Sibel Özbudun
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. Bir Kez Daha Taciz ve İfşa Üzerine

Bir Kez Daha Taciz ve İfşa Üzerine

Gerçek çözüm, çok daha kapsamlı ve kökten bir toplumsal dönüşümde yatıyor elbet. Hastalıklı bir toplumu eşitlikçi, dayanışmacı, kolektivist bir ethos doğrultusunda rehabilite edecek, eşitlikçi/ özgürlükçü ilişkilere dayalı yeni bir insan ve toplum tasavvuru. Ama öyle görünüyor ki böylesi bir dönüşüm çok fazla zaman alacak. O zaman bugün ne yapabiliriz?

“Vicdan kendimizin kendimize
gösterdiği tepkidir. Kendine başkaldırıdır.
Kendi sesimizi dinlemeyi başarabilmektir.” [2]

 
Taciz, özellikle de cinsel taciz, sanırım istisnasız, her kadının yaşamında en azından
bir kez deneyimlediği bir olgu.  Çoğunlukla da birden çok kez… Yapışkan bir bakış, sırnaşık,
müstehcen sözler, cinsel telmihli bir dokunuş, şimdilerdeyse, sosyal medyanın katkısı, ısrarlı
SMS’ler, Facebook, Instagram vb. üzerinden sarkıntılık…

Şimdi bunları “erkeklerin denetlenemeyen cinsel dürtüleri”ne bağlayarak (bir bakıma) 
mazur görmek mümkün mü? Doğal arzuların dışavurumuna? Yani bu işlerin bir “biyolojik”
açıklaması var mı?

Öyle ya, bir zamanlar bu ülkede başbakanlık yapmış, üstelik de adının önünde koca bir
“Ord. Prof. Dr.” unvanı bulunan Sadi Irmak, deyivermişti: “Erkekler doğaları itibariyle
poligamdırlar” diye… Şimdikiler ise olayı Tanrı buyruğuna bağlıyor. “Erkek doğası itibariyle
(ya da fıtraten) poligamdır (çokeşlidir), cinsel potansiyeli yüksektir, bu potansiyeli çokeşlilik
aracılığıyla denetleyemediğinde, yani nefsini terbiye edemediğinde tacize başvurabilir…”
Aslına bakarsanız, bizzat bu söylemler, erkeklerin üstte yer aldığı, üstün olduğu ve
arzularını kadınlara dayatabileceklerine, kadınlara düşeninse kendini bu arzulara
memnuniyetle teslim etmek olduğuna dair kültürel ön-kabullerden başka bir şey değil.
Ekleyivereyim: Birileri “bir şeyin doğasından, biyolojik determinizmden, evrensel
yönelimlerden ya da fıtrattan vb. söz ediyorsa, bilin ki eşitsiz, asimetrik bir güç ilişkisini, bir
başka deyişle bir tahakkümü meşrulaştırmaya çabalıyordur. Diyeceğim o ki, cinsel taciz,
erkeğin biyolojik yapısının, cinsel dürtülerin, hormonal aktivitelerin filan gereği değil,
kültürel bir kurmaca olan “eril üstünlük” mitosunun gündelik yeniden-üretim aracıdır.
Nasıl mı? Coğrafyamızda, eril sosyalizasyon, hâlâ genellikle baba, amcalar, erkek
akrabalar, çocuğun yaşı ilerledikçe mahalleli ağabeyler, okuldaki erkek arkadaşlar vb.
arasında edinilen bir şeydir. Kız çocuklarıyla erkek çocukların birbirinden ayrı tutulması adeta
bir normdur. Herhangi bir ilkokulun önünden geçerken teneffüsteki çocukların bahçedeki
dizilimine bakın: erkeklerle kız çocukların birbirinden ayrı kümelendiğini görürsünüz. Bu
(son zamanlarda “kızlara mahsus okullar”ı tartışmaya sokan) eğitim sistemi tarafından da
desteklenen bir durumdur. [Oysa çok farklı uygulamalara tanıklık ettik. Örneğin Küba’da
ilköğretim çağındaki çocukların okul gezilerinde farklı çaprazlamalar (kız-erkek/ siyahi-
beyaz) hâlinde el ele tutuşturulduğunu görmek, güzeldi!]

Bu diyarda kız ve erkek çocuklar ayrı evrenlerde yetiştiriliyorlar hâlâ. Bu
sosyalizasyonda erkek çocuğun cinselliği utanılıp sıkılanacak bir konu olmak bir yana, bir
gösteri nesnesi, giderek bir performans göstergesi. Ona, hayat denilen cangılda av peşinde
koşan bir avcı olması belletiliyor durmaksızın: “Amcası, bizim oğlanın bir şeyi var ki bütün
kızları korkutacak.” “Çek oğlum rakıdan bir fırt, amcalar görsün ne kadar hovarda olduğunu.”
“Benim oğlum büyüyünce bütün kızları peşinden koşturacak…”

Kız çocukların “kadınlığı” nasıl öğrendiklerini örneklemeye gerek var mı? “Ört kız
çabuk bacaklarını…” “Arsız arsız sırıtma, biraz ağır ol.” “Erkeğin elinin kiri, kadının alnının
lekesi…” Bu nedenledir ki yurdum kadınlarının iki kaşı arasına derin bir dikey çizgi yerleşir,
daha gencecik yaşta. Kırışıklıklar yaşanmışlıkların yüze yazılması değil mi? Bu coğrafya
kadınlarının edindiği ilk kırışık, “ciddi görüneyim de ‘hafif kadın’ sanıp sarkıntılık
etmesinler” diye kaşlarını sokakta sürekli çatık tutmaktan kaynaklanan bir savunma silahıdır,
özetle…

Diyeceğim, bu ülkede kadın erkek ilişkileri gerilimli, sorunlu. Ve de hiyerarşik. Soyun
sürdürücüsü, ailenin ekmek getireni, vatanın savunucusu, namusun koruyucusu olarak
kurgulanan erkek üstün, kadın ise hiyerarşinin alt basamağına yerleştiriliyor.

Bu “üstünlük” pompalamasının, erkeklik dünyasında dehşetli bir ego şişmesine yol
açması şaşırtıcı mı? Her türlü cinsel hamleyi kendinde hak gören, bunu cinsinin bir ayrıcalığı
sayan narsizm. Ana kucağından kopup da “erkekler meclisi”ne kabul edilmek üzere olan yeni
yetmenin (bu erginleme süreci sünnetle başlar genellikle) kendini ispatlayabilmesi, bu “eril
üstünlük” iddiasını içselleştirebilmesi, yaşama geçirebilmesiyle mümkündür, çünkü…
Eril narsizm sınıf ya da toplumsal konum eşitsizlikleriyle birleştiğindeyse, ortaya çok
tehlikeli bir karışım çıkıyor. Hiyerarşinin üst basamaklarında olan kişi, kültürel kodlarını
hoyratça kullanabilme hakkını kendinde buluyor. Toplumsal üstünlüğünün, kendisine
dilediğince pervasız ve atak davranma olanağını sağladığı, madunun ise buna nasıl olsa itiraz
ed(e)meyeceği sanrısına kaptırıveriyor kendini. Eğer çevremdekilere emirler yağdırmak,
onları azarlamak, satın almak, işten çıkarmak, bilgi birikimimle onları ezmek, üstün sanat
yeteneklerimle bütün alkışları toplamak… vb. bir konumun sahibiysem, bol param varsa,
neden cinsel dürtülerimi sınırlandırayım ki?  

Son dönemlerde özellikle ortalığı saran ifşaların hemen hepsinin aynı zamanda eşitsiz
bir toplumsal ilişkiye işaret etmesi rastlantı değil. Kıdemli gazeteci çaylak muhabiri,
yönetmen figüranı, avukat stajyeri, kurt aktör genç yıldız adayını, hoca araştırma
görevlisini… Ve “feminist cüret”in henüz sirayet edemediği diğer meslekler: Patron
sekreterini, amir memuru, ustabaşı kadın işçiyi… Bilebildiğim kadarıyla set işçisinin kadın
yönetmeni, erkek araştırma görevlisinin kadın profesörü  taciz ettiğine dair bir haber yer
almadı medyada.

Bir başka deyişle “üstün cinsiyet” olarak kurgulanan erillik, toplumsal hiyerarşide üst
basamaklarda bir pozisyonla kesiştiğinde, züccaciyeci dükkânına dalmış fil özgüveni sağlıyor,
sahibine…

İfşa ise, hukukun neredeyse hiç “alttakinden yana” işlemediği bir “kimi kime şikâyet
edeceksin?” ikliminde taciz mağdurlarının elinde bir “güçsüzlerin silahı”na dönüşüyor, James
C. Scott’un ifadesiyle.

Hatta belki de bir intikam aracına!

Şunun altını çizmek gerek: bu konuda yazıp çizenlerin hemen tümünün kabul ettiği
gibi, “taciz” kanıtlanması neredeyse imkânsız bir hadise. Tanıkların olmadığı bir ortamda, iki
kişi arasında gerçekleşiyor çoğunlukla… Tek dayanağı genellikle “mağdurun beyanı” olan
“ifşa”nın bir toplumsal yaptırım aracı işlevi görmesi umuduyla devreye sokulmasının nedeni
de bu: Kanıtlayamadığınız sürece, failin hukuken cezalandırılmasını sağlamanız hemen hiç
olanaklı olmuyor. Özellikle de kolluktan yargıçlara, tüm bir adalet sisteminin eril üstünlük
ikliminden beslendiği bir ortamda… Bu durumda başvurabileceğiniz tek yol, feminist
dalgalanmanın oluşturduğu duyarlılık ortamında failin toplumsal olarak mahkûm edilmesi
beklentisi: Çalıştığı medya ortamından uzaklaştırılması, eserlerinin boykot edilmesi,
vekaletten azledilmesi, etkinliklere konuşmacı-sanatçı vb. olarak davet edilmemesi, hiç
değilse rezil olması… ABD’de başlayıp kısa sürede dünyaya yayılan “Me too” hareketinin
mantığı bu.

Taciz suçu gerçekten işlenmişse, bu yaptırımların en azından failin içten bir özeleştiri
verene dek uygulanmasında bir beis yok.

Ama “ifşa” hareketinin de sınırları ve sorunları var… Öncelikle, yeni toplumsal
protesto hareketlerine damgasını vuran yapısızlık, ifşa hareketinde de kendini gösteriyor.
Örneğin, yaptırım(lar)ı uygulayan ya da kaldırılmasına karar veren mercii belirsiz. Bir başka
deyişle, bu davanın bir mahkemesi yok! İfşaya uğrayan kişinin temel bir hukuk ilkesi olan
“masumiyet karinesi”nden yararlanma olanağı yok. Hele ki, “ifşa”nın gerçekleri
yansıtmaması durumunda…

Çünkü, mağdurun beyanının gerçeği yansıtmama olasılığı da her zaman ortada.
Yabancılaşmanın, değer yitiminin, psikolojik bozuklukların topluma damgasını vurduğu bir
ortamda reklam, kişisel intikam duygusu, obsesif kompulsif davranış bozukluğu, yolunu
şaşırmış hayal gücü, yükselme hırsı, siyasal çekişme… Yalan beyanla birilerinin hayatını
karartmak mümkün. [3] Geçenlerde devrimci bir genci, Yusuf Uçak’ı intihara sürükleyen ifşa-
linç hadisesi, bu bakımdan uyarıcı bir örnek. Üstelik tek değil; benzeri çok sayıda olay
yaşanıyor, özellikle de sosyalist çevrelerde… Geçmişte “ajanlık”, “poliste çözüldü”
suçlamalarının oynadığı rolü bugün “taciz” suçlamaları üstlenmiş durumda. İfşa/linç siyasal
rekabetin araçlarından oldu bu cenahta.

Kuşkusuz, kendini devrimci/sosyalist vb. olarak nitelendiren erkekler sütten çıkmış ak
kaşık değil. Genç insanların ağırlıkta olduğu örgütlerde cinsellik her an zorlamaya dönüşme
potansiyeline sahip. Dahası, “örgüt içi hiyerarşi” diye, kıdemlilerin kıdemsizler, “şefler”in
“militanlar” üzerinde baskı oluşturması, birincilerin genellikle erkek, ikincilerin genellikle
kadın olması durumu göz önünde bulundurulduğunda, taciz için uygun ortam yaratıyor. Bu tip
zorlamaların hasıraltı edilmesi, kurmayı düşlediğimiz dünyaya, toplumu özgürlükçü
eşitlikçilikten yana dönüştürme iddialarımıza ihanet anlamına gelir.

Bu durumda ne yapmalı?

Gerçek çözüm, çok daha kapsamlı ve kökten bir toplumsal dönüşümde yatıyor elbet.
Hastalıklı bir toplumu eşitlikçi, dayanışmacı, kolektivist bir ethos doğrultusunda rehabilite
edecek, eşitlikçi/ özgürlükçü ilişkilere dayalı yeni bir insan ve toplum tasavvuru.

Ama öyle görünüyor ki böylesi bir dönüşüm çok fazla zaman alacak. O zaman bugün
ne yapabiliriz?

Bu konuda Ağustos 2025 tarihinde yayınlanan bir yazımda, sol/sosyalist çevrelerdeki
taciz-ifşa olaylarına ilişkin kimi önerilerde bulunmuştum:

“Öncelikle ‘kadının beyanı esastır’ önermesini savunan feministlerin, özellikle de
feminist hukukçular eliyle, konuyu sol/ sosyalist/ devrimci kamuoyu önünde enine boyuna
tartışmaya açması, kavramın olanak, olasılık ve sınırlarını vurgulaması, belki de bunun örgüt-
içi eğitimin bir parçası hâline getirilmesi gerekiyor.

Dahası, örgüt içi eğitim programları toplumsal cinsiyet rol ve ilişkileri, yabancılaşma,
aşk, devrimci etik, kültürel kodlar, sosyal medya kullanımı, vb. konuları kapsayacak biçimde
genişletilmeli.

Ve nihayet, örgüt/ hareket içi taciz-şiddet iddialarının olabildiğince tarafsız, hukuk
ilke ve uygulamaları konusunda birikimli ve deneyimli bir heyet -örneğin ÇHD tarafından
görevlendirilecek bir komisyon- tarafından ele alınıp karara bağlanması düşünülebilir.” [4]
Bu önerileri şöyle genişletmek, mümkün: Sosyalist çevrelerde -bilebildiğim kadarıyla-
“ahlâk/ etik” tartışması -belki de “ahlâkçı” görünmemek kaygısıyla- nicedir gündemden
düştü. Oysa “sosyalist ahlâk” diye bir şey var, ve de çok önemli. Kuşkusuz “sosyalist ahlâk”
tartışması (bunu kapsamakla birlikte) kadın-erkek ilişkileriyle sınırlandırılabilecek bir başlık
değil. Devrimciler, sosyalistler, kendi aralarında kolektivist, paylaşımcı, dayanışmacı,
özverili, özgürlükçü ve eşitlikçi bir hukuk geliştirmenin, özgürlük ile eşitlik kavramları
arasındaki dengeyi kurabilmenin yolları ve kapitalist toplumun rekabet, bencillik, çıkarcılıkla
tanımlı ilişkilerinin biçimlendirdiği insanın nasıl dönüştürülebileceği üzerine çok daha fazla
kafa yormaları gerekiyor. Hiç kuşkusuz aşka, cinselliğe değgin konular da bu tartışmalara
dahil. Böylesi bir tartışma ortamı ve bu tartışmalardan edinilecek ortak etik anlayışı, hareket
içerisinde yer alan genç kadın ve erkekleri hiç kuşkusuz daha donanımlı, aralarındaki ilişkileri
ise daha özgürlükçü ve eşitlikçi kılacaktır.

Bugün “ifşa” olaylarının gerçekleştiği daha genel çevreye (basın-yayın, reklamcılık
sektörü, akademi, sinema-TV vb.) gelince, bu sektörlerin mensuplarının tüm üyelerin
kabulleneceği ortak bir denetim mekanizmasının gereği ortada. Bunun yolu ise örgütlenmeden
geçiyor. “Alttakiler”in, sıradan emekçilerin, kıdemsizlerin (kadınlar, teknik elemanlar, gençler, düz işçiler…) seslerini duyurduğu, işleyişini denetleyebildiği, bürokratikleşmemiş,
ahbap-çavuş ya da çıkar ilişkileriyle çürü(tül)memiş, kliyentalist bağlardan uzak durmayı
başarabilen bir örgütlenme… Bu anlayışla işleyen sendikalarda, meslek örgütlerinde taciz
faillerine uygulanacak yaptırımlar tüzük ve disiplin yönetmeliklerinde saptanmalı ve
“ama”sız, “fakat”sız işletilebilmeli…

Tekrar vurguluyorum; kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüze karşı mücadele, özgürlük,
eşitlik, dayanışmacılık ve kolektivizm yolunda topyekûn bir toplumsal dönüşüm
tahayyülünden ayrı düşünülemez, düşünülmemeli… Eşitsiz güç ilişkilerinden, toplumsal
hiyerarşilerden kaynaklanan tahakküm biçimlerinden, bireysel hedonizmden, eril ya da başka
biçimleriyle narsizmden beslenen bu toplum(lar) hastadır ve sosyalist etiğin sağaltıcılığına,
rehabilitasyonuna ihtiyaç duymaktadır.

Bu etiği kuracak olanlar da, içinde yer aldıkları özgürlük ve eşitlik mücadelesinde
kendilerini dönüştürmeyi başarabilmiş, örgütlü kadın ve erkeklerdir…
 
11 Eylül 2025 17:16:01, Muğla
 
N O T L A R
[1] Dünyaya Başkaldırıyoruz, No:12, Ekim 2025…
[2] Erich Fromm.
[3] Türkiye’de konuya ilişkin ilk tartışmalar, sanırım Gezi direnişi günlerindeki malûm ve mahut 
“Kabataş yalanı” ile başladı… Kabataş’ta karşılaştığı deri pantolonlu, yarı çıplak bir erkek topluluğu tarafından
taciz edildiği, tartaklandığı, üzerine işendiği, elindeki bebek arabasının kontrolünü yitirdiği iddiası, salt dile
getiren kişi kadın olduğu için ne denli kabul edilebilir idi?
[4] Sibel Özbudun, “… ‘Kadının Beyanı”, İfşa, Linç… Ne Yapmalı?”, Kaldıraç Dergisi, No:289,

https://devrimcidusun.org/wp-content/uploads/2021/04/1.png
Giriş Yap

Devrimci Düşün Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.

KAI ile Haber Hakkında Sohbet