Bunlar, sadece yönetim biçimleri değil, sınıf savaşının en vahşi yüzleridir. Biz, faşizmi otokrasinin en aşırı, en kanlı versiyonu olarak görüyoruz – kapitalizmin krizlerinde burjuvazinin son çaresi.
Otokrasi, tek adam veya küçük bir elitin mutlak hakimiyetine dayanan bir sistemdir. Tarih boyunca, monarşilerden diktatörlüklere kadar uzanır; halkın iradesini ezer. Faşizm ise, otokrasinin 20. yüzyıldaki mutant hali – Mussolini’nin İtalya’sında doğmuş, Hitler’in Nazi Almanyası’nda zirveye çıkmış bir ideoloji.
Faşizm, otokrasiyi ırkçılık, milliyetçilik ve totaliter kontrolle birleştirir. Farkı şu: Otokrasi genel bir tahakküm biçimiyken, faşizm spesifik olarak kapitalizmin çöküşünde doğar. Marx ve Engels’in öngördüğü gibi, kapitalizm krizlerinde burjuvazi, proletaryanın devrimci yükselişini engellemek için faşizme sarılır. Otokrasi, faşizmin temelini sağlar, ama faşizm onu -paramiliter çeteler, propaganda, kitlesel terör ve manipülasyon aracılığıyla- kitle mobilizasyonuyla güçlendirir
Otokrasi, faşizmin öncülüdür. 19. yüzyılın mutlak monarşileri, 20. yüzyıl faşizminin tohumlarını ekti. İtalya’da Mussolini, liberal demokrasiyi otokratik bir rejime dönüştürerek faşizmi kurdu; devlet, partiyle özdeşleşti, muhalifler (komünistler, sosyalistler) yok edildi. Almanya’da Weimar Cumhuriyeti’nin otokratik eğilimleri, ekonomik krizle birleşince Hitler’in yükselişine zemin hazırladı.
Faşizm, otokrasiyi aşar: Sadece tepeden yönetim değil, toplumun her hücresine nüfuz eder – eğitim, medya, ekonomi totaliterleşir. İspanya’da Franco’nun faşist diktatörlüğü, otokratik monarşiyle iç içe geçti; II. Dünya Savaşı’nda milyonlarca devrimciyi katletti. Bugün ise, “neo-faşizm” otokrasilerde yeniden doğuyor: Bolsonaro’nun Brezilya’sı, Modi’nin Hindistan’ı veya Trump’ın Amerika’sındaki eğilimler, otokrasiyi faşist unsurlarla harmanlıyor. Bu rejimler, göçmenleri şeytanlaştırır, işçileri ezer, gençliği değersiz gösterir, çevreyi kapital için yok eder. Faşizm otokrasinin “gelişmiş” hali – burjuvazi, krizde demokrasi maskesini atar, çıplak diktatörlüğe geçer.
Peki, bu ikilinin devlet mekanizmasındaki işleyişi nasıl?
Otokraside devlet, liderin uzantısıdır; faşizmde ise parti-devlet birleşir. Örgütlenme, hiyerarşik ve militarist: Gestapo gibi gizli polisler, otokrasinin şiddet aygıtını faşist terörle güçlendirir. Kapitalizm burada kilit rol oynar – faşizm, büyük sermayeyi korur, sendikaları yasaklar, işçileri köleleştirir. Örneğin, Nazi Almanyası’nda IG Farben gibi şirketler, toplama kamplarındaki köle emeğiyle kâr etti. Otokrasi genel sömürüye izin verirken, faşizm onu ideolojik olarak meşrulaştırır: “Üstün ırk” veya “milli birlik” yalanıyla halkı kandırır. Devrimci teori bize gösterir ki, faşizm otokrasiyi kalıcı kılar, çünkü kitleleri pasifize eder – ama çelişkisi burada: Sömürü arttıkça, direniş büyür. Partizan hareketleri gibi, faşizme karşı silahlı mücadele şarttır.
Neo-Faşizmin Güncel Örnekleri: Kapitalizmin Son Sıgınağı
2025’teyiz ve neo-faşizm, kapitalizmin derinleşen krizlerinde yeni bir kılıkta dolaşıyor. Bu, eski faşizmin kostümü değil; ‘modern’ bir canavar: Takım elbiseli, sosyal medyada viral olan, “demokrasi” maskesi altında ırkçılık, otoriterlik ve kitle manipülasyonu yayan bir ideoloji. Neo-faşizm ise neoliberalizmin çürüyen bedeninden doğuyor – göçmenleri, azınlıkları, işçileri suçlayarak sınıf mücadelesini boğuyor.
Neo-faşizmin güncel yükselişi, küresel kapitalizmin 2008’den beri süren kriziyle doğrudan ilgilidir. William I. Robinson’ın dediği gibi, “geç faşizm” olarak adlandırılan bu form, Trump gibi figürlerle zirveye çıkıyor; eski faşizmden farklı olarak, paramiliter ordular yerine medya ve algoritmalar kullanıyor. Wikipedia’ya göre, neo-faşizm ultranasyonalizm, ırk üstünlüğü, popülizm ve anti-göçmenlik üzerine kurulu – tam da bugünün “beyaz soykırımı” yalanlarıyla dolu X paylaşımlarında gördüğümüz gibi. Britannica, Fransa’daki Ulusal Cephe (Le Pen ailesi) ve Rusya’daki Liberal Demokrat Parti’yi (Zhirinovsky) klasik örnekler olarak gösteriyor; bunlar, “göçmenler suçlu” diye bağırarak -burjuva- demokrasiyi kemiriyor. Ama 2025’te, bu ideoloji iktidar koltuklarına yapışmış: Trump’ın ikinci dönemi, Project 2025 ile neo-faşizmin manifestosu gibi – devlet kapitalizmini Hıristiyan milliyetçiliğiyle harmanlıyor, işçileri ezerken oligarkları koruyor. Medium’da Paolo Molignini, 2025’i “neo-faşizmin doğum yılı” ilan ediyor; Trump’ın otoriter drift’i, trans haklarını Nazi raid’leriyle eşleştirerek korku salıyor.
ABD’de Trumpizm, neo-faşizmin laboratuvarı gibi. Project 2025, Heritage Vakfı’nın blueprint’iyle, federal bürokrasiyi tasfiye etmeyi, sendikaları yok etmeyi ve “beyaz Hristiyan Amerika”yı dayatmayı hedefliyor – Elon Musk ve Peter Thiel gibi tech-libertaryenler finanse ediyor. X’te, “beyazlar yok oluyor” propagandası viral: Wall Street Apes’in paylaştığı istatistikler (100 yıl önce %35’ten bugün %8’e düşüş), Musk tarafından retweet’lenerek “beyaz soykırımı” mitini yayıyor. Bu, faşist kitle mobilizasyonu: Göçmenleri, LGBTQ+’yı suçla, proletaryayı böl. Devrimci teori burada net: Bu, burjuvazinin sınıf savaşını kimlik dalaşı kulvarına hapsetme çabası ama işçiler birleştiğinde, bu hapishane duvarları yıkılır.
Avrupa’da da, neo-faşizm hızla geliştiriliyor. İtalya’da Giorgia Meloni’nin hükümeti, Mussolini’yi “vatansever” diye övüyor; Forza Nuova gibi neo-faşist gruplar sendika binalarını basıyor, göçmenleri “büyük yedekleme” yalanıyla hedef alıyor. Macaristan’da Viktor Orbán, medyayı ele geçirip NGO’ları ezerken, “illiberal demokrasi” diye pazarlıyor – AB fonlarını kesme tehdidiyle bile direniyor. Almanya’da AfD, eyalet seçimlerinde %30’lara vuruyor; “göçmenleri sınır dışı” vaadiyle, neo-Nazi köklerini gizliyor. Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal Cephe’si, seçimlerde yükselirken, “milli tercih” diye ırkçı politikaları normalleştiriyor – X’te, Le Pen’in 5 yıl adaylık yasağı tartışılıyor, demokrasiyi boğan bir sansür dalgası. Romanya’da seçimler iptal edildi, kazanan aday hapsedildi; Slovakya’da savaş karşıtı Başbakan Fico’ya suikast girişiminde bulunuldu, muhalefet yargı sopasıyla eziliyor. Yunanistan’da, neo-Nazi Altın Şafak’ın mirasçısı Thanos Plevris, göç bakanı oldu; Türk bayraklarını yakıp “Yunan ırkı saflığı” diye bağırıyor. Bu örnekler, CADTM’nin dediği gibi, neo-faşizmin “militan popüler taban” mobilizasyonu: Eski faşizm paramiliterdi, yenisi Telegram’da “aktif kulüpler”le – Guardian’a göre, ABD’den Avustralya’ya beyaz üstünlüğü ağı kuruyorlar, Christchurch katilini bile koruyorlar.
Güney Amerika ve Asya’da da alevler yükseliyor. Arjantin’de Javier Milei, “bürokrasiyi zincir testereyle kesme” vaadiyle neoliberal faşizmi getiriyor – sosyal yardımları yok ederken, burjuvaziyi koruyor. Hindistan’da Narendra Modi, Hindu milliyetçiliğiyle Müslümanları şeytanlaştırıyor; İsrail’le ittifak kuruyor, Gazze soykırımını destekliyor. Türkiye’de ise, Erdoğan’ın rejimi neo-faşizmin yerel versiyonu: Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), ülkücü kökleriyle faşist mirası bir biçimiyle sürdürüyor, AKP-MHP neoliberal krizi “dış düşman, savaş ve darbe tehdidi” vb yalanlarıyla örtüyor. AKP-MHP iktidarı “neo-faşizmin Türkiye versiyonu” olarak tanımlanıyor; lider kültü, iç savaş retoriğiyle proletaryayı bölüyor. Kapitalizmin 2008 krizi, dünya genelinde otoriterliği kalıcı kılıyor.
Otokrasi ve neo-faşizm, kapitalizmin son kaleleri: Bugünlerde sömürüyü ve zorbalığı “milli birlik” yalanıyla gizliyorlar, ama çelişki derin. Çelişki sınıfsal! Çelişki yaşamın her alanında hissedilir ve milyonlarca insan için acının ve mutsuzluğun kaynağı! Bu çelişkinin kızgın yanlarından tutan Komünistler; işçileri, gençleri, kadınları, göçmenleri, ezilenleri birleştiğinde kurtuluş meşalesi yanacak! Bugün tüm çaba kurtuluş umudunu büyütmek ve yaymak, uyuyanları uyandırmak, ulaşabildiğimiz herkesi tek tek sarsmak, örgütlülüğün yaşamsal önemini kavratmak üzeredir. Dünya tarihinde genellikle zorbalar ve zalimler gücü elinde bulundurmuştur ancak unutmayalım ki tarihin her kesitinde gidişatı değiştiren, dünyanın kaderini değiştiren ezilenlerin haklı ve meşru direnişleri, büyük fedakarlıklar ve can pahasına yürüttükleri savaşlar olmuştur.



