyi asıl telaşlandıran olaylar Fransa’da yaşandı. Mayıs 68’de işçi sınıfı tarihinin o ana kadar gördüğü en büyük genel grev düzenlendi. 20 günden fazla süren bu grevde 10 milyona yakın işçi hayatı durdurdu. Fransız burjuvazisi iç savaş tehdidini savuracaktı.

Kitleselleşen mücadeleler, fabrika, toprak ve üniversite işgalleri ile giderek radikalleşecekti. Bu rüzgâr elbette coğrafyamızı da etkiledi.

“BİZİM” ‘68

60’lar fırtınalı yıllardı. Bizde ve dünyada…

ABD Vietnam Savaşı’nın ateşiyle ısınmaya, 60’ların sonlarında da yanmaya başlamıştı.

Vietnam Savaşı protestoları Avrupa’ya da sıçramıştı ve her yere yayılıyordu.

Fırtınalı 60’ların 68’i “isyan yılı”na dönüşüyordu.

André Breton’un, “Hayal gücünü tutsaklaştırmak, insanın kendi öz varlığındaki mutlak adalet duygusuna ihanet etmektir,” uyarısın “es” geçmeyip; bir başka dünya düşleyen gençler üniversitelerinden sokaklara çıkıyorlardı.

Burada 68’liler 6. Filo’yu kovalıyor, devrim koşusunun en güzel 100 metresini koşanlar kendi idam sehpalarını tekmeliyorlardı, sloganlarla; José Julián Martí’nin, “Şimdi akkor zamanıdır ve yakında yalnız ışık görülecektir,” ifadesindeki bilinçle…

Burada bir parantez açmadan geçmek olmaz: Deniz Gezmiş’ler, Mahir Çayan’lar, İbrahim Kaypakkaya’lar birer efsane kahramanı değil; devrimci mücadelenin bağrından çıkan gerçek insanlardı. Zamanın yeknesak akışı, esaret zincirlerini kıranlardı…

Bilmiyor olamazsınız: Kırılmayla açılan çatlağın içinde yepyeni olasılıklara açılan bir “sonsuzluk” başlar. İnsanlar, “Gezi”de olduğu gibi, “şeylerin andaki durumunu” değiştirebileceklerini düşünürler. Sonra çatlak kapanır, zaman yeknesak akışına, bazen başka bir kanalda yeniden başlar. ‘68, işte böyle bir kırılmaydı.

Mayıs’ta Paris’te patlak veren ‘68 isyanı ve üniversite işgalleri, haziran ayında İstanbul’a ulaştı, oradan ülkenin bütün üniversite ve yüksek okullarına, kız sanat enstitülerine kadar yayıldı. Daha sonra fabrikalara sıçradı.[17]

Yani ‘68, ne Paris’le sınırlıydı ne de sıradan bir isyandı. Olayın, yaşandığı 1966-1974 aralığı, II. Dünya Savaşı sonrası kapitalizminin yapısal bir krize girdiği yıllardı. ABD’de sivil haklar hareketi, savaş karşıtı hareket, Şili’de Salvador Allende, Almanya, İngiltere, İtalya’da toplumsal hareketler, grevler, “Prag Baharı”, Tayland’da, Japonya’da öğrenci hareketleri, Çin’de Kültür Devrimi atılımı, Vietnam’da Kuzeyin Zaferi… Türkiye’de TİP, Fikir Kulüpleri Federasyonu, Dev- Genç, Devrimci Doğu Kültür Ocakları, “15-16 Haziran”, Paris 68’le aynı evrenselliği paylaşıyordu.

‘68, birçok yerde, kapitalizme yönelik kültürel (özgürlük, eşitlik, tüketim kültürü, ekoloji, cinsel sorunlar ve ırkçılığa ilişkin) ve toplumsal (baskıya ve sömürüye ilişkin) eleştirileri birleştiriyordu.[18] Böylece, entelijensiyanın kapitalizme yönelik eleştirileri, kadın, LGBT hareketleri, işçi hareketinin eleştirileriyle birleşiyordu. Paris ‘68, bir öğrenci isyanı olmaktan öte 9 milyon işçiyi kapsayan bir genel grevdi de aynı zamanda. ‘68’in, şiddet kullanmayı siyasetin alet çantasına yeniden eklediğini de vurgulayalım.[19]

Şunu vurgulamak gerekir: ‘68 metropollerde düzenin sınırlarını aşamayan köklü bir protesto hareketinin sınırlarına takılıp kalırken; Latin Amerika’da, çevrede ve bizde düzenin sınırlarını aşan Marksist-Leninist devrimci harekete dönüştü.

Coğrafyamızda 12 Mart bu nedenle devreye sokuldu; yani “12 Mart, sol yükselişe karşı, rövanş hamlesi”ydi.[20]

Victor Hugo’nun, “Diktatörlük hakikât hâline geldiğinde devrim hak hâline gelir,” iradesinin devrimcileri Karl Liebknecht’in, “Bugünün yenilenleri yarının kazananları olacaktır,” ifadesinde somutlanan bir tarihin yaratıcıları oldular!

Coğrafyamızın reformist geleneğinden devrimci kopuşu sağlayan THKO, THKP-C ve TKP-ML’nin yani Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya’ların ortak özellikleri; devrim yapmak isteği ve iradesiydi.

Hani İbrahim Kaypakkaya’nın, “Türkiye’nin geleceği çelikten yoğruluyor; belki biz olmayacağız ama bu çelik aldığı suyu unutmayacak,” derken; Mahir Çayan’ın o gür sesiyle haykırdığı zamanlardı: “Kişiliklerinde devrim yapamayanlar, devrimci olamazlar…

“Biz Marksizmi entelektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup öğrenmiyoruz. Biz dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiye’sinde devrim yapmak için Marksizmi öğreniyoruz!

“Düşenler, devrim için; devrim yolunda vuruşarak düştüler kalbimize, ruhumuza ve bilincimize gömüldüler…

Onlar, kurtuluşa kadar savaş şiarını devrim yolunda kanlarıyla yazdılar…

Yolumuz, devrim yolunda düşenlerin yoludur…”

O günlerde yazıldı ODTÜ’deki “Devrim” yazısı…[21]

O günlerde çizildi; insan olmak ve kalmak babındaki yol haritası…

O günlerde düşüldü yola; bir İspanyol Atasözü’ndeki gibi, “Ey yolcu bil ki yol diye bir şey yoktur; yollar yürünerek yaratılır…”

70’liler yollarını yürüyerek açtı; açtıkları yol aşkın ve hayatın yoluydu; çünkü hayatı böylesine müthiş bir aşk ile sevmeyenler, hayatı savunmak için bu denli gözünü budaktan esirgemeyen bir kararlılıkla yaşayıp/ yaratamazlardı…

70’liler insan olmak/ kalmak babında önemli bir tarihi örnektir…

Bencil, çıkarcı, fırsatçı, korkak, yalancı, dalkavuk, güvenilmez, zayıf kişilikli, dönek “küçülmüş insan” tipolojisinin bir reddiyesi olan 70’liler; kapitalist tüketim toplumu normlarının devrimci inkârıdırlar…[22]

Ve elbette anti-emperyalisttir; Hüseyin Cevahir’inden[23] Ömer Ayna’sına dek!

Siz bakmayın; “Emperyalizm Kürdistan devriminin düşmanı değildir. İçinde bulunduğumuz koşullarda, Kürdistan’ın hiçbir parçasında ABD, operasyonel veya politik bir düşman olarak görülemez. Buna karşılık Türkiye’de ABD’nin düşmanlıktan çıkması, bir “renkli devrim” konjonktürü dışında söz konusu bile edilemez. Bu koşullar dolayısıyla, Kürdistan devrimini ABD emperyalizmiyle ilişkileri üzerinden değerlendirmeye kalkamayız,”[24] zırvalarına!

Emperyalizme (ve Filistinli yoldaşlarıyla omuz omuza Siyonizme) karşı mücadele eden coğrafyamız ihtilalci geleneğinde anti-emperyalizm devrimci hareketin ana damarıdır. Söz konusu damarın sağın dine ya da ırka dayanan “Batı karşıtlığı” ile ilgisi yoktur.

Devrimci anti-emperyalizm, emperyalistlerle her türlü bağımlılık ilişkisine son verecek bir politika izlemeyi gerektirir. Somutlamak gerekirse; askeri anlamda ülkedeki üslerin kapatılarak NATO’dan çıkılması, ekonomik olarak başta AB ile Gümrük Birliği olmak üzere emperyalist ülke ve tekellere tanınan ayrıcalıklara son verilmesi, emperyalist devlet ve tekellerle yapılan bütün ikili anlaşmaların iptal edilmesi ve siyasi olarak da emperyalistlerin bölgedeki işgal ve yağmasına karşı tutum alınması, demokratik bir temelde bölge halkları ile barışçıl bir politikanın izlenmesi vb. adımlar atılması gerekir.

Gerçek anlamda bir anti-emperyalizm, ancak işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadelesi üzerinden ve onların çıkarlarını savunacak bir iktidarın kurulmasıyla sağlanabilir. Tekelci burjuvazinin şu ya da bu blok ya da ittifakının anti-emperyalist söylemler kullanması halk kitlelerini aldatmaya ve onların talep ve beklentilerini istismar etmeye çalışmaktan öte bir anlam taşımaz.

Nihayet “sivil toplum”cu, liberal ya da AB’ci projelere de prim vermeyen devrimci anti-emperyalizm birileri için önünü tıkayan “yük” olabilir. Varsın olsun! Bizim için onurdur!

Yani 6. Filo’yu denize döken ‘68’li Dev-Genç’in, 71’li devrim hareketine dönüştüğü güzergâhın gerektirdiği bedeli ödeme tutumu, yaşamını devrime tereddütsüzce adama kararlılığı, seçkin devrimci kişilik ve siper yoldaşlığındaki içtenliği tarihi(mizi)n önemli bir kilometre taşı oldu.

Kolay mı? Onlar mücadeleyi, davayı, örgütü, teoriyi, tutarlı olmayı ve ilkeleri ciddiye alanlardı. ‘68/ ‘71 devrimci çıkışında kalıcı olan buydu ve Kızıldere de bunun bir kanıtıydı…

KIZILDERE

Sokrates’in, “Dürüst bir insan daima çocuk kalır… Umut her daim vardır!” betimlemesiyle bire bir uyumlu Kızıldere gerçeğinin hepimize; Albert Einstein’ın, “Mantık sizi a’dan b’ye götürür, hayal ise her yere… İnsan olduğunuzu hatırlayın. Geriye kalan her şeyi unutsanız da olur”; Ignazio Silone’nin, “Özgürlük, kuşku duyma olanağı, hata yapma imkânı ve nereden gelirse gelsin, otoriteye ‘Hayır’ diyebilme gücüdür”; Arnold H. Glasov’un, “Bir fikre eylem iştirak etmiyorsa, o fikir ancak beyinde işgal ettiği hücre kadar büyüyebilir,” uyarılarını hatırlatması boşuna değildir.

Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Sinan Kazım Özüdoğru, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna’nın düşüşü Pir Sultan’ların, Şeyh Bedrettin’lerin, Kawa’ların dirilişidir.

“Yaşasın Türkiye Halk Kurtuluş Partisi!”, “Yaşasın Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu!” sloganlarının yükseldiği Kızıldere sosyalistlerin “oligarşi ve emperyalizme karşı” mücadele çağrısı/ manifestodur.

Ama aynı zamanda kapitalizme karşı bir savaş çağrısıdır da.

Oktay Etiman’ın, “1970’li yıllara yaklaştığımız dönemde parlamenter sistemle çözümün mümkün olmayacağı, barışçıl bir çözümün artık imkânsızlaştığı kafamızda oluşmaya başladı. Benim içinde bulunduğum THKP-C grubu o dönemde silahlı mücadeleye başlamadan legal mücadele verme potansiyelini içinde taşıyordu. Böyle bir yaygınlığa sahipti. Bizim düelloya girmemiz delikanlı olmaktan, genç olmaktan kaynaklı değil. Türkiye’deki konjonktüre bakmak lazım. O dönem 1971’le birlikte faaliyette olan örgütler THKP-C, THKO ve hatta TİKKO devlete karşı küçük çaplı bir başkaldırı gerçekleştirdik. Fiziksel olarak yenilmiş olabiliriz ama tarihsel olarak baktığımızda orada yenilgiyi göremezsiniz. Düşündüğümüz gibi davrandık,” diye betimlediği tarihsel kesitte “Kızıldere, 60’lı yıllarda yükselen toplumsal uyanışın içinde gelişen başkaldırının en uç noktasıydı. Çıkılan yolda sonuna kadar gitme kararlılığı Kızıldere’nin sonrasına da kaynaklık ederek bugüne uzanacak bir gücü yaratabildi. O yüzden Kızıldere bugün de hâle yeni başkaldırılara ilham vererek ilerlemeye devam eder.”[25]

Kızıldere’de yaşanan kopuş, sadece teorik değil eylemsel olarak da yaşanmıştır. Kızıldere, iktidarla mücadeleye cepheden yaklaşan bir direniş hattını ortaya koymuştur.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarının engellenmesi için Ünye’de üç İngiliz’in rehin alındığı eylemde Kızıldere’ye giden On’lar özveri, devrimci iradenin kararlılığıyla devrimci dayanışma örneği sergilediler.

30 Mart 1972 Kızıldere’si ile 6 Mayıs 1972 idamları arasında sadece bir ay olması bir tesadüf müdür? Elbette “Hayır”! Devrimci dayanışmanın tarihe kazındığı günüdür 30 Mart 1972…

Kızıldere, büyük bir devrimci dayanışmanın iradesiyle örgüt hesabı yapmayan devrimci dayanışmanın onurudur; kimileri bu eylemi “maceracılık” olarak “mahkûm” etmeye kalkışsa da![26]

Kızıldere’de düşen On’lar, devrimci değerleri ve olması gereken dayanışmayı canı pahasına ortaya koyanlardı. O, yoldaşlığın, devrimci dayanışmanın abidesiydi.

Kızıldere’de asıl hatırlamamız gereken devrimci iradedir. Sömürüye, zulme boyun eğmemenin onuruyla ölümün üstüne yürüyüp, ölümsüzleşti On’lar; “Biz buraya dönmeye değil ölmeye geldik,” iradesinin kesinliğiyle ve de devrimci değerlerin, onurun, erdemin, bilincin simgeleri olarak…

Bu bilinçli bir cüretkârlıklarıyla On’lar, ölümsüzlüğün en çok yakıştığı insanlardı.

Ve Nâzım’ca “destanımızda yalnız On’ların maceraları vardır”… “En bilgin aynalara/ en renkli şekilleri aksettiren On’lardır”… “Yüzlerini bile görmedikleri… işçi ve köylüleri için aynı kahramanlık ve sadelikte öldü On’lar… Öldüler haykırarak: ‘Diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmek yeğdir! No pasaran!’…” diye!

Ve nihayet Kızıldere Direnişi “ölümün kutsanması” falan değil; geriye bırakılacak mirasın bütün sorumluluğunu tereddütsüz üstlenerek; “Devrim yapılmaz devrim olunur,” iradesidir!

Askerlere “Sizler gidin, rütbeliler gelsin,” diyen On’ların anıları; devrimci pratiğin yolunu hâlâ aydınlatırken; sosyalist düşünce ve davranışa kurşun işlemediğinin de kanıtıdır…

Bu nedenle On’lar unutulmadı

Birlikte Sansaryan Han’da 43 gün işkence tezgâhlarından geçirilen Tayfur Cinemre’nin ifadesiyle “Maltepe’de ‘devrimcinin aslî görevi firar etmektir’ dedi ve dört ay sonra firar etti. Böylece ‘faşizmin zindanlarına şerefiyle girip, şerefiyle çıkarak ihtilalci namusuna’ hâlel getirmedi,”[27] dediği THKO’nun “motorlu devrimcisi”,  -Deniz Gezmiş’in canı ciğeri- Cihan Alptekin… Nam-ı diğer, Laz Cihan…

Sonra, “Nişanlıma söyleyin, artık devrimle nişanlıyım,”[28] diyen Fatsa’lı Ertan Saruhan…

“Başeğmeyen… çok yakışıklı, heyecanlı, atak ve kibar”[29] havacı teğmen Saffet Alp…

“Çiftçiydi, işçiydi, devrimciydi. Kızıldere’de katledildiğinin ertesi günü oğlu doğdu. ‘Erkek, kız fark etmez adını Kurtuluş koy,’ demişti eşine, evinden ayrılırken” Fatsalı Ahmet Atasoy…[30]

“Devrimin Şoförü”[31] diye anılan Nihat Yılmaz…

“Yiğitliği, cesareti, şövalyeliği, gururluluğu, arkadaş canlılığı, dik kafalılığı, zekâsı, yakışıklılığı, fidan gibi dal inceliği, Zaza inadı, kararlılığı”yla malûl Ömer Ayna… O, Kartal-Maltepe cezaevinden Kızıldere’ye açılan tünelin sadece mimarı değil, kazı çalışmaları sırasında gece gündüz çalışanıydı da…[32]

Bir de Mahir Çayan… O, devrimin güncelliğine inanmıştı ve devrimci kararlılığı her şeyin üzerinde tutmuştu. Kızıldere’de “Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik” demişti. Bu nedenle, Mahir’i en özlü bir şekilde “Söz ve eylemin keskin kılıcı” olarak nitelendirmek yanlış olmazdı.[33]

“Mahir’i Mahir yapan Marksist-Leninist geleneği, çağdaş devrim deneyimlerini ve Marksizm içinde ideolojiye ve üstyapıya odaklanan yenilikçi çizgiyi bütünlüklü bir sömürge devrimi teorisinde birleştirmekle kalmayıp yarattığı teoriyi kanının son damlasına kadar yaşamasıdır… Mahir’i Mahir yapan, teorik, politik ve askeri liderliği birleştirmesidir.”[34]

Yaşamı canları pahasına savunarak; yaşamayı herkesten çok hak eden On’lar için dönemin Başbakanı Nihat Erim’in, “Yakın o köyü, bir köy eksik kalsın, ne çıkar!” dediğini söyler Kızıldere’deki köylüler!

Egemenlerin devrimcilere öfkesi “nedensiz” değildi elbette. Çünkü “saf” bir kuşaktı On’lar; “Ama”sız, “Fakat”sız devrimciydiler çünkü…

“Yasaklamak yasaktır!”… “Gerçekçi ol, olanaksızı iste!”… “Tüm iktidar hayal gücüne!” diye haykıran 68 Baharı’nın rüzgârlarının ortaya çıkardığı devrimci gerçeğin, üzerinden yıllar geçtiği hâlde, bugünün devrimci kuşakları içinde de varlığını sürdürmesi karşılıksız değildir.

68’i takiben, toprak ve fabrika işgalleri, 15-16 Haziran ve “emperyalizmi ülkelerinden kovmak için” üniversiteden dağlara çıkan devrimci genç insanların coşkulu mücadeleleri hiç unutulmadı.

Kolay mı? Çürüyen sistemin yıkılıp, yerine yaşanılası, yeni bir dünya kurulabileceği bilinci tarihin kayıt altına aldığı bir dönemeçti; 68 baharı, yükselen sınıf mücadelesi ve gençlik hareketi üçgeni…

Kimse inkâr edemez: On’lar, bir kopuşun temsilcisiydiler. Bu, iktidar iddiası taşımayan reformizm ve revizyonizmden; parlamentarizmden kopuştu.[35]

Kurtuluşun devrimden, devrim yolunun da anti-emperyalist anti-kapitalist savaştan geçtiğinden emindiler; Cüretleri, kararlılıkları, devrime bağlılıkları böylesi bir bilinçten kaynaklanıyor ve “Bu direnişte bizim çoğumuz, belki de hepimiz ölebiliriz ama gelecek kuşaklara bir direniş geleneği bırakırız,”[36] diyordu.

Aydın Çubukçu’nun ifadesiyle, “Gerek Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya, gerekse Deniz ve arkadaşları, kendilerine dayatılan koşulları yıkmaya, yeni bir söz söylemeye, yeni bir eylem geliştirmeye yönelmişlerdir. Bugün onlardan bize kalan, devrim için kararlılık, yoldaşlar için fedakârlık ve emekçi sınıflara bağlılık duygusudur. Bu özellikler bakımından hepsi eksiksizdi.”[37]

Bu bağlamda Kızıldere, devrimci düşüncenin, sorumluluğun, ahlâkın pratiğidir; devrimci iradedir; gökyüzünü fethe çıkanların destanıdır; devrim yolunda dayanışmanın abidesidir.

Devrimci sosyalizme yol gösteren Kızıldere bir Manifesto’dur; 71 silahlı devrimciliğinin özetidir. Sözü eyleme dönüştüren, devrimci pratik; bir “yeniden kurma” eylemidir.

Kim ne derse desin, İncil’in “Önce söz vardı” tespitine “Hayır” diyen Marksist-Leninistler için daima ve öncelikle eylem vardır, var olacaktır. Aksi takdirde Kızıldere ne anlaşılır, ne de anlatılabilir…[38]

Özetin özeti: On’ların hepimize bir kez daha öğrettiği, Nikos Kazancakis’in, “İnsan uçurumun kenarına varmadan, kanatlanmaz,” diye ifade ettiği devrimci cüretti…[39]

Sonrası mı?

Romalılar kahramanları için “Öldü” sözcüğünü kullanmayıp; onun yerine, “Yaşadı” anlamına gelen “In Vixi” sözcüğünü kullanırlarmış; ölümsüzlükleri bağlamında; Yakov Sverdlov’un, “Bu kavgada ölmek, mükemmel ölümdür,” sözünü muştularcasına…

NİHAYET

‘68’in hepimize gösterip, öğrettiği üzere öğrenci eylemleri, bir yanıyla yaklaşmakta olanın; geleceğin sinyalleridir de…

Aslı sorulursa 1229 Paris Üniversitesi Boykotu’ndan beri böyledir bu.

Kolay mı? “Cezaevlerinde 70 bin öğrenci olduğu, yargılaması devam edenlerle birlikte 100 bin öğrencinin eğitimlerini sürdüremez hâle geldiği”[40] coğrafyamızda genç olmak da, öğrenci olmak da zordur!

Gerçekten de Prof. Dr. Burhan Şenatalar’ın, Bir toplumda genelde ne kadar özgürlük varsa, üniversite sisteminde yaklaşık olarak o düzeyde özgürlük vardır,”[41] diye formüle ettiği hâlde gençlik soru(n)larının tümü -kayıtsız, koşulsuz- toplumsal içerikli ve sisteme mündemiçtir.

Bu nedenle Boğaziçi Direnişine destek oldukları için ev hapsi cezası verilen öğrencilerden İstanbul Üniversitesi öğrencisi Aslı Altınok’un, “Direnişin başka toplumsal kesimler tarafından da kolaylıkla karşılık bulması, gündemden hiç düşmemesi insanların öğrencilerin ortak kaygılarını paylaştığını gösteriyor. Ülkede ekonomi, pandemi, eğitim yönetilemiyor. Doğrudan ülke yönetilemiyor ve Boğaziçi öğrencileri kendi okullarındaki bir krizle ilgili çıkıp söz söylediklerinde insanlar kolayca bunu kendi yaşamlarında tanık oldukları krizlerle özdeşleştirebiliyor,” biçiminde formüle ettiği üzere, sisteme yönelik birleşik mücadeleye gereksinim “olmazsa olmaz”dır.

Çünkü İstanbul Gelişim Üniversitesi öğrencisi Hasan Doğan’ın altını çizdiği üzere; “Boğaziçi Direnişi bizim için sadece Boğaziçi Üniversitesi’ne siyasi iktidar tarafından atanan bir kayyum rektörden ibaret değil. Öğrenci temsiliyetinin sayılmaması, üniversite bileşenlerinin görülmemesi, katılım mekanizmalarının kapatılması vb. gibi birçok sorunu içinde barındıran bütün üniversitelerde kalıplaşmış bir şablonla bu sorunların karşımıza çıkmasıydı. Boğaziçi direnişi ise bu kalıplaşmış şablona karşı fitilin ateşlenerek bütün üniversitelere yayılan bir mücadele hattı ördü.”[42]

Evet Michel de Montaigne’in, “Okullar bastırılmış gençliğin hapishaneleridir,” uyarısını kulaklar(ımız)a küpe ederek; yeniden ve yine emek eksenli birleşik bir mücadele hattı örülmeliyken; Boğaziçi Üniversitesi’nden tüm diğerlerine üniversite dayanışmaları toplumsallaştırılmalıdır.

Tamamlıyorum: Emek eksenli toplumsal gücü(müzü) ortaya koyduğu an yenilmez olabileceğiz.

Bunun için Etienne de La Boétie’ın, “Diktatörler, kendilerine itaat edildiği için iktidarda kalırlar. Onlardan korkulmaz ve itaat edilmezse zorda kalırlar”…

Emil Cioran’ın, “Verdiğimiz her tavize, o anda farkına varmadığımız, içten içe bir küçülme eşlik eder”…

Titus Livius’un, “Ne kadar az korkarsak o kadar az tehlikedeyiz”…

Horatius’un, “Korkularına boyun eğen özgürlüğüne sırt çevirir”…

Baruch Spinoza’nın, “Özgür insanın ölümden daha az düşündüğü bir şey yoktur… Herkesin hakkı gücü kadardır,” sözlerini unutmadan; ‘68/ ‘71’in bize işaret ettiği gibi,  gibi ya bir yol bulmalı ya da bir yol açmalıyız…

Bu mümkündür: ‘68/ ’71 gibi gecenin yalnızlığında yürümeyi bilenler, gündüzün kalabalığında tökezlemezler…

Malum: “Tarih tekerrürden ibaret değil; hayat bitmedikçe mücadelecilik bitmez.”[43]

Ve bu yolda “Dünyayı değiştirmek için ne çok şey gerek:/ Öfke ve azim. Bilim ve infial,/ Hızlı inisiyatif, uzun düşünme,/ Taş gibi sabır ve sonsuz sebat,/ Tekil olayı anlamak, geneli anlamak:/ Ancak gerçeklikten aldığımız dersler öğretir bize/ gerçekliği değiştirmeyi,” diye ekler Bertolt Brecht de…

 

 

N O T L A R

[1] Kaldıraç, No:238, Mayıs 2021…

[2] Arundhati Roy.

[3] Karl Marx, Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1966, s.13.

[4] “Marksist tarih Marx’ı varış noktasına koymayı değil, onu çıkış noktası olarak görme yaklaşımını benimsemektedir.” (Eric J. Hobsbawm, Tarih Üzerine, çev: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2009.)

“Tarihi anlamının ancak iki tarzı olduğu belirtilmektedir: Ya bilinçten hareket ederiz ve gerçekliği elden kaçırırız, ya da gerçek hayattan hareket ederiz ve hiçbir gerçekliği olmayan bu bilinci hemen yakalar ve açıklarız. Tarihsel maddecilik; bilinçten, tasarımlardan ve bundan ötürü hayallerden [kuruntulardan] hareket eden spekülasyona [soyut düşünceye] son verir.” (Henri Lefebvre, Marx’ın Sosyolojisi, çev: Selahattin Hilav, Sorun Yay., 1996.)

[5] İpek Özbey, “Altan Öymen: 70 Yılda Bugünkü Baskının Örneğini Görmedim”, Cumhuriyet, 12 Aralık 2020, s.8.

[6] Prof. Dr. Belgin Erdoğmuş, Hukukta Latince Teknik Terimler Özlü Sözler, 2004.

[7] Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Yeraltından Notlar, çev: Nihal Yalaza Taluy, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2019.

[8] Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Budala, çev: Ergin Altay, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2012.

[9] Işıl Özgentürk, 68 Yılında On Dokuz Yaşındaysan Hep On Dokuz Yaşındasın, Cumhuriyet Kitapları, 2020.

[10] Gamze Akdemir, “Işıl Özgentürk: ‘Gerçekçi Ol ve Hayal Et!’…”, Cumhuriyet Kitap, No:1606, 26 Kasım 2020, s.4.

[11] Bkz: Temel Demirer, “Türkiye’de 68 Hareketinin Gelişimi ve Mirası”… https://www.youtube.com/watch?v=ELooxd5EfYg&t=1s

[12] L. Doğan Tılıç, “68 Sloganları”, Birgün, 12 Mayıs 2018, s.3.

[13] Rudi başından vurulduğu bu saldırıdan sağ kurtulmayı başarsa da asla tam anlamıyla iyileşemez. 1979’da epilepsi krizi sonucu yaşamını yitirir.

[14] Bekir Sami Paydak, “Kızıl Tugaylar: İtalya’da Gerilla Mücadelesi”, 3 Ocak 2017… http://sendika14.org/2017/01/kizil-tugaylar-italyada-gerilla-mucadelesi-bekir-sami-paydak/

[15] Oğuz Oyan, “Mayıs 1968’den Kasım 2018’in Sarı Yelekliler’ine”, 30 Aralık 2018… https://www.birgun.net/haber-detay/mayis-1968den-kasim-2018in-sari-yeleklilerine.html

[16] Masist Kürkçüğil, “İşçiler 68’in Sağlam Bir Bileşeniydi” Cumhuriyet Pazar, No:21, 27 Mayıs 2018, s.3.

[17] Ragıp Zarakolu, “68… 68…”, Evrensel, 24 Mayıs 2018, s.4.

[18] Ayşe Emel Mesci’nin, “Bizim 68 kuşağı da çok neşeliydi. En çok da mahkemelerde eğlenirdik,” (Ayşe Emel Mesci, “Mizah Devrimcidir”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2021, s.14.) diye betimlediği kesitte “Kültür ve sanat 68’in önemli bileşeniydi.” (Emre Tansu Keten, “Enis Rıza: Kültür ve Sanat 68’in Önemli Bileşeniydi”, Yeni Yaşam, 24 Eylül 2018, s.10.)

Örneğin ‘68 dönemine müzik de damgasını vurmuştu. Rock ve folk olarak iki ana başlık altında toplanan, kökleri “insan hakları savaşımı”na dayanan protest müzik, siyasal içerikli bildirileri kitlelere ulaştırmada etkili bir rol oynamış ve bu günlere de ulaşan bir müzik kültürü yaratmıştı. Janis Joplin, Bob Dylan, Beatles, Rolling Stones, The Doors, Joan Baez, Pete Seager gibi müzisyenler özellikle şiddet ve ırkçılık karşıtlığı ile öne çıktı. Çeşitli şenlikler (festivaller) düzenlendi. 15 Ağustos 1969’daki Woodstock Şenliğine katılım şaşırtıcıydı. Bu; 2 gece 3 gün süren, 500.000 kişinin katıldığı sevgi ve dayanışmanın, paylaşımın, ırkçılık ve savaş karşıtlığının yaşandığı en büyük etkinliklerden biriydi. Unutulmaz anlarından biri de Jimi Hendrix’in ABD ulusal marşını gitarıyla savaş sesleri çıkararak çalması olmuştu. (Zafer Diper, “68’den Çıkarımlar-2”, Birgün, 13 Mayıs 2018, s.2.)

[19] Ergin Yıldızoğlu, “50 Yıl Sonra ‘68”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 2018, s.9.

[20] Şükran Soner, “12 Mart, Sol Yükselişe Karşı, Rövanş Hamle Olur”, Cumhuriyet, 20 Haziran 2020, s.11.

[21] ODTÜ’nün simgelerinden biri hâline gelen “Devrim” yazısı, 1968’de Deniz Gezmiş’in öncülüğünde kurulan Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu üyesi 6 ODTÜ’lü öğrenci tarafından yazılmıştı. Yazı, 1970’li yıllarda üzerine dökülen talaş ve zift karışımının yakılmasıyla kalıcı hâle getirilmişti. (“ODTÜ ‘Devrim’i Yeniden Yazdı”, Milliyet, 11 Ekim 2008, s.25.)

[22] Temel Demirer, “70’lerden Kalan”, Kaldıraç, No:102, Temmuz-Ağustos 2009

[23] Murat Bjeduğ’un, “Hüseyin Cevahir istense de istenmese de unutulmazdır,” notunu düştüğü O; “Şiirle ve edebiyatla silahlı mücadeleyi bir arada yürüten, bu yüzden pek çok arkadaşını şaşırtan Hüseyin Cevahir’di. THKP-C’nin tanınan ve devlet tarafından takibe alınan isimlerinden biri hâline geliyor”du. (Deniz Yılmaz, “Unutulmaz Bir Halk Kahramanı”, Birgün, 20 Kasım 2020, s.14.)

Hüseyin Cevahir aynı zamanda kendi kuşağının aynasıydı.

Hüseyin Cevahir sadece döneminin devrimci önderi değildir. Kendisi aynı zamanda bir edebiyatçı. İstanbul Tıp’ta okurken Metin Eloğlu, Edip Cansever ve Cevat Çapan ile ahbap olur. Diğer taraftan sinemayı, tiyatroyu ver her dönemin meşhur adresi Beyoğlu’nun gece âlemlerini de bilir. İstanbul Tıp’tan Ankara Mülkiye’ye gittiğinde de orada edebiyatçı çevrelerden ahbaplıklar kurar. Eşber Yağmurdereli, Gün Zileli, Veysel Öngören ve Arkadaş Zekai, Ankara’daki edebiyat çevresinden tanıdıklarıdır. Edebi ve siyasi dergilerde yazılar yazan Cevahir’in gelişen toplumsal olaylarda her zaman yeri ve sözü var. Kitaptan da öğrendiğimiz gibi henüz yeni şiir kitabı çıkmış ama bilinen bir isim olan Ahmed Arif’i Mülkiye’ye ilk davet eden de Hüseyin Cevahir’dir.

Babası Düzgün Cevahir’in vücudunda 83 kurşun saydığı, Arkadaş Zekai Özger’in “Aşkla, sana” adında şiir yazdığı, Mahir Çayan’ın cesur yoldaşı Cevahir, belki de eniştesi ve kıymet verdiği ‘ağbisi’ Fevzi Özkan’a bir mektubunda dediği gibi yaşamak istedi; “Toplum yasalarına, toplum düzenine Don Kişot’ça olsa bile bir tepkide bulunuyorum.” (Ahmet Güneş, “Alnı Dağ Ateşiyle Isınan Cevahir”, Yeni Yaşam, 30 Aralık 2020, s.10.)

Ve nihayet bir şey daha: Mahir’ler Kadir Has’ın yeğeni Mete Has’ı fidye için kaçırırlar. Anlaşma sağlanır, aileden biri parayı getirir.

Ürkek ve çekinerek fidyeyi verirken sorar: “Sizinle bir daha karşılaşacak mıyız?”

Hüseyin Cevahir cevap verir: “Şimdilik değil fakat bir kere daha karşılaşacağız, son kez ve topyekûn!”

[24] Metin Kayaoğlu, “… ‘Amerikan Piyadeliği’ Meselesi ve Batı Uygarlığının Sivil Piyadeliği”, 30 Haziran 2017… https://www.teorivepolitika.net/index.php/component/k2/item/983-amerikan-piyadeligi-meselesi-ve-bati-uygarliginin-sivil-piyadeligi

[25] Önder İşleyen, “ON’lara Sözümüz Var, Sonsuza Kadar…”, Birgün, 30 Mart 2013, s.7.

[26] Kızıldere’yi anmaktan yargılanan birisi olarak diyebilirim ki, gayet iyi bilirim. On’ları “lanetlemek” serbesttir; anmak, yaşatmak ise “suç”! (Temel Demirer, “Hadi Kararınızı Çabucak Verin Lütfen”, 23 Eylül 2014 tarihinde Dosya No: 2014/126 sayılı dava için Hatay 1.Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’nda yapılan savunma… http://www.muharrembalci.com/hukukdunyasi/savunmalar/361.pdf)

Kızıldere’de Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürülmesini protesto ederken Dev- Genç Marşı okuyarak ve slogan atarak suç işledikleri gerekçesiyle 15 kişi hakkında dava açıldı. Aralarında yazar Temel Demirer’in de bulunduğu sanıklara yöneltilen suçlama ise, “THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi) örgütünün propagandasını yapmak”… (“Dev-Genç Marşı’nı Söylemek Suç Sayıldı”, Radikal, 1 Mart 2013… http://www.radikal.com.tr/turkiye/dev-genc-marsini-soylemek-suc-sayildi-1123461/)

[27] Tayfur Cinemre, 3 Nisan 2010… https://bianet.org/biamag/diger/121084-cihan-alptekinle-sansaryan-handa-43-gun

[28] Harun Saruhan, 7 Nisan 2010… https://bianet.org/bianet/siyaset/121149-ertan-saruhan-nisanlima-soyleyin-artik-devrimle-nisanliyim

[29] Atilla Özsever, 2 Nisan 2010… https://bianet.org/bianet/siyaset/121048-saffet-alp-basegmeyen-ve-magrur-bir-yuz

[30] Dürdane Atasoy, 6 Nisan 2010… https://bianet.org/bianet/siyaset/121122-durdane-atasoy-ahmet-kazada-da-olebilirdi-bak-simdi-isik-oldu

[31] Ziya Yılmaz, 8 Nisan 2010… https://bianet.org/bianet/siyaset/121178-nihat-yilmaz-devrimin-soforu

[32] Zerruk Vakıfahmetoğlu, 9 Nisan 2010… https://bianet.org/bianet/siyaset/121209-omer-ayna-cezaevinden-Kızıldereye-acilan-tunelin-mimari

[33] Şaban İba, “Kızıldere Andı: Söz ve Eylemin Birliği”, 28 Mart 2017… http://noktahaberyorum.com/kizildere-andi-soz-ve-eylemin-birligi.html

[34] “Barış Yıldırım: Mahir Çayan Hakkında Çok Şey”, 1 Ekim 2016… http://gazeteport.com/kategori/gundem/

[35] Temel Demirer, “Ölümsüzlük Bağlamlı Kızıldere(miz)”, Kaldıraç, No:213, Nisan 2019

[36] Turhan Feyizoğlu, Mahir-On’ların Öyküsü, Totem Yay., 2017, s.258.

[37] “Aydın Çubukçu: Denizler Kürt Özgürlük Hareketi’nde Yaşıyorlar”, Gündem, 7 Mayıs 2016, s.7.

[38] Temel Demirer, “Mart’ın 10 Kızıl Karanfili (ve Anımsattıkları), Kaldıraç Dergisi, No:201, Nisan 2018.

[39] Temel Demirer, “On’ların Öğrettiği”, Kaldıraç, No:147, Eylül 2013

[40] L. Doğan Tılıç, “Öğrenci Hapishanesi”, Birgün, 12 Nisan 2018, s.3.

[41] Gülcan Dereli, “Prof. Dr. Burhan Şenatalar: Batı’da Örneği Yok Ciddiye Alınmaz”, Yeni Yaşam, 16 Ocak 2021, s.9.

[42] Seyhan Avşar, “Mücadele Hattı Örüldü”, Cumhuriyet, 11 Mart 2021, s.9.

[43] Şükran Soner, “Sevim Belli: Devrim Köklerini Toprağında Arıyor”, Cumhuriyet, 22 Eylül 2019, s.9.

https://devrimcidusun.org/wp-content/uploads/2021/04/1.png
Giriş Yap

Devrimci Düşün Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!