“Özgürlükten yanayız ve bunun,
kökeni ve biçimi ne olursa olsun,
ister dayatılmış, ister seçilmiş olsun,
kralcı ya da cumhuriyetçi olsun
herhangi bir iktidarın varlığıyla
bağdaşmayacağına inanıyoruz…
Eşitlik olmadan özgürlük olamaz!
Bizim istediğimiz eşitlik,
özgürlüğün önkoşulu olan fiili eşitliktir!”1
AÖMDK, Engels’in dostu, yoldaşı Karl Marx’ın ölümünün ardından, evraklarını incelerken bulduğu, ABD’li hukukçu-antropolog Lewis Henry Morgan’ın 1877 tarihinde Londra’da yayınlanan Ancient Society’si üzerine 1880-81 yıllarında aldığı notları gözden geçirip Yunan, Roma, İrlanda ve Cermen tarihi konusunda kendi bilgileriyle beslediği ve Mart 1884 sonlarında başlayıp aynı yılın Mayıs’ı sonlarında bitirdiği bir çalışma. İki ayda bitirilmiş olması, materyalin (Morgan + Marx2) büyük ölçüde hazır olduğuna delalet eder. Bir başka deyişle Engels, AÖMDK’yı bir antropolog/etnolog olarak değil, bir “yorumcu” olarak yazmıştır. Hedefini ise, kitap için kaleme aldığı önsözde kendisi dile getirir: “Morgan’ın (Marx’dan bağımsız olarak vardığı) bulgularını birlikte geliştirdikleri maddeci tarih irdelemesi sonuçlarıyla açıklamak.” (AÖMDK, “Önsöz”)
Engels, Karl Kautsky’ye yazdığı 26 Nisan 1884 tarihli mektupta da Morgan’ın bulgularının, çağdaş sınıf mücadelesinin tarih öncesine değgin, o güne dek mevcut olmayan “olgusal bir zemin” sağladığını belirtir: “Tekeşlilik üzerine olan bölümü ve özel mülkiyet üzerine olan son bölümü hem sınıf karşıtlıklarının bir kaynağı ve kadim cemaat sisteminin dağılmasının levyesi olarak tanımlayıp hem de Anti-Sosyalist Yasa’dan kaçınacak biçimde kaleme alamazdım. (…) Morgan prehistoryasında bugüne dek mevcut olmayan olgusal bir temel sağlamakla bizlere yepyeni bir bakış açısı sunuyor.”3
Yani Engels’in (ve tabii Marx’ın da) Morgan “okuma”sı antropolojik değil, sınıf mücadelelerine değgin, siyasal bir okumadır. Temel tez ise, aile, özel mülkiyet, devlet vs. kurumların, ezelden ebede mevcut, değişmez, meşruiyetlerini kadimliklerinden alan değil; belirli iktisadi-siyasal, tarihsel/toplumsal koşulların ürünleri, dolayısıyla da “değişime tabi/değiş(tiril)ebilir” olduklarını göstermektir. Bunu yaparken, “Kadınların Özgürleşmesi” sorunsalına tarihsel maddeci/Marksist yanıtlar getirir.
Engels’in 200. doğum yıldönümünde vesilesiyle, benden istenen “Engels, Kadın ve Aile” başlığına böylesi “teknik” sayılabilecek bir girizgâhla başlamam, nedensiz değil. Buradaki amacım, Engels’in (Morgan’a ve 19. yüzyıl antropolog ve tarihçilerine dayanan) antropolojik “veri”lerinin geçerliliğini tartışmak değil. Hiç kuşku yok ki, Morgan’ın Ancient Society’sinde tartışılan olguların isabetliliğine yöneltilebilecek her türlü eleştiri, Engels’in AÖMDK’si için de geçerlidir. Bu bakımdan, Engels’in bir antropolog olarak vasıflılığını tartışmak, abestir, çünkü ne Marx, ne de Engels antropolog değillerdir, böyle bir iddiaları da yoktur! (Yine de her ikisinin dönemlerinin antropolojik/etnografik literatürüne son derece hâkim oldukları, yadsınamaz.)
Engels tartışılacaksa, Ailenin, Devletin, Özel Mülkiyetin Kökeni’ndeki verilerin isabetliliği açısından değil, bu verilere dayanarak öne sürdüğü temel tezler açısından tartışılmalıdır. Özel mülkiyet ve devleti bir yana bırakacak olursak, nedir Engels’in kadın ve aile konusundaki (günümüzde de geçerliliğini yitirmeyen) tezleri? Birkaç başlık altında toparlayalım:
1) Aile, Musa’nın Beş Kitabı’nda (Pentateque) kaydedilen ilk (ataerkil) biçiminden günümüze değişmeksizin süregiden bir kurum değildir. Tarih içinde ve farklı coğrafyalarda farklı biçimlenişler sergilemiştir. Aile biçimlenişlerinin Morgan (ve diğer 19. yüzyıl evrimci antropologlarının) varsaydığı üzere evrensel bir düzlemde tekil bir hat hâlinde (kandaş-punaluan-syndasmian-ataerkil-tekeşli…) evrimleşmiş olmadığının, hatta ataerkiden önce evrensel bir “anaerki”nin hüküm sürmediğinin anlaşılması, bu tezi çürütmez. (Kaldı ki ne Morgan ne de Engels, “anaerki”den söz etmektedir. Engels’in Bachofen’den ödünç aldığı “Analık hukuku” (Mutterrecht) kavramı, soyun anayanlı olması, yani anneden izlenmesi ve anayanlı dışevlilikçi gens (klan) toplumlarında kadınlarla erkekler arasında daha eşitlikçi ilişkilerin geçerli olduğu, kadınların karar alma mekanizmalarında etkin olduğu anlamına gelir).
Morgan’ın teknolojik evrimle karakterize olan evrensel toplumsal evrim şeması (yabanıllık-barbarlık-uygarlık), yeryüzündeki toplumların her birinin bu evrelerden birine dâhil olduğu, her bir evreye bir aile örgütlenişi, bir yönetim biçimi ve bir mülkiyet tipinin denk düştüğü fikri, günümüzde kabul görmüyor; bu doğru. Ama toplumların değişen üretim ilişkileri çerçevesinde değişim geçirdiği ve toplumsal kurumların bu değişimlere uyarlandığı, yeni biçimlenişler aldığı fikrine karşı çıkmak, kolay değil.
2) Ailenin aldığı biçimleniş(ler), bünyesinde yer aldığı toplumun maddi yaşamlarını üretim tarzlarıyla yakından ilişkilidir. Bir başka deyişle, toplumların geçim faaliyetlerini örgütleyiş tarzları, geçim araçlarını nasıl üretip toplum içinde nasıl bir paylaşıma tabi tuttukları ile ailenin ve akrabalık ilişkilerinin biçimlenişi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Öncelikle, aile ve akrabalık, özellikle küçük ölçekli toplumlarda toplumsal örgütlenişin ana ilkesini oluşturduğu için.
Engels’in AÖMDK’de ana tezini oluşturan bu saptamayı günümüz antropolojik verileri ışığında şöylece çerçevelendirmek, mümkün: Hortikültüralist (çapa tarımcısı), çoban, hatta kırsal tarımcı toplumlarda aile ve akrabalık üretim araçlarına ve kaynaklara erişimin, üretime katılmanın ve ürünü paylaşmanın bünyesinde gerçekleştiği temel örgütleniş biçimidir. Devletsiz toplumlarda yönetim mekanizmaları akrabalık ilişkileri tarafından tayin edilir. Bu göreli eşitlikçi toplumlarda kadınlar ile erkekler arasında, kadınların genelde toplayıcılık, ekip biçme, hasat, besinlerin, giyeceklerin hazırlanması, çocukların bakımı vb. üretimci ve yeniden-üretimci faaliyetlere yöneldiği, erkeklerinse toprakların hortikültüre açılması, barınak inşası, avcılık, sürülerin güdülmesi gibi faaliyetlerde yoğunlaştığı bir işbölümü görülür.
Bu tip (küçük ölçekli) toplumlarda kadınlarla erkekler arasında daha (Engels’in de vurguladığı üzere) eşitlikçi ilişkiler hâkimdir. Yine de, çoğunlukla kolay oluşup çözülen çekirdek aileler ve bunların az-çok arızi kümelenişi biçiminde örgütlenen avcı-toplayıcılarda kadınlar daha özerk bir varoluş sergilerken, yerleşiklik gereği toplumsal bağ ve yükümlülüklerin önem kazandığı ve kimin gruba dâhil olup kimin olmadığı hususunda daha ayrıntılı tanımlamalara gereksinim duyulan hortikültüralist ve pastoral (çoban) toplumlarda, kadın-erkek (ve de akrabalık) ilişkileri daha katı kurallara bağlanacaktır. Ortak bir atanın (bu “ata” kadın da olabilir, erkek de) soyunu izleyen bireylerin birbiriyle akraba sayıldığı ve ensest tabusuna tabi oldukları dışevlilikçi soy grupları (antropoloji terminolojisinde klanlar; Morgan ve Engels’in başvurduğu tanımla “gens”ler) aslî toplumsal örgütlenme birimleridir bu tip toplumlarda. Siyasal örgütlenme ise, (genellikle birbirlerinden evlenen) bu soy gruplarının toplandığı, içevlilikçi kabile/aşirettir (tribü).
Kabile toplumlarında soyun kadın ya da erkek atadan izlenebileceğini (yani topluluğun anayanlı ya da babayanlı olabileceğini) söylemiştim. Bu tip toplumlar arasında sık sık patlak veren savaşlar, eşlerini dışarıdan alan akraba erkekler grubunu daha avantajlı kıldığı için babayanlılık daha sık görülen bir biçimdir.
Kadın ile erkek arasındaki eşitlikçiliğin bozulduğu toplumsal prototip, Fransız Marksist antropolog Claude Meillassoux’nun4 da gösterdiği üzere bu hortikültüralist (ve kuşku yok ki çoban) babayanlı, dışevlilikçi soy gruplarıdır. Grubun ortaklaşa yararlandığı “mülk”lerin (hortikültür alanları, sürüler…) üzerinde çalışmak, ürünlerinden yararlanmak, mülkün ve soyun süreğenliğini sağlamak vurgulu hâle geldikçe, grup içine doğan çocukların gruba dâhil erkeklerden olması önem kazanır. Bu, bir yandan domestik işgücünün birincil kaynağı olan, bir yandan da (eril) soyu sürdüren kadınların emek ve bedenleri üzerindeki eril denetimin yoğunlaştırılmasını gerekli kılar… İktidarın çekirdek hâli: “Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle; ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir,” der Engels.5
3) Toplumsal-siyasal kurumlar arasında geçim araçlarını üretme tarzının başat olduğu karmaşık bir karşılıklı-bağlantılılık vardır. Yeni teknolojilerin devreye girmesi, üretimin yoğunlaşması, yönetilmesi gereken bir artı ürünün ortaya çıkması, farklı ekolojik nişlere yerleşmiş, farklı geçim faaliyetlerinin başat olduğu toplumlar arasındaki ilişkilerin giderek daha karmaşık bir nitelik kazanması, tarımsal üretimden kopmuş yeni meslek gruplarının yoğunlaştığı kentlerin ortaya çıkışı, savaşlar vb. etkenler bir yandan kolektif mülkiyetin temellerini aşındırırken, bir yandan da toplumdan kendini ayırmış, kalıcı, merkezi bir yönetim aygıtının ortaya çıkmasını getirecektir. Devletin farklı bölgelerde farklı zamanlarda ve birbirinden bağımsız olarak ortaya çıktığı biliniyor. Bir kez ortaya çıktıktan sonra bölgesel hâkimiyet mücadelesinde çevredeki kabile toplumları hızla yok (ya da asimile) ettiği de… Kabile ilişkileri aşındıkça, ailenin daha geniş akraba topluluğundan koparak bağımsız bir birime dönüşmesi, beklenebilir bir gelişmeydi; özellikle ticari ve zanaat faaliyetlerinin yoğunlaştığı kentlerde aile temel toplumsal örgütlenme biçimine dönüşürken, iktidar hem siyasette (devlet) hem de toplumda (aile) eril hâliyle kristalleşecekti. Öyle görülüyor ki babayanlı, dışevlilikçi, yaşlı erkeklerin kadınların (ve de gençlerin) beden ve emek güçlerine hükmettiği kabile toplumları, (“komünal” karakterlerine karşın) “uygarlık” (= devletli toplumlar)a “rol modeli” olmuştur. Dahası, bu biçimlenişler (üretim ve/ile mülkiyet ilişkileri, siyasal kurumlar ve toplumsal örgütleniş tarzları) arasında, iktisadi örgütlenişin başat olduğu karmaşık bir ilişkiler ağı vardır. Ve hemen vurgulamalı, aile içi eril iktidar ile devlet iktidarı, özel mülkiyetin dolayımladığı bir bağlantılılık içindedir.
Bir başka deyişle, erkek egemenliği diğer (sömürü ve) tahakküm ilişkilerinden yalıtılmış bir durum değildir.
4) Engels’e göre kadın ile erkek arasındaki eşitsizlik, bir yandan uygarlıkla birlikte domestik-kamusal alanların ayrışması, özel mülkiyetin (kamusal alana hükmeden erkeğin elinde) yoğunlaşması, bir yandan da üretim ile yeniden üretimin ayrışması ile bağlantılı olarak biçimlenir:
“Materyalist anlayışa göre, tarihte, egemen etken, sonunda, maddi yaşamın üretimi ve yeniden-üretimidir. Ama bu üretim, ikili bir özlüğe sahiptir. Bir yandan, yaşam araçlarının, beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan nesnelerin, ve bunların gerektirdiği aletlerin üretimi; öbür yandan bizzat insanların üretimi, türün üremesi. Belirli bir tarihsel dönem ve belirli bir ülkedeki insanların ·içinde yaşadıkları toplumsal kurumlar, bu iki türlü üretim tarafından, bir yandan emeğin, öbür yandan da ailenin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması tarafından belirlenir. Emeğin erişmiş bulunduğu gelişme aşaması ne kadar düşük, toplam emek ürünü ve bunun sonucu, toplumun sahip bulunduğu servet ne kadar az ise, kan bağının ağır basan etkisi, toplumsal düzen üzerinde o kadar çok belirleyici görünür. Ama kan bağına dayanan bu toplumsal yapı çerçevesinde, emek üretkenliği gitgide artar; ve onunla birlikte, özel mülkiyet ve değişim, servetler arasında eşitsizlik, başkasının emek gücünden yararlanabilme olanağı, sonuç olarak, sınıflar arasındaki karşıtlıkların temeli de gelişir; bütün bu yeni toplumsal öğeler, kuşaklar boyunca, eski toplumsal kuruluşu yeni koşullara uyarlamak için, bunların arasındaki bağdaşmazlık tam bir devrim sonucu verene kadar, var güçleriyle etkide bulunurlar.”6
Üretkenliğin artışı, kontrol edilmesi gereken bir artı-ürünün ortaya çıkışı, işbölümünün çeşitlenmesi, tarım-dışı faaliyetlerle, ya da uzman mesleklerle (zanaat, yöneticilik, din) yaşamını sürdürebilen kentsel bir nüfusun ortaya çıkması, toplumu akrabalık dışı bir örgütlenme ilkesine yöneltir: üretim araçlarının mülkiyeti ve siyasal iktidar üzerinde denetim yetkesi çerçevesinde biçimlenmiş sınıflar… Soy grubu ilişkileri bir çok yerde domestik alanda hane reisinin eş(ler)i, evlenmemiş kızları, (evli ve bekâr) oğulları, gelinleri ve köleleri üzerinde hüküm sürdüğü babayanlı ve ataerkil aileye bırakırken, kamusal alanın ve mülkiyetin kontrolünün (mülk sahibi sınıflarda) erkeklere, domestik alan ve yeniden üretim faaliyetlerinin (çocuk doğurma, çocukların yetiştirilmesi, tüketimin örgütlenmesi, bakım…) kadınlara tahsis olduğu bir işbölümü yaygınlaşacaktı.
5) Kapitalizm bağrında geliştiği prekapitalist (sınıflı) toplumlardan, çokeşli (poligamik) ya da tekeşli (monogamik), ikiden fazla kuşağı (geniş aile) ya da yalnızca iki kuşağı (çekirdek aile) kapsayan, ama erkin “reis” olan erkeğin elinde yoğunlaştığı, kamusal alanın (siyaset, din, sanat…) erkeklerin denetiminde olduğu, kadınlarınsa domestik alanda sınırlandığı bir aile biçimini tevarüs etmişti. Sınai evresinde iki süreci tetikledi: Üretim faaliyetlerinin haneden uzaklaştırılarak kamusal alana dâhil edilmesi (buharla çalışan makinelerin kullanıldığı atölye ve fabrikalar); kadınların yığınsal olarak üretime, dolayısıyla da hane dışına (kamusal alana) çekilmesi. Makineler üretim için fiziksel gücü gereksiz kılmış, buharın üretiminde devreye ilk girdiği dokuma sanayii ise kadın (ve çocuk)ların ince, esnek parmaklarını ve gerisindeki binlerce yıllık ataerkil gelenek sayesinde düşük ücrete razı oluşlarını, itaate alışkınlıklarını artan ölçüde gereksinir olmuştu:
“Makinelerin giderek insan emeğinin yerini daha çok alışı gerçeğini biraz daha yakından inceleyelim. Eğirme ve dokuma işindeki insan emeği, esas olarak kopan iplikleri bağlamaktan ibarettir; gerisini makine yapar. Bu iş, adale gücü istemez, kıvrak parmaklar ister. O nedenle yalnızca erkeklere bu işte gerek olmayışı bir yana, el adalelerinin daha da gelişkin oluşu nedeniyle, bu işe kadınlardan ve çocuklardan daha az uygundurlar; .bu yüzden de yerlerini, doğal olarak onlar alır. İşte bu çerçevede, kol gücü ve kuvvet kullanımı buhar ya da su gücüne ne kadar çok aktarılabilirse o kadar daha az erkeğin çalıştırılmasına gerek vardır; kadınlar ve çocuklar da daha ucuza çalıştırıldıkları ve bu branşta erkeklerden daha iyi oldukları için onların yerini alırlar. İplik eğirme fabrikalarında trasılların başında yalnızca kadınlar ve kızlar görülür; çıkrık makineleri arasında bir erkek, yetişkin bir eğirici (otomatik makinelerde o bile gereksizleşiyor) ve iplikleri bağlayan genelde kadın ya da çocuk bazan onsekiz-yirmi yaşlarında genç erkek birkaç yardımcı, şurada ya da burada, başka bir işten çıkarılmış eski bir eğirici. Makine dokuma tezgâhlarında genelde onbeş-yirmi yaş arasında kadınlar ve az sayıda erkek çalıştırılır; ancak bu kadınlar yirmibirinci yaşlarından sonra bu meslekte pek nadir kalırlar. Hazırlama makinelerinde de kadınların çalıştığı gözlenir; arada bir tarakları temizleyen ve bileyen erkek işçilere de rastlanır. Bunların dışında fabrikalar çocuk işçiler -dofferler- çalıştırırlar; bunlar bobinleri takar çıkarırlar; birkaç erkek nezaretçi, buharlı makineler için makinist ve teknisyen, marangoz ve hamal, vb. çalıştırılır; ama fabrikadaki asıl işi kadınlar ve çocuklar yapar. İmalatçıların yadsıdığı budur. Birçok durumda, kadının çalışması aileyi tümden dağıtmaz, ama tepetaklak eder. Ailenin geçimini kadın sağlar; baba evde oturur, çocuklara bakar, evi temizler, yemek pişirir. Bu çok sık olur; yalnızca Manchester’da, ev işlerine mahkûm olmuş yüzlerce erkekten söz edilmiştir. Öteki toplumsal koşulların aynı kaldığı bir durumda, aile-içi ilişkilerdeki bu tersyüz oluşun emekçi erkeklerde yarattığı öfkeyi tahmin etmek kolaydır.”7
Engels’in bu paragrafı, kapitalist sanayileşmenin aile (özellikle de emekçi sınıf aileleri) üzerindeki etkilerini çarpıcı bir dille aktarmaktadır; gerçekten de “kapitalist üretim ilişkilerinin aileye yaptığı özel katkı onun atomize edilmesiydi. Ailenin her ferdi işçi pazarında ayrı ve tek başına durmaya başladı.”8
“Pek çok gözlemciye göre işçi ailesi ortadan kayboluyor ya da en azından parçalanıyordu. Eşler ve çocuklar artık eski ataerkil otoriteye bağlı değildi. Ücretler ve çalışma koşulları onlara daha önce hiç sahip olmadıkları bir özgürlük sağladı. Kadının emeği evde yaptıkları tarafından belirlenmiyordu. Sadece cinsler arasındaki işbölümünde değişiklik olmadı, aynı zamanda geleneksel ev işlerinin bir kısmı pazarda alınıp satılan mallara dönüştü.”9
Ancak kadınların hane-dışı üretime (ve kamusal alana) yığınsal katılımı, beklendiği üzere ataerkinin zayıflamasını, kadınların özgürleşmesini getirmedi. Kapitalizm ataerkine yeni bir biçim kazandırarak, onu dönüştürerek temellük etti. Vurgulandığı üzere kapitalistlerin kadın (ve çocuk) işgücünü tercih etmesinin nedeni, onların erkeklere göre çok daha düşük ücretlerle çalıştırılabilecek, itaatkâr, örgütsüz işgücü deposunu oluşturmalarıydı; bu doğru. Ne ki bu doğru, patronların kadın işgücünü sınırsız ve insafsız sömürüsü şeklinde tecelli etmekteydi:
“1830 ve 1840’larda ailenin tüm fertleri uygun olan her yerde ücretli işçiler olarak çalıştılar. Oldukça çok sayıda evli kadın çalıştı; aynı şekilde küçük çocuklar ve bazen daha da küçük çocuklar da çalıştı. Kadınların çalışma dışında kalan zamanları uyumaya bile yetmiyordu. Bu yüzden aile içi işleri yapamaz durumdaydılar. Günde on iki saatten fazla çalışmak yaygındı. Yolda geçen zaman ve yemek araları da eklenince çalışma saati on dört ya da on beş saatte çıkıyordu. Çocuk doğurmak tehlikeliydi ve fabrika çalışması bunu daha da kötü bir hâle sokuyordu. Kadınlardan doğumdan hemen sonra makinelerinin başına dönmeleri isteniyordu. Küçük bebekler anne sütüyle değil mamalarla besleniyordu. Çalışamayacak kadar küçük olan çocuklar bebek bakıcılığı yapıyorlardı. Bebekleri hastaların kullandığı ilaçlarla uyutarak sessizleştiriyorlardı.”10
Bir başka deyişle kadın işçiler üretimde artan ölçülerde yer alıyorlardı; ama bu yeniden-üretimdeki geleneksel rollerine ilişkin beklentileri değiştirmiyordu. Yani kapitalizm kadınların üretimdeki konumlarını yeniden tanımlarken, onların “domestik” görevlerini dönüştürme yönünde parmağını kımıldatmadığı görülmektedir.
19. yüzyıl başlarında en çarpıcı görünümü sanayi devriminin beşiği İngiltere’de sergilenen bu durum, emekçi sınıflar ve burjuva filantropizmini harekete geçirmekte gecikmedi. Ama akıllara gelen çare, örneğin kreşler, yuvalar, yemekhaneler, çamaşırhaneler vb. aracılığıyla kadınların domestik yükünü hafifletmek olmadı. “1830 ve 1840’lardaki büyük Çartist hareketi bu koşullara tepkinin bir sonucuydu. Sefalet ve yoksulluk öyle bir dereceye gelmişti ki pek çok burjuva eleştirmen ve yardımsever bu durumu protesto etmeye başlamıştı. Küçük çocuklar ve kadınların ya hiç çalışmamalarına ya da çalışma saatlerinin ve koşularının yasalarla kontrol altına alınmasına yönelik talepler arttı.”11 Kadın ve çocukların çalışmasını sınırlandıran, bazı işlerde çalışmasını yasaklayan çalışma yasaları birbiri ardından devreye girdi. Buna, kadınların aslî görevlerinin sağlıklı kuşaklar yetiştirmek olduğuna ilişkin bir propaganda kampanyası eşlik edecekti. “Yeniden üretim”i kamusal alana taşımanın maliyetini hesaplayan ve bunun kendisine pahalıya patlayacağını sezinleyen kapitalist sistem, bu alanı yeniden hane içine dâhil ediyor ve neredeyse münhasıran geleneksel taşıyıcısı kadınların sırtına yıkıyordu.
Öte yandan, kadınların üretime yığınsal katılımlarının önünü açtığı, eğitim ve siyasal yaşama katılabilme mücadelesi, yaşamlarını daha doğrudan etkilediği burjuva sınıfı kadınları açısından da bir “özgürleşme” sağlayamadı. Burjuva aile hukuku, büyük ölçüde erkeklerden oluşan müteşebbis sınıfın elinde biriken servetin çocuklara, özellikle de erkek evlatlara devredilmesi mantığına dayanıyordu. Kadın “aile”ye dâhil olduğu sürece babasının ya da kocasının servetinden yararlanabilmekteydi; istisnai olarak tevarüs edebildiği mülklerin idaresi konusunda donanımsız ve deneyimsizdi; bunun için (büyük çoğunlukla) kendi sınıfından bir kocanın delaletine ihtiyacı vardı. (Burjuva aile, akraba evliliği açısından dışevlilikçidir; ama katı bir sınıf-içi içevliliği (endogami) toplumun yazısız, ama katı kurallarındandır.) Sadakatsizliği, hatta serkeşliği “mesut aile yuvası”nın dışına itilmesine yol açmaktaydı çoğunlukla. Kadınları bir hükmi şahsiyetten yoksun sayan ve ruhu 19. yüzyıl boyunca “uygar” (= kapitalist) dünyanın büyük bölümüne damgasını vuran Napolyon Yasası, ancak yüzyıl sonlarında, işçi-emekçi sınıfların yoğun mücadelelerinin ardından tarihin çöplüğüne atılabilmişti. Kadınların yükseköğrenime dâhil olma, mesleklere girme, mirastan pay alma, seçme ve seçilme haklarını elde etmeleri, kapitalizm sayesinde değil, kapitalizmin tahkim ettiği ataerkine karşı şiddetli bir mücadeleyle elde edilebilmiştir.
Şu hâlde, kapitalizm ile ataerki arasındaki kritik ilişki, “yeniden üretim” üzerinden kurulmaktadır. “Yeniden-üretim”in locus’u, hâlâ ve büyük ölçüde ailedir. Kapitalist sistemin hâlâ ve her yerde kadınların büyük çoğunluğunu daha düşük ücretli, daha niteliksiz işlerde istihdam ettiği doğrudur. Bu ücret farklılığı sistemin devasa kârlar devşirmesini olanaklı kılar. Bu durumun nedeni ise, ataerkil işbölümünün “yeniden üretim” faaliyetlerini hâlâ ve büyük ölçüde kadınlara yüklemesidir; kapitalizmin bu durumun sağladığı avantajlardan kolay vaz geçemez. Bu nedenledir ki kadının yerini esas olarak aile, aslî görevini ise domestik alan olarak saptar. Üretimde düşük ücretlere ve elverişsiz koşullara razı olan kadının eve döndüğünde domestik görevleri de (herhangi ekstra bir ödeme talep etmeksizin) üstlenmesi, sistemin en önemli girdilerinden biridir. Düşük ücretli ve uysal işgücünün ana deposu üreticiler, ama aynı zamanda “kutsal analık” adına gelecek işgücü kuşağını doğurup süreğenliğini sağlayan tüketiciler olarak kadınlara kapitalist sistemin vaad edebileceği özgürlük, asla “domestik alan”dan özgürleşmek olamaz; ancak ev içinde ve dışında daha çok çalışmak, daha çok tüketmek özgürlüğü olabilir. “Ya cinsel özgürlük?” diye sorulacak olursa… Gerçek cinsel özgürlük, ancak cinselliğin metalaştırılmadığı, hiçbir maddi kazanç ya da kazanım (para, itibar, iktidar…) kaygısı gütmeyen, buna gereksinim duymayan yetişkin bireyler arasında karşılıklı sevgi, istek ve rızaya dayalı olarak gerçekleştirilen ilişkidir. Tahayyül edilebilecek herşeyi (hatta hayalleri bile) metalaştırmaya ve kâr kaynağına dönüştürmeye yönelik bir sistemde bu, olası değildir…
6) Bu nedenlerledir ki Engels’e göre kadınların özgürleşmesi, ancak ücretli kölelik ve özel mülkiyet sisteminin ilgasıyla mümkündür. AÖMDK’deki o ünlü pasajı bir kez daha anımsayalım:
“Öyleyse, süpürülmesi yakın görünen kapitalist üretimden sonra, cinsel ilişkilerin düzenleme biçimi üzerine bugünden düşünülebilecek şey, özellikle olumsuz bir nitelik taşır, ve öz bakımından, ortadan kalkacak olanla yetinir. Ama bu işe hangi yeni öğeler katılacak? Bu, yeni bir kuşak yetişince belli olacak: yaşamlarında, bir kadını asla parayla ya da başka bir toplumsal güç aracıyla satın almamış olacak yeni bir erkekler kuşağı; kendini gerçek aşktan başka hiçbir nedenle bir erkeğe vermeyecek, ya da bunun iktisadi sonuçlarından korkarak kendini sevdiği kimseye vermekten vazgeçmeyecek olan yeni bir kadınlar kuşağı. İşte bu insanlar dünyaya geldiği zaman, bugün onların nasıl davranmaları gerektiği üzerine düşünülen şeylere hiç kulak asmayacaklar; kendi pratiklerini ve herkesin davranışını yargılayacakları kamuoyunu kendileri yaratacaklardır- bir nokta, işte bu kadar.]12
Engels’in bıraktığı yerden Alexandra Kollontai alır sözü:
“Erkek, kadın yaşamında işgal ettiği yerden çıktığında, başarısızlığa düşmemeyi sağlamak için, kadının ruhunda önemli bir değişiklik, entelektüel yaşamında güçlü bir zenginleşme, kendi öz değerlerinde büyük bir birikim gerekti. Apaçık bir şey bu, çünkü, ruhunda kişiliğini yaratan gereksinim ve ilgi birikimi olduğu sürece kadının yaşamı, sadece aşka indirgenemez…”13
Bunun için Kollontai’ın formülü açıktır: “Mutfak ile evliliğin birbirinden ayrılması”14 … Bir başka deyişle, ailenin kadınlar için bir “domestik görevler alanı” olmaktan çıkartılması.
Bunun için yalnızca kadınlara kamusal alana (eğitim, istihdam, siyaset…) eşit erişim hakkı sağlamak yetmez, aynı zamanda kadınların aile içinde gerçekleştirdikleri yeniden-üretim faaliyetlerinin tümünün toplumsallaştırılması, toplum tarafından üstlenilmesi gerektir.
* * *
Engels’in sezinleyip AÖMDK’da işaret fişeğini çaktığı, Sovyet devriminin öncü kadınlarının biçimlenişine önayak oldukları “Yeni Kadın, Yeni Aile”, savaşların, sosyalizmi “üretim artışı”na ya da “kapitalist sistemle yarış”a indirgeyen ideolojik deformasyonların, silahlanma yarışının… tozu dumanı ardında yitip gitti.
Ama onları yeniden biçimlendirmenin yolunu gösteren yapıtlar ortada… Engels, Bebel, Kollontai, Zetkin…
Diyeceğim o ki, Engels’in Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni, bir etnoloji kitabındansa, kadınların sosyalist bir dönüşüm ile kesişen topyekûn özgürleşmesine bir girizgah, ataerkinin ezelden ebede süregidecek bir “kader”, bir “fıtrat” meselesi değil, eşitlikçi özgürlüğe tutkun kadınların öncülüğünde aşılabilecek bir tarihsel form olduğunu anlatan bir kılavuz olarak okunmalı…
12 Ekim 2020 11:09:07, İstanbul’dan.
N O T L A R
* Yeni E Dergisi, No:49, Kasım 2020…
1 Louise Michel.
2 Marx’ın L. H. Morgan’ın Ancient Sociey’si üzerine notları Türkçesi de yayınlanmış olan Ethnological Notebooks (Etnoloji Defterleri)’nden izlenebilir. Bkz. Karl Marx, Etnoloji Defterleri, Çeviri: Kıvanç Tanrıyar. Hil Yayınları, Aralık 2013.
3 Engels’in Karl Kautsky’ye 26 Nisan 1884 tarihli mektubu, (Karl Marx and Frederick Engels, Selected Correspondence, Progress Publishers,Moskova, 1975, s.132).
4 Claude Meillassoux (1981). Maidens, Meal and Money, Capitalism and the Domestic Community, Cambridge University Press.
5 F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (AÖMDK), Sol Yayınları çev.: Kenan Somer), 9. Baskı, 1990: 70-71.
6 AÖMDK s.12.
7 F. Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, Sol Yayınları, 1997, s.204.
8 Aktaran: Lindsey German, Cinsiyet, Sınıf ve Sosyalizm, Babil Yayınları, 2006
9 German, a.y. s.31.
10 German, a.y. s.33.
11 German, a.y. s.34.
12 AÖMDK s.87.
13 Alexandra Kollontai, Marksizm ve Cinsel Devrim, Tüm Zamanlar Yayıncılık, 1992, ss.80-81.
14 “…Dolayısıyla erkekler karılarını, iyi hamur yoğurabildikleri için değil, değerli olan şeyleri, kişisel yetenekleri ve insan benleri için sevmeyi ve değerlendirmeyi öğrenmelidirler… ‘Mutfak ve evliliğin birbirinden ayrılması’, devletle kilisenin ayrılmasından daha az önemli olmayan, en azından kadının tarihsel alın yazısı yönünden büyük bir reformdur.” (Kollontai, a.y. s.169)