1. Haberler
  2. Siyaset
  3. Abdullah Öcalan’ın PKK Kongresine Gönderdiği Perspektifin Tam Metni

Abdullah Öcalan’ın PKK Kongresine Gönderdiği Perspektifin Tam Metni

Abdullah Öcalan’ın 'Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nın ardından PKK, 5-7 Mayıs tarihlerinde 12. Kongresi’ni toplayarak, fesih ve silahlı mücadeleyi sonlandırma kararı almıştı. Abdullah Öcalan, PKK’nin 12. Kongresi için 2 ayrı belge hazırlayarak sunduğu iddia ediliyordu. Serxwebûn gazetesi, 521’inci ve son sayısında Abdullah Öcalan’ın 25 Nisan’da kaleme aldığı 21 sayfalık belgeyi yayınladı.

featured

İSTANBUL – Abdullah Öcalan, giriş ve 7 ana başlıktan oluşan ‘ön perspektif belgesinde’, yeni döneme ilişkin teorik-politik-tarihsel-programatik görüşlerini ortaya koyuyor.

“Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak” başlığı ile sunulan belgenin tamamı şöyle:

GİRİŞ

Oturumumuz bir ön konferans gibi gözüküyor. Çalışmamıza şöyle bir başlık atmak istiyorum.

‘Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni dönemin eşiğinde olmak.’ 

Bu çok zorlu ve tarihi bir çalışma olacak. Yeniden yapılanmaya doğru giderken sorunu farklı başlıklarda ele almaya ihtiyaç var. Bu başlıkların her biri derinlikli analizler gerektirir. Zaman alacaktır. Aceleye getirmemiz de doğru olmaz. Bununla birlikte ‘giriş’ ana metnin ruhunu verir. Ana başlıklarda bir kavrayış yaratmaya yeterli olur. Girişi bu formatla ele alacağız. Arkadaşlar da bu taslağa dayanarak kongre süreçlerini ele alabilirler. Çünkü çalışmanın tamamı bir ayı bulabilir. Bu da süreci geciktirebilir, sıkıntıya sokabilir. 

Kürtlerde varlık bilinci ve farkındalık konusuyla başlamak istiyorum. Hani o meşhur ‘Kürtler var mı yok mu?’ Varlarsa ne kadar var olabildiler? Ve daha da önemlisi varoluş ile özgürlük ne kadar iç içedir ve birbirlerini ne kadar olanaklı kılarlar?’ yaklaşımları vardı. Bunun için daha yakın bir geçmişe bakış atalım. Örneğin geleneksel Kürtlükle son etkili iki kalkışma yani iki ayaklanmanın sembol önderleri Şeyh Sait ve Seyit Rıza’nın idam sehpasındaki son sözlerini nasıl yorumlayabiliriz? Bunu biraz açabilirim. Bu geleneksel Kürtlüğün yok edildiğini ifade ediyor. Bu sözlerin anlamı bu. Geleneksel Kürtlük demek geleneksel Kürt varlığı demektir. Ve o Kürt varlığının son iki önderi idam sehpasında bitişi ifade etmişlerdir ve bir miras bir anı bırakmışlardır. Neydi Şeyh Sait’in sözleri: “Hani savcı bey vaat etmiştin, birlikte bir ziyafet çekecektik. Kuzulu muzulu ne oldu?” diye bir soru soruyor. Bu dini gaflettir, çünkü dindar bir Nakşi şeyhidir. Aslında hazin bir trajik yanılgının ifadesi oluyor, o sığındığı ideolojinin ne kadar yanıldığını ortaya koyuyor, bunu yüzüne vuruyor. 

Seyit Rıza’nın da işte benzeri, “Ben sizinle baş edemedim, bu bana ders olsun; ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun” sözü daha anlamlı bir sözdür. Bu söz hem kandırılmayı ifade ediyor. Hem de son anda teslimiyeti dayatmışlar, “teslim ol idamdan kurtul.” “Hayır, teslim olmam bu da size dert olsun” diyor. Gerçekten dert kaynağı olarak bırakıyor Dersim’i… Bunu ifade ediyor. Sonuçta iki gelenek de hem Nakşi geleneği hem Alevi geleneği ya da Sünni-Alevi geleneği; aslında her ikisi de uydurma. Kapitalist modernite, ulus devletçilik ideolojik olarak gelişirken, Kürt inkarı temelini bu iki kavramla atıyorlar. 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlangıcında böyle bir uydurma Alevilik inşa ediliyor. Bu iki aldatmacayla bir Kürt geleneksel varlığı yok ediliyor aslında, özü bu ama hala izleri çok çarpıcı. Hem Bingöl hem Dersim somutunda yaşanıyor. Ve bu önderler aslında bunu ifade etmiş oluyorlar, idam sehpasında olması çok önemli. Bir ölü gerçekliği ifade ediyor, hasta değil, yaralı da değil, ölü bir gerçeklik.

Bununla bağlantılı bir ara dönemi Kadı Muhammed, Mustafa Barzani, Kasımlo, Celal Talabani şahsında yaşanan bir ara dönem. İşte bu dönem hangi gerçekliği ifade ediyor? Evet, bir gerçekliği ifade ediyor. Bildiğimiz geleneksel feodal diyoruz, geçiş diyoruz, oradan bize kadar gelen içinde yarı burjuva yarı aristokrat kişilikler. Burjuva diye kastettiğimiz 2. Dünya savaşından sonra ve günümüzde halen varlığını sürdüren bir dönem yani aslında İslam’daki kapitalistleşme, burjuvalaşma… Böyle bir dönem yaşandı mı, yaşanabilir mi? Ama var. Böyle bir kapitalizmi, milliyetçi bir varlık ve milliyetçiliğin temeli bir bilinç var. Temsilcilerden belli. Zaten Kadı Muhammed’in bir devlet olma geleneği var. Barzani’nin hala bir devlet olma deneyimi yaşanıyor. Buna Talabani de ortak. Ama döneme damgasını vuran bir Kürt ulus-devlet henüz yok veya ne kadar çabalansa da şüpheli. Olsa da ne kadar yerel bir olgu, son derece tartışmalı ve en önemlisi de bu son Kürt federe devlet olayı bize karşı çıkartıldı. Bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin olmazsa olmaz destekleri temelinde gelişti, aslında bir varyant oluşum. 92’den itibaren devrimci hareketi tasfiyenin bir aracı olarak öne sürüldü. Önce Federe Parlamento sonra diğer organlar. İşte silahlı kuvvetler teslim olmamız için o bildirileri bunların yardımıyla atıyorlar, çok çarpıcı bir gerçekliktir. Bu ara bir dönem… Yani Kürt milliyetçiliği, Kürt sermayesi, biz ilkel komprador burjuvazi diyoruz, bazıları daha gelişmiş olabilirler, Diyarbakır merkezli, Erbil merkezli, Süleymaniye merkezli hatta Mahabat merkezli. Ama bana göre bunlar son derece geçici yapay karşı devrim öğeleri olarak, tasfiye aracı olarak dayatılan aygıtlar oluşumu. Hem ideolojik içeriği böyle hem pratikleşmesi böyle. 

Bir de aranın arası bir dönemden bahsediyoruz. Aranın arası dönem bize kadar gelecek olan dönemdir. Bunun temsilcileri veya ifade edicileri olarak işte Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak, Süleyman Mouni kardeşler hatta Siraç’ı da dahil ettim, edebiyatta Cigerxwîn, müzikte de Aram Tigran. Bunları nasıl anlamlandırmalıyız. Bunlara yurtsever diyoruz. Kimilerine sosyalist de diyoruz. Modern hepsi, dürüst yani bir işbirlikçilik yaptıkları yok. Karşı güçlerin iradesi değiller, aygıtı değiller, sesi değiller. Ama çok bireysel kalmışlar, çoğu bu işbirlikçiler tarafından imha olmuş. Kendilerini anlamlandırmakta güçlük çekmişler, yaşatmakta güçlük çekmişler ve hepsi komploya kurban gitmişler, en önemlisi de sürgünde ölmüşler. Bir sürgün gerçeklikleri var. Ama tabi bizi de biraz etkilemişler. Yani nereden bakarsan bak bizim protolarımız bunlar. Benim kendi açımdan da söylüyorum, bunlar proto Apocu bir gerçeklik olarak gözüküyorlar. Bu aranın arası döneme böyle bir anlam biçmek istedim.

Daha sonra girişimizin bizimle ilgili olan kısmı, 20. yüzyılın sonu ile 21. yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vuran kendi gerçekliğimden bahsediyorum. Bir Apo gerçekliği var bu açık, ne inkar edilebilir, ne de abartılabilir. Tabi bu Apo gerçekliği veya hakikati nasıl yorumlanmalı. Hayal ve gerçeklik olarak neyi ifade eder? 

‘APO DÖNEMİ’ Önderliksel karakteri itibariyle çok az anlaşıldı. Anlaşılmıyor. Önderlik Gerçeği diyorsunuz ama nedir bu gerçeklik, anlamıyorsunuz. Halk dağılmış, felç edilmiş, anlama gücü yok. Kadro donanımsız. Elli yıldır Kürtlerin şaşkınlığı Mesihçiliği bu gerçeklikle bağlıdır. PKK’de Önderliksel gerçekleşme Kürt tarihinde bir dönüm noktasıdır. En az Kürt uyanışı diriliş devrimi kadar önemlidir. Apo gökten inen bir mesih değil; emekle, toplumsal gerçekleşmeyle kendisini yaratan bir Önderliktir. Kürt-Kürdistan tarihinde sosyalist önderliğin inşasıdır. Apo bir önderlik inşası bir kişi kültü inşası değil, kolektif önderlik inşasıdır.

Önderliksel çıkış sürecinde Kürtlük dağılmış, geleneksel önderlikler iflas etmiş, Kürt düşünceden düşürülmüştü. Böyle bir ortamda gelişmiş olmasına mucizevi anlamlar yüklenmiş olması anlaşılırdır. Fakat artık yeter! 50 yıldır doğru anlaşılmayı bekliyorum. Anlatıyorum, anlatıyorum sonra yine anlatıyorum. PKK’de Önderlik gerçeğini anlamamak, PKK’yi anlamamak, özgür Kürt’ü, Kürdistan’ı anlamamak demektir. Gerilikte ısrar etmek demektir. Bunun için gelişmiyor, Önderleşmiyorsunuz. Sizi Önderlik gerçeğinin bir parçası haline getirmek için 50 yıldır amansız bir emek ve mücadele içindeyim. 

Önderlik gerçeğini doğru anlamadan, kendini gerçekliğe yatırmadan bırakın topluma öncülük etmeyi, kendiniz yürüyemezsiniz. Nitekim kendinizi dahi taşıyamıyorsunuz. Muazzam bir söylem ve eylem gücüm var. Bunları size sunuyorum, zorla vermeye çalışıyorum, yine almıyorsunuz. Kendinizi bir çözümsüzlük olarak dayatmakta ısrar ediyorsunuz. Neden? Bu önemli tabi çünkü ciddi bir iş. Şu anda Apo gerçeği hem bir süren durum olarak hem de an olarak tarihe damgasını vurmuş ve öyle gidiyor. Ve geldik işte PKK’deki açmaza ve buna bir çözüm bulmaya; yani bu fesih meselesine. Şu an hala her an yaşadığım durum…. Evet, burada bir anın tekrarı var, yaratım değeri fazla yok, bir sıçrama yapmak gerekiyor. Bir eşik atlamak gerekiyor. Tuhaftır, bizim tarafımızdan değil, bizzat benimle amansız ve her an idamım için her şeyi yapan bir Türk, dönemin Türk duyarlılığının partileşmiş hatta proto parti devletin en yetkili sesi ve eli olarak Devlet Bahçeli açtı bu yeni dönemi. Yani bizimle amansız savaş önderi olarak Bahçeli, DEM heyetine bunu bizzat söylüyor. “Ben bütün ömrümü buna adamıştım ama şimdi yeni bir dönemi başlatmak istiyorum.” Bu da bana göre, bu Barış ve Demokratik Toplum çözümüne açık bir çağrı ifadesidir. Hem bir barış çağrısı hem tutarlı hem de demokratik çözüm içeriği olan bir barış çağrısı. Gelişmeler biraz bunu da gösteriyor. Ve buradan çıkartacağımız tek sonuç, “ancak savaşanlar barışabilir.” Yani ikincil üçüncü güçler değil de ara güçler müttefikler değil de bizzat savaşın sorumluluğunu taşıyanlar ancak barışın sorumluluğunu üstlenebilir. Çünkü barış en az savaş kadar ciddi bir olay. Ve böyle ciddi bir olayın sorumluluğunu da onun bir numaralı taşıyıcıları sahiplenebilir. Dolayısıyla gerçekçi, bu savaşı devlet yürütüyor. Bir barış denemesi olarak yeni bir başlangıca dönüştürme gereği duyuyorum. Bu seslendirildi son altı ayda. Biz de isabetli olarak bu elin havada boş bırakılmaması, bu sese karşı duyarsızlık gösterilmemesi gerektiğine kani olarak anında yanıt verdik. Ki bu savaşımın bir numaralı sorumlusu, yürütücüsü olarak sorumluluk duyduk ve yanıtı da gecikmeksizin verdik. Bu da kamuoyu ile paylaşılmıştır. İfadesi de şöyledir; savaşanlar ancak barışı gerçekleştirir. Diğer muhatapların barışı gerçekleştirme gücü olamaz. İkincildir ya da yardımcıdır. Esas inisiyatif bu işin öncülüğünü yapanlardır. Böyle bir rotaya girdi, bu da bana göre sağlıklı bir yöntemdir. Bu yöntem temelinde başlangıcı biraz daha boyutlandırdık ve devlet denetiminde bu toplantımızla programını hazırlıyoruz. Nasıl bir demokratik toplum bunun yoğun çabası içindeyiz. Bu eşikten atlamak istiyoruz. Nedir bu, savaş ve ayrılıkçı çatışma sürecinden barış ve demokratik bütünleşme, Türkiye cumhuriyetiyle özellikle. Diğer devletlerle ise Irak, İran, Suriye devletleri içinde benzer süreçler devreye girecektir. Türkiye’nin inisiyatifinde olması da bana göre hem aklın gereği hem gerçekliğin ifadesi oluyor. Öyle olması gerekiyor, öyle oluyor. Dolayısıyla bu atılan adım oldukça ciddiye alınabilecek bir adım. Her ne kadar belli bir zorlanmaya uğrasa da doğru bir adıma benziyor. Atlanacak mı bu eşik, tamamen yaratıcı çabalar bunu mümkün kılabilecek. Bu temelde yeni dönemi yedi ana başlık halinde sunmayı deniyorum. Bu yedi ana başlığı neden seçtim, nasıl seçtim? Tartışıyoruz. 

1- DOĞA VE ANLAM 

Belki çok az akla gelebilecek Doğa ve Anlam veya Doğanın Diyalektiği ile başlamak istedim. Ne ifade edilmek isteniyor bununla. Biraz daha açmaya çalışayım. Anlam bir ilişkiselliğe ve paylaşıma işaret eder. Karakteristik olarak ortaklaşmacı, toplumsal bir kavramdır. Anlam her şeyden önce bir şeyin anlamıdır. Varlıktan bağımsız bir anlamdan söz edilemez. Peki, anlam nasıl oluşur? İnsan doğayı dinleyerek anlam gücünü geliştirir. İlk öğrenme tarzının mimetik olması bundandır. İnsan doğayı dinleyerek doğadan dönüştürür.

Toplumsal tarih boyunca doğayı dinleyerek öğrenme yöntemi giderek zayıflamıştır. Çünkü simgesel dil ve analitik zihin geliştikçe insan doğayı kendi kavramları ile tanımlamıştır ki, insanın doğaya yabancılaşması sonucunu doğurmuştur ve bu yabancılaşma kapitalist modernite sürecinde zirveleşmiştir. Her dönemin hakim düşüncesi, o dönemin hakikati oluyor. Yani bir dönemin hakim düşüncesi varsa, o dönemin hakikati olarak kabul ediliyor. Bir gerçeklik var onun bir ifadesi var ve o ifade de bir düşünceyi ya da hayali ifade ediyor. Mesela mitik düşüncenin hakim olduğu o döneme mitik dönem diyoruz. Yani tamamen hayallerle ifade edilen bir dönem. İnsanlığın yaşadığı en uzun dönem. Milyonlarca yıl bir mitik dönem yaşandı. Hatta mimetik yanı ağır basan, hayvanların o taklitçi sezgileriyle içiçedir… Bu milyonlarca yıla mimetik dönem diyoruz. Mimetik ardı sıra mitik düşünce gelişti. O büyük ölçüde neolitik, yukarı neolitik, mezolotik, dönem hakikatidir. Toplumsal karşılığı klan kabile toplumudur. Bitki ve hayvanların evcilleşmesi denilen aslında bir yeni kültür bir yeni yaşam biçiminin ilk defa yaşandığı bir dönemin ifadesi oluyor. Mimetik yani hayvan sezgilerini aşan bir düşüncedir mitik düşünce. Tamamen hayallerle ifade ediliyor. İnsanda bir sembolik düşünce gelişiyor. Hayvandan düşünce bağlamında bir ayrışma var, simgesel düşünce sadece insana özgü bir düşünse. İnsan hayvandan simgesel düşünce ile ayrışır. Mimetik düşüncede sembolizm yoktur, taklit vardır. Taklit bir düşünce midir değil midir, tartışılır. Hayvanda zihin olabilir ama o düşünce durumu değil. Mitik dönemin düşüncesi bu anlamda simgeseldir. Mitik dönemin düşünce dünyası masallardır, biraz ötesinde tek tanrılı din dediğimiz veya ona benzer bir dinsel düşünce var. Aşağı yukarı günümüze kadar bir dini düşünce dini anlamlandırma aşaması söz konusu. İkisi de Ortadoğu insanlığın beşiği dediğimiz bugünkü Yukarı Mezopotamya kaynaklıdır. Hem mitik ve hem dinsel düşüncelerin beşiği bu Dicle -Fırat vadileridir.

Mitler toplumsallaşmanın gerektirdiği anlam örüntüleridir. Toplumsal yaşamın maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılayan bir imgelem olarak toplum kurucu rol oynarlar. Bu yönüyle klan toplumsallaşmanın zihin gücü hakikati oluşturucudur. Büyük ekolojik döngü, yaklaşık 15 bin yıl önce sona eriyor. Orda yeni bir iklimsel dönem başlıyor. Bu, neolitiği imkan dahiline sokuyor ve yeni bir dönem başlıyor. İnsan varlığı da burada önce dili icat ediyor, simgesel düşünceyi kabul ediyor. Uygarlığa, devlete sıçrama yapıyor. 

Bu dönemin düşüncesi doğayı ifade eder mi, doğa için biçtiği anlam var mı? Aslında var gibi gözüküyor. Örnek olarak İslam’ı alırsak her şeyin bağlandığı bir Allah kavramı var. Allah işte evreni kuşatan, an be an her şeye hükmeden, an be an her şeyi yaratan varlık olarak Allah’ın tanımı yapılır. Hatta tanımlanmazlığı ifade edilir. Bir imandır, ifade edilemez diye sunulur. İslam demek bu demektir. Aslında bu bir aşamadır ve bu çok çarpıcı bir aşamadır insanlık tarihinde. İslam’ın bu kadar etkili olmasının nedeni de budur. Felsefe ile mitolojik düşünce arası bir düşüncedir İslam. İslami düşünce ne tam felsefedir ne tam mitik düşüncedir. İkisine de şiddetle karşıdır, Gazali’de ifadesini bu bulur. Eğer bir ekol olarak bahsedeceksek, ki hakim ekoldür Gazali, bir yandan Avrupa’da zafere giden bilime yol açan felsefeye kapıları kapatır. Diğer yandan kelamı geliştirir, ama kelam demek felsefe demek değil. Diğer yandan mitolojik çağı da kapatır. Ve böyle yepyeni bir İslam çağı doğar. Çok etkilidir. Çağa damgasını vurmuştur. Hem Hristiyanlığı hem Tevrat’ı hem Hint-Çin dinlerini geriletmiş kendisine bir alan açmıştır. Neden? Çünkü önemli bir aşamadır. Felsefe ile mitoloji arasındaki dönem olmazsa olmaz bir dönemdir, ona bir peygamber gerekiyor. Hz. Muhammed de onu ifade ediyor. Hani Allah’ın 99 sıfatı var denir ya. 99 sıfat öteki olarak anlam bulan her şeydir. Evren felsefedir aslında. Bunun ön aşamasıydı. 99 sıfat bir felsefedir. Bir programdır. Modernitenin felsefi öncülü, bilim felsefesinin öncülü. Bundan ötürü çok etkilidir. Hıristiyanlığa göre. Fakat açmazı da kendi içinde, çünkü kendi içinde modern felsefeye geçişin kapısını kapatmış. Meşhur İbni Rüşt ve Gazali çatışması biliniyor. Batı Gazali’yi, mahkum ederken, batı düşüncesi İbni Rüştü esas alır ve geliştirir. Bildiğimiz felsefi ve bilimsel devrimi yapar, İslam ise ona tamamen kapalı kalır. Ve batı üstünlüğü batı yükselişi başlar. İslam ile mitik düşüncede ve hatta Tevrat dini olarak (ki buna Museviler diyoruz) ondan daha çok hakikati ifade eder ama çok ısrarcı olduğu için gerek Hıristiyanlıktaki yeni açılımlar gerek mitolojideki katı inanç yaklaşımı iki yönlü bir baskı yaratır. Kapalılık İslam’ı müthiş tutucu güç haline getirir. 15. Ve 16. Yüzyıllar tutuculuğun zirve yaptığı yıllardır. 9-10. yüzyıllar İslam’da bir Rönesans dönemidir, bir rönesanstır, bütün dünyayı etkiler. Ama 15. 16. Yüzyılların muazzam bir tutuculaşma dönemidir ve fiilen İslam biter. Bunun somut ifadesi Safavilerde, Babur Hindistan’ında ve İstanbul merkezli Osmanlılarda büyük bir tutuculuk başlar ve o tutuculuk zaten bir yüz yıl sonra 17. ve 18. yüzyıllarda ömrünü tamamlar. Bana göre İslam 18. yüzyıllarda da bitmiştir. Hayatiyeti kalmamıştır, ondan sonra istismar edilmiştir. İngilizler bu İslam’ı istismar eder ve bildiğimiz o cihan egemenliğine, küçük bir adadan küresel bir hegemonyaya ulaşırlar. Bu İslam’daki tutuculukla bağlantılıdır. Bunu niye belirtiyorum. Buna biraz da Hıristiyanlık dahil ettim. Çünkü Hıristiyanlıkta batı üstünlüğü başladı. Hıristiyanlıkta yaşanan o reformasyon İslam’da olmadı.

Şiilik bunu denedi yapamadı. Batıda reformasyondan aydınlanmaya geçildi. Rönesans da bununla bağlantılı, Reform, Rönesans, aydınlanma batının zihinsel üstünlüğünü mümkün kıldı, başarılı kıldı. İşte 18. Yüzyılda Fransız Devrimi, İngiliz Sanayi Devrimi, Fransız Politik Devrimi bildiğimiz küresel çağda 19. Yüzyılda zirve yaptı. 20. Yüzyılda bu zirveyi sürdürdü şimdi yepyeni bir aşamaya geçiliyor. Neden bunları belirtiyorum? Hani geçmişi doğru yorumlayamazsak geçmiş veya gelenek doğru anlamlandırılamazsa günümüzü anlayamayız, günümüzü anlamadıktan sonra zaten gelecek anlamlandırılamaz. İslam hele Kemalizm her ne kadar pozitivist düşünceyi egemen kılmanın adıysa da şu anda muhafazakar düşünce İslam’ı hakim kılmaya çalışıyor. Batıda pozitivizm aşılırken Türkiye’de muazzam bir tutuculuğa dönüştü. İslam’ın esamesi okunmuyor. İşte beş milyonluk İsrail karşısında 300 milyonluk Arap İslam’ı nefes bile alamıyor. İslam bundan sorumlu tabi. Bunlara rağmen hala biz İslamcılık taslıyorsak burada bir bit yeniği var. Bunu doğru anlamak için bunları belirtiyorum. Hatta Hıristiyanlık mı egemen Müslümanlık mı gibi bir soru var. Yüzde 99 Hıristiyan egemendir. Bunları doğru ifade etmek gerekiyor, gerisi dilenciliktir. Batının kavramlarıyla batıya karşı İslam’ı savunuyorlar. Böyle İslam savunması olmaz. Batı felsefede, bilimde, teknikte olağanüstü üstün, sen onun kalıntılarından, kenarından köşesinden yararlanmak istiyorsun. Ve bunu da dilencilik biçiminde yapıyorsun. Bunun çok başarı şansı olmadığı, son Gazze olayında ortaya çıktı. Saldırı yapıyor İsrail’e. Senin saldırı yaptığın İsrail dünya hegemonu. Sonra da ona karşı BM, AB bilmem insan hakları komisyonundan yardım diliyor. Yardım dilediğin kurumlar İsrail’in damgasını vurduğu kurumlardır. İsrail’i hakiki düşman ilan etmişsen o kurumlardan dilencilik yapmayacaksın. Tutarlı isen, milleti aldatmak istemiyorsan, yapma. O hegemon güçtür. Ya hegemona boyun eğersin ya hakiki bir savaş yürütürsün. Bu Türkiye’de yapılmadığı için düşünceler karma karışık ve yine sermaye vurgun yaparak kendini katlayarak, bu çatışmadan egemenliğini güçlendiriyor. Buna dikkat çekmek için ben bu bölümü açtım. Bunu anlamak tabi günümüzü doğru anlamakla bağlantılı. Bu aydınlatıcı oluyor, sanırım bunu fazla açmaya gerek yok. 

2- TOPLUMSAL DOĞA VE SORUNSALLIK

Doğa ve anlam, felsefi düşünceyi biraz güçlendirmek için bazıları merak edebilir. Bu merak haklı bir merak, çünkü bilim merakla başlar. Bu merakı doyurmak ona bir yol açmak için de bana göre öteki olarak veya doğanın diyalektiği gibi bir felsefi düşünceye ihtiyaç var. İşte bu bilimin bütün ortaya serdikleri, fizik, kimya, biyoloji bağlamında ne varsa aynı şey felsefe adına hatta mitoloji adına serilen ne kadar düşünce varsa onları süzerek bir sonuç çıkarmak ihtiyacı duydum. Spekülatif bir düşüncedir, öyle mutlak doğrudur demiyorum. Doğa öteki gerçekliği anlaşılmaya değer. Evren de diyebiliriz buna. Hala anlaşılmayan birkaç husus var. Büyük patlama deniliyor. Bu büyük patlama nedir, büyük patlamanın öncesi ne vardı? Büyük patlamayla evren 13 milyar yıllık bir gelişme diyorlar. Bu pek akla yatkın gelmiyor. Giderek fizik bilimi temelinde art alan ışıması diye bir düşünce geliştiriliyor. Patlama sırası veya patlama öncesi… Doğal olarak insanın aklına gelir, bu patlama öncesinde bir evren var mıydı yok muydu? Bu patlama bir iğne ucunun milyar katı kadar küçük bir varlıktan başlıyor bugünkü evren oluşuyor.

Şimdi bizim galaksimiz Samanyolu’nun 200-300 milyar yıldızı var. Her yıldızın etrafında onlarca gezegen. Ve bir de milyarlarca galaksi. Bunun bir iğne ucundan doğması açıklama gerektirir. Bilim buna kuantum fiziği ile yanıt bulmaya çalışıyor. İşte kesintisizlik ilkesi ‘hem de’ mantığı böyle. Bütün bunlarla şu var. O kaba materyalizm dönemi yaşandı. O materyalizm iyi ki aşıldı. Evren hiç de öyle söyledikleri gibi değilmiş. İşte o güneş merkezli evren teorisi, daha sonra samanyolu, şu anda kara delik etrafında bir de kara madde var, karanlık enerji… Şimdi bu kavramlar daha da çoğalacak. Parçacıklar işte en küçük parça atom dendi, sonra baktılar atomun birçok parçacığı var, elektronla, protonla, nötronla izah ediliyor. Onların da parçacığın parçacığı var. Bir Tanrı Parçacığı çıktı. Velhasıl bu böyle gidiyor.

Niye bunu söylüyorum. Demek ki materyalist açıdan da idealist açıdan da henüz katı gerçekler yok. Yüzde yüz o doğru, yüzde yüz bu doğru yok. Belli ki insan zihninde bir gelişme var bir patlama var. Hakikat arayışı devam edecek. Bu iyi bir şeydir, hakikat arayışına insan zihninin açık olması umut veriyor en azından. Hem özgürlüğe umut veriyor hem yaşama umut veriyor. Özgür yaşama… Onu geliştirmek bana göre doğru bir şey. Hatta böyle bir düşünce tarzı bizi toplumsal doğanın izahına götürür. Biliyorsunuz işte ikinci başlıkta bunu ifade etmek istiyorum.

Genelde doğa ve anlam konusunda benim şöyle bir değerlendirmem var. Hegel de bununla çok uğraşmış. Hegel anlamı doğanın kendisinde bulur. Geist dediği evrensel ruh, evrensel tin aslında beynin dışında bir gerçeklik. Varlık da bir gerçekliktir. Anlam varlığın içindedir. İnsan beyni tarafından üretilmiyor. Bir nevi idealizm de denir buna. Hegel idealizmi diyorlar. Bir gerçeklik payı da yok değil. Marks bunun tam tersini ifade eder. Yansıma olarak ifade eder düşünceyi. Zaman insan beyninde olup biten bir şeydir. Bunu dışa yansıtır ve düşünce olur. Biraz buna terstir. Anlamın kendisi doğadadır. Burada bir felsefi tartışma var devam ediyor. Bu tartışmaların devam etmesi iyi bir şeydir. Materyalizm ya da idealizm diye dondurmak doğru değildir. Bu ikilem yanlışa götürür, götürüyor. Dolayısıyla diyalektik düşünce bunun aslında katı dogma haline gelmesini engelliyor.

Diyalektik düşünmenin faydası diyalektik adı üstünde ikilem anlamına geliyor. Ari dilinden geliyor. Diyalektikte 1’in anlam kazanması ikiye bağlıdır. İki biri akla getirir. Bunu düşünceye uyguladığımızda işte düşünce maddeyi gerekli kılar. Bu sürüp gider. Bu faydalı bir şey veya bir açık kapı bırakıyor. Diyalektik düşüncenin tersi metafiziktir. Metafizik bir düşünce biçimi ama diyalektik kadar başarılı değil. Diyalektik daha başarılı. Yalnız onu geliştirmek gerekiyor ve gelişiyor da. Demin söylediğimiz doğanın izah edilmesi bu biçimiyle diyalektik düşünce sayesinde olmuştur. 

Şimdi buradan hemen toplumsal doğa ve sorunsallık adlı başlığa geçiyorum. Evet, toplum da bir doğadır. Ama buna ikinci doğa diyorlar. Doğrudur. Bana göre de toplumsal doğa ile büyük farklılaşma var. En temel özelliği düşünce esnekliğidir. Doğadaki düşünselliği tartışmıyorum. Ama toplumsal doğa düşünce ile örülen bizzat insanın önce simgesel sonra bilimsel, felsefi, dini bütün düşüncelerini temeline yerleştirdiği bir doğadır. Toplumsal doğa bir taş değil, bir bitki değil, bir hayvan değil. Düşünce temelli oluyor. Toplumsal doğanın böyle bir farkı var. Toplum dedin mi hemen akla düşünce gelir. 

İşte Atina felsefesi toplum ile gelişti. İşte batı, bilimsel düşünce ile gelişti. Londra, Amsterdam ikilemi diyelim, bir Atina ve Isparta ikilemi, o da felsefe ile mesafeyi açtı. İslami düşünce en verimli dini düşünce olarak mesafe kaydetti. Bunların hepsi toplumun değişik aşamaları. İşte Sümer toplumu mitolojinin zirvesi, Sümer toplumu bu kadar ilkli kılan devletli toplumun beşiği olmasıdır. Ve yukarı Mezopotamya’da Dicle ve Fırat’ın olduğu mümbit verimli toprağın yarattığı mitsel bir düşüncedir ve orada zirve yapmıştır. Tanrı ve tanrıçalar dünyası çok çarpıcıdır ve buradan alınan kavramlar daha sonra geliştirilmiştir. Buradan alınan kavramlar kuranı üretmiştir. Kurandaki düşüncelerin büyük bir bölümü buradan alınmıştır. Atina felsefi düşüncesinin de büyük bir bölümü buradan alınmıştır. Kuzeyde, Avrupa o zaman vahşet döneminde. Atina, hem Medya’daki Zerdüşt felsefesini hem de Mısır’daki dini düşünceyi alır. Babil’e gelmeyen aydın yoktur. Hepsi Mısır’ı, Babil’i ve Medya’yı hatta Persepolis’i görmüşlerdir. Aldıklarını bir senteze dönüştürmüşlerdir. Demokrasi düşüncesi de buradan alınıyor aslında. Ve işte Grek ve Helen dediğimiz uygarlık adımı atılıyor. Bir de toplumsallık işte ilk çağ toplumu dediğimiz Marksizm’deki ‘toplumun barbarlık aşaması veya ilkel dönem’ denilen dönem ve ardı sıra kölelik kurumu gelişiyor. 

Şimdi buna geçmeden önce de bu toplumsallığın genel tanımını verdik. Ama bu nasıl gelişti? Biliyorsunuz, toplumsal gelişme Sümer mitolojisinde nasıl izah edilir? Dinde -ki üç tek tanrılı dinde de Adem babadan Havva anadan nasıl yaratıldığı açık yazılıyor. Hatta beş bin yıl diyor. Kendilerine göre bir tarih de veriyorlar. Tamamen dini inançla bağlantılı. Bilimsellik hatta Atina düşüncesi bunlarla arayı açtı. Dolayısıyla yeni bir toplumu yaratıp zirveye çıkardı. Kapitalizm aldı başını gidiyor. Batı kökenli düşünce hem hegemonik düşünce hem de maddeleşmiştir. Maddi bir güç haline gelmiştir. Ama bir nokta karanlıkta kalıyor. Nedir o? Bu toplumsal doğa nasıl oluştu? Ve kim oluşturdu? Toplum sadece bir araya gelen insanlardan müteşekkil bir oluş değildir. Toplum biraraya gelen insanların ürettiği ve etrafında ortaklaşarak kendilerini kolektivite üzerinden gerçekleştirdikleri bir değerler sistemidir. Tüm toplumsal oluş ve yapılanmaların kurucu, taşıyıcı, geliştirici unsuru anlamdır. Toplumun kendinden başka öznesi yoktur. Toplum oluşun öznesi de nesnesi de yine toplumun kendisidir. Ve bu oluş ucu açık bir karakter arz eder. Başka bir ifadeyle toplum kurulan, yıkılan ve yeniden kurulan bir fiil halidir. 

Nihayetinde bu toplumsal doğayı insan oluşturuyor. Toplumsal doğa insan türünün etrafında oluşan bir gerçekliktir. Hayvanlarda topluluk haline yaşar. O ayrı. Mimetik bir zihniyet olduğunu söyledik. İçgüdülerle, taktikle oluşan bir şey. Evet, insanda da içgüdü var. Taklitçi eğilim hayvandan kalmadır. Beyinin en alt tabakası hayvandan kalmadır. Küçük beyin dediğimiz o içgüdüden sorumludur mitik düşünce ama mimetik düşünceyi aşıyor. Onun da beyinde temsili orta beyin dediğimiz kısımdır. Onun sorumluluğunda insan insan oluyor. Mitik düşüncenin geliştiği insan aslında orta beyinle yaratılan insandır. Tabi bunlar hep iç içedir. Öyle bıçakla keser gibi basamak basamak yükselmez. Hepsi iç içe. Müthiş bir evren var. Peki, insan türünde kim ondan sorumlu olur? 

İşte burada kadın devreye giriyor. Daha da dikkat çeken bir şey erkeklik-dişiliğin nasıl meydana geldiğidir. Bu da tabi biraz kafa karıştırıyor. Ben fazla incelemedim. Ama bilebildiğim kadarıyla önceki varlıklar tek hücreyi biliyorsunuz, miyoz bölünme, her hücre sadece bölünüyor. Birden iki çıkıyor. Böyle bir çoğalma biçimi biliyoruz. Henüz ortada erkek dişi diye bir bölünme yok. Ve bu devam ediyor, milyonlarca yıl. 

En son tespit edebildiğimiz kadarıyla canlının ikiye bölünmesi dişil ve eril olarak 300 milyon yıl öncesine dayanıyor. Bunları felsefi olarak konuşuyoruz. Böyle bir dişil eril bölünme neden oldu? Doğanın diyalektiği dedik ya diyalektik bundan sorumlu. Her şey ikilemlidir. Enerjiden madde nasıl doğdu, parçacıklar nasıl farklılaştı? Evet, atomda da parçacıklar var parçacıklar olmasa atom zaten olmaz. Madde enerjiye nasıl dönüşür? Madde yani o görünen şeyler, yıldızlar maddeleşmiş enerjidir. Einstein’in formülü E=mc² enerjinin maddeye dönüşümü formülüdür. Formülün önemi burada konunun anlaşılmasını mümkün kılmasından geliyor. Dişil eril olayı da bunun bir uzantısıdır. Evrendeki gelişmeye aykırı bir şey değil. Onun bir uzantısı olarak bir dönem artık yavaş yavaş tek varlıkta ikilem yerine ayrı varlıklarda bir birleşme. Eril varlık türüyor, dişil varlık türüyor ve biri ikiye bölüyor ve ikiden tekrar bir birlik…. Giderek derinleşmiş bir eril derinleşmiş bir dişil varlık gelişiyor. 

Bu aşağı yukarı üç yüz milyon yıl öncedir. Hem bitkilerde böyle gelişmeler oluyor hem de hayvanlar aleminde. Bazı hayvanlar ısıyla bağlantılı olarak hem dişi oluyor hem de eril. Dolayısıyla bu katı bir şey değil, dönüşebilir, diyalektik bir gerçekliktir. LGBT biliyorsunuz büyük bir tartışma konusu. Hem eril hem dişil özelliklere (hermafrodit) sahip böyle çok sayıda kişi var. Hatta ameliyatla kendini ya erkek yapıyor ya dişi. Böyle ameliyatlar yaygın olarak gerçekleşiyor. Bunda dikkat çeken nokta dişi eril arası aşılmaz bir uçurum olmamasıdır. Tabi ki bunun felsefi sosyolojik yanı çok farklı. Bunun ahlaki boyutu var, topluma yansımış hali var. Bunlar diyalektik düşünce ile aşılabilir.

Burada kadının rolüne girmek istemiyorum. Eril dişil ayrımı mucizevi bir şey değil, doğanın diyalektiği gereği bir şey. Bir üstünlük arz etmiyor. Dişil olmak bir üstünlük değil veya eril olmak kutsallık değil. Bunlar özel bir sonuç çıkarılacak bir olay değil. Doğanın diyalektiği gereği bunlar olacak, oluyor. Nitekim biz buna farklılaşma dedik farklılaşma olmazsa yaşam olmaz. Yaşamın anlamı farklılaşmayla bağlantılı. İşte tek bir kişi hem nasıl dişil hem eril olacak? Yaşayamadıkları günümüzde belli. Hermafrodit adam hem eril hem dişil nasıl oluyor? Geleneksel ahlak bu kişileri mahkum ediyor. Ama bana göre bu bir sorundur. Operasyonlarla erkeklik yönü öne çıkabilir, kadınlık tercihi öne çıkabilir, ikisi de değerlidir diyelim. Doğa seni ikiye ayırsa bu ikiye ayrılmayı bir özgürlük imkanı, bir farklılık olarak göreceksin o farklılığın anlamı var. Dişilin de anlamı var erilin de. Toplumda da bu vücut bulmuştur, mühim olan bunları karşıt hala getirmemektir. Karşıt hale getirme işte sorunun başlangıcı oluyor. 

Şimdi toplumsal sorunsallık böyle başlıyor. Biri eril üstündür der, diğeri dişil der…. Böyle şeyler toplumsal doğada sorunsallık konularıdır. Dişil üstünlük evet arada gelişecek onu biraz anlatalım. Diğeri de karşı tez olarak yükseldi, üstün olan erildir dedi. Ve sonuçta korkunç felsefeler oluştu, büyük bir sorun oldu. Toplumsal sorunsallık uygarlık sonrasında devletle başlıyor demiştim. Ama şimdi öyle görünüyor ki devletle değil, çok daha öncesinde, 30 bin yıl önce gelişmiş. Ve sonuçta eril kadınla benzeşmeyecek olağanüstü bir yapılanma kadında ve erkekle sanki dağlar kadar farkı olan bir tip kişilik gelişti. Dikkat edilirse erkeklik kromozomları ile kadınlık kromozomları arasında küçücük bir fark var. Çok küçük bir farktır. Sonuçta düşünce dediğimiz şey insana özgüdür ve düşüncenin erkeği kadını yok. Düşünce bu ikilemleri tamamen aşan bir özelliktir, hatta siyasi alan, erkeğe özgü siyasi alan, kadına özgü siyasi alan saçmadır. Tamamen insana özgüdür siyaset alanı. Bunu daha da yaygınlaştırabiliriz. Ekonomiye, sanata, hatta dine kadının dini, erkeğin dini gibi ayrımlar yapıldı ama buna temel bir gerçekliktir diyemeyiz. Erkeğe özgü düşünce, kadına özgü düşünce bunlar kesinlikle sorunsallığı ifade eder. Hatta sorun bile değildir, sorunsallıkta çakılıp kalmadır. Hatta diyalektik düşüncenin inkarıdır. Feminizm kadına özgü düşünce, bunun karşıtı erkekliktir, erkeklikte de sadece erkekliğe dair düşünce iki tutucu alandır, katılaştırıyorlar aslında. Yani böyle bir katılık doğada yoktur, doğadaki diyalektik topluma yansır, toplumdaki diyalektik de yaşamı mümkün kılar, farklı yaşamı, yaşam farklıdır. Fark yaşamı ifade eder. Yaşam da farklılaşarak zenginleşir. Donmuş karşıt bir ikilem uçurum demektir. Bu uçurumda vuruşlar, aile cinayetlerinin altında da bu gerçeklik var. O cinayette şey edenin bakış açısında kadın donmuştur, kadın mutlak kadın, erkek mutlak erkek ama diyalektik bir düşünce akışı oldu mu birisi diğerine mutlaka ihanet eder. O onu vurur diğeri onu vurur. Buradan kaynaklanıyor sorunun temeli. Bu da dediğim gibi müthiş bir sorunsallık anlamına geliyor. Bunu aşmak gerekiyor.

Bu ana başlık altında sorunsallığı doğru koyduğuma inanıyorum. Biz devlet bağlamında kent-köy ayrımı dedik, sınıf ayrımına dayandırmak istedik, bu yetmiyor…. Var da böyle sınıftan kaynaklanan sorunsallık var, devlet komün sorunsallığı var, bunları işleyeceğim bunlar ciddi gerçekleşmeler esas sorunsallık toplumda eril dişil öğenin çatışmasıyla başlıyor. Eril dişil düşünce tutuculaşınca gözü görmez hale geldikçe kendini temel gerçeklik…. Önce bunu kadında görüyoruz. Kadın tanrıça çağı…. Aslında bunu bir çağ arkeolojik araştırmalarda bunu biraz gösterir. Son otuz bin yıldaki o tanrıça figürleri, böyle bir çağın yaşandığını gösterir. Bütün Avrasya’dan batı Avrupa’ya kadar Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar böyle bir dönemin yaşandığı tespit edilmiş. 

Peki, bu tanrıçalık ne anlama geliyor, kadın doğuran bir varlık artık bunu tartışmaya da gerek yok, doğum kadında gerçekleşir, insan türü olarak kadındaki doğru değişiktir, iyi anlamak gerekir, bütün incelemeler şunu gösterir, bitkilerin çoğalması kolay, ilk hücrenin bölünmesi kolay gerçekleşir, hayvanlardaki doğum biliyorsunuz, yavru doğar 24 saat içinde ayağa kalkar. Bütün hayvanlarda bu böyledir. Bazıları uzun bazıları kısa sürelidir ama kolay bir doğum, kolay bir büyüme, bırakırlar altı ay baktı mı bırakırlar hayvan varlığını sürdürür. Fakat insan türüne geldiğimizde enteresan bir durum doğuyor, zor doğum yapıyor ve o da yetmiyor 5-6 yıl ana desteği olmadan yalnız yaşayamıyor. Yani hayvanda 24 saat insanda 7 yıla kadar çıkıyor. Bu neyi gerektiriyor. Ananın etrafında bir toplumsallık gerektiriyor. Çünkü erkeğin ne olduğu belli değil. Yavrunun erkekle ilişkisi diye bir olgu yok ortada. Kadın ile erkek ilk defa nasıl karşılaştılar? İnsanda da hayvanda da bir cinsel güdü var. Cinsellik güdüsü, tıpkı açlık güdüsü gibi temel güdülerdendir. Güdüler bilinçtir, canlılık işaretleridir. Açlık hissi olmazsa doyum olmaz, dolayısıyla yaşam olmaz, cinsel güdü olmazsa üreme olmaz, üreme olmayınca yaşam olmaz. Bunu anlıyoruz. Baba kim? Aslında önce baba yok. Hatta cinsellik kiminle kurulmuş, nasıl kurulmuş konusunda bir bilinç yok, sadece bir güdü var.

Kültür insan türünde ortaya çıkan bir bilinçtir. Bu, önce kadında başlıyor, çünkü çocuğu doğuran kadındır. Daha sonra tek tanrılı dinlerde de Havva Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Sümer mitolojisinde de bu bölüm uzunca anlatılır. Yahudiler de bunu Tevrat’a koymuştur. Tevrat’tan da Kuran’a geçmiştir.

Doğuran kadın çocuğu büyütmek zorunda. Beslemek zorunda, beslemek için de toplayıcılık yapmak zorunda. O da muazzam emek ve çaba gerektiriyor. Yaklaşık iki milyonluk yıllık tarihten bahsediyoruz. Bu Afrika Rif Vadisi’nde başlamış, daha sonra Ortadoğu’da bu yoğunlaşmış. Gerçek kültürleşme ise Toros-Zagros vadilerinde gerçekleşir. İnsan burada insan oluyor, kadın burada kadın oluyor. Bunu biraz açacağız. Kadın demek ki çocuğu büyütecek, çünkü çocuğun kendinden doğduğunu biliyor. Kadın muhtemelen birlikte büyüdüğü kız veya erkek çocuk olarak nasıl birbirlerini tanıyorlarsa, ana kadın da kardeş olarak, kız kardeş olarak bir iki tane dayı, teyze gibi akrabalarını tanıyordur. Bir de kültür başlıyor bununla 7 kişilik, 10 kişilik, 15 kişilik. Sayı 20’yi geçmiyor. Bunlar bir arada bir klan oluştururlar. Klan toplumsallaşma tarihinin ilk örgütlenme formudur. Klan, ana etrafından oluşan bir kültürdür.

İşte burada gırtlak yapısı da elverişli hale gelince, yaklaşık 3000 yıl önce, dil denilen olay da oluşur. Dil denilen olay da yaklaşık 3000 yıl önce oluşuyor. İşaret dilinden ses diline geçiş gerçekleşiyor. Mitik düşünce, simgesel dil de sonuçta Verimli Hilal dediğimiz bu coğrafya da ortaya çıkıyor. Muazzam bir kültürel patlama halinde bir uygarlığa dönüşüyor. Köy-kent onunla birlikte devlet-sınıf gelişiyor. Mühim olan toplumsal doğanın kadın etrafında gelişiyor olmasıdır. Kadın etrafındaki toplumsal doğa Sümer toplumuna kadar hatta tarih verirsek iki bin yıl öncesine kadar egemen bir kültürdür. Egemen bir kültür olarak ana tanrıça kavramı ortaya çıkıyor. 

Heykelciklere, hala varolan tapınak kalıntılarına yansımıştır. Gılgamış, Babil, Enuma Eliş gibi mitolojik destanlarda çok açık anlatımları var. Dolayısıyla vardığımız sonuç kadın merkezli bir toplumsallaşmanın varolmasıdır. Ve bir de dişil ve eril öğelerin tutuculaşmasına dayalı sorunsallaşma var. Bunun da temeli burada çok güçlü atılmış. Bütün arkeolojik kanıtlar hayvan ve bitki evcilleşmesinin burada başlamış olduğunu gösteriyor. Marx’ın zamanında bunlar yoktu. Sümer toplumu araştırmaları daha ortaya çıkmamıştı bu nedenle onu suçlayamayız. 

Marx sınıflarla başlatır tarihi. Oysa sorunsallığın başlangıcı sınıfla değil, kadın toplumsallığı etrafında gelişir. Bilebildiğimiz kadarıyla bu sorunsallık da uygarlıkla sonuçlanır. Bu sorunsallık uygarlık toplumuyla sonuçlanır. Kentin doğuşuyla sonuçlanır ve burada da kadının damgası vardır. Uruk ilk kenttir, ilk devlettir, ilk sınıftır aslında. Gılgamış destanı bunun bütün ipuçlarını veriyor. Büyük bir savaş olduğu için destana girmiş, insanlığın ilk yazılı destanıdır ve bu ilkin içinde yüzlerce ilk var. İşte sınıf, yaratım, devlet yaratımı, erk yaratımı, müthiş başlangıçlardır. Burada Uruk kendinin kurucu tanrıçası İnanna’dır. Ninna kelimesi de her halde oradan geliyor. Dolayısıyla bu kadın merkezli tanrıçalık o yükselişi ifade ediyor. O dini, tanrıça dinini ifade ediyor. Kutsallığı o derece gelişmiş ki, Gılgamış gibi biri tiril tiril titriyor. Bereket törenlerinde açık bir cinsel töreni de var. Mitoloji yazarı bu kutsal evlilikleri müthiş bir tören olarak tarif eder.  

Ve o birleşmeyi gerçekleştiren güçlü erkek ertesi gün öldürülüyor. Birçok kültürde böyle bir durum var. En son Azteklerde de yakalanan delikanlıların hepsi kurban ediliyor. 1500’lere kadar bu kültür birçok tarafta uygulanıyor. Bir bakire ile bir ay veya bir yıl gibi kısa bir sürenin ardından öldürülüyor ve ciğeri de yeniliyor. Azteklerde korkunç bir gelenek var. İspanyollar orayı fethettiği dönemde halen orada senede böyle binlerce genç erkek kurban ediliyordu. Hem de tapınakta ve bu başka yerde de böyle. 

Bunun temeli tanrıça dininden kaynaklanıyor. Tanrıça kendisiyle kutsal evliliği yapan kişinin öldürülmesini sağlıyor. Bunun da sosyolojik açıklaması şudur, tanrıça yerini erkek tanrıya bırakmak istemiyor. Bunu açıklıkla söyleyebilirim bu tez benim. Böyle kutsal bir evliliğin bir gereğidir diyor. Kitaplar öyle yazıyor ama kadın yerini bir erkek tanrıya bırakmak istemiyor. Ne kadar sevgilisi olsa da, Dumuzi İnanna’nın sevgilisidir ama onu öldürüp yerin altına gönderiyor. Kural öyle. Neden? Çünkü kadın yerini bir erkek tanrıya bırakırsa başına ne geleceğini biliyor. Nitekim Babil destanın da bunun gerçekleştiğini görüyoruz. 

İnanna 4000’lerde Uruk sitesinde mutlak bir güç iken, mutlak tanrıça ve kutsal evliliğin bütün görkemini sürerken, Gılgameş bile köşe bucak kaçmaya çalışıyor. Ölümsüzlük arayışı bununla ilgilidir. Hayret ediyorum benim gibi bir çaresiz bunu tespit etmişse onca bilim adamı niye tespit edememiş şaşıyorum. Evet, bu ölümsüzlük arayışının anlamı şudur, erkek canını kurtarmak istiyor. Çünkü Uruk sitesi tanrıçasının o dine göre bir sürü erkek rahipleri var. Tanrıça dediğim bir kadın yönetici var, tapınakta ona bağlı rahipleri var, içlerinden istediğini alıyor, onunla kutsal evliliği yapıyor, ertesi gün de adamı öldürüyor. Öldürüleceğini bildiği için Gılgamış kaçıyor ‘beni seçme’ diyor. Birinci kaçış planı var, ikinci kaçış planı var, her seferinde yakalayıp getiriyorlar. Ama sanıyorum çarpıcı bir gerçeklik yaşanınca canı bağışlanıyor. Nasıl bağışlanıyor bilmiyorum, araştırmadım. Canı bağışlanması müthiş bir olay olduğu için Gılgamış destanı vücut buluyor. Gılgamış’ın farkı artık öldürülen bir erkek olmaktan çıkmasıdır. Öldürülen bir erkek olmaktan çıktıktan sonra bu destan vücut buluyor. Ve taşlara kazınıyor, tuğlalara yazılıyor, bugüne kadar gelen bir erkeklik çağı başlatılıyor. M.Ö. 4000’lerden M.Ö. 2000’lere Babil hükümranlık dönemine kadar egemenlik yavaş yavaş erkeğe geçiyor. Bu sefer tersinden erkek bu yüce kadın tapınağını alıyor. Gılgamış Enkidu’ya (ki büyük ihtimalle o dağlardaki proto Kürt oluyor) bir fahişeyi gönderiyor. Bir destandır ama bir fahişe üzerinden erkeği elde etme kültürü de vardır. Ne yapıyorlar? Allayıp pulluyorlar. Zaten tapınağı var biliyorsunuz en seçme kadınlar tapınaktadır. 

Uruk sitesinde bir kadın tapınağı var, bunu günümüzün kerhanesine benzetebiliriz. Tapınaktan kerhaneye bir dönüşüm söz konusudur. Musakkaddim evet ismi de var. Bu erkeğe dayalı toplumsallaşmadır. Halen de öyle değil mi? Çok çarpıcıdır, saflarımıza kadar sızmalar oldu. PKK’yi bölüp parçalamak için böyle özel kadınlar yollandı. Çok çarpıcıdır. Bunları biz yaşadık, ben bile belki yaşamış olabilirim. Böyle bir gerçeklik var. Şu anda da çok yaygın. İşte örgütün başına musallat etme, hatta örgütün kendi kendini lağvetmesi bu olgu etrafında gerçekleşiyor. Bir tarihsel temeli elbette bu topraklarda var. Enkidu Zagroslardan getirilmiş, güçlü erkek diyor, muhteşem en az Gılgameş kadar güçlü. Hatta o olmadan Gılgamış yaşayamıyor. Hakim kenti koruyan adam. Destanda var. Muazzam övgüler var. Ölünce Gılgamış da kendini öldü biliyor. Nasıl öldüm nasıl başıma bu felaket geldi diyor. Anlatılan trajik bir destandır. Ama özü şudur, bu kadın üzerinden dağdaki adamın kontrolünü ele geçirmedir. Kadın tapınağı musakkaddime dönüşmüş, Gılgamış artık krallığa geçiyor hem tanrı hem kral. Kendine bağlı bir erkek ordusu oluşturmak için nasıl ki Kürtlerden asker devşiriliyorsa bu yolla ağırlıklı olarak kadın evi üzerinden getirip o dağlıyı götürüyorlar, tapınaktaki fahişe ile birleştiriyorlar. Adam iki üç günde dağılıyor, darmadağın oluyor. Bir daha asla dağa çıkmam diyor. Çünkü fahişeye alışıyor. 

O gün bugündür toplumu baştan çıkaran, kadını fahişeleştiren, erkeği de en kötü duruma sokan bu kurumun temeli böyle atılmıştır. Gılgamış destanın özü de bu… Bunu niye anlatıyorum. Sorunsallık dedik ya kadın ve sorunsallıktır. Bu gerçeklik ana başlık altında incelenebilir. İnkara gelir mi, hala etkisi yoğun yaşanıyor. Erkek nasıl erkekleşti bunu anlattım. Tanrıça nasıl erkek dinine dönüştü, bunu anlatmaya çalışıyorum. Gılgamış’ta korkunç, Enkidu da biten proto Kürt’tür. Böyle çok kaba ve genel tarif ediyorum. İsteyen bunu derinleştirebilir ama özü bu benim için kadına dayalı toplumsallık, buna dayalı erkek kadın çekişmesi, kadın tanrıça, erkek tanrı, işte Tevrat’ta yeri var, İncil’de yeri var, rahip rahibe İslam’da ise harem kurumu Osmanlıda zirve yapmış. Muaviye’de zirve yapmış. Hıristiyanlıkta zirve yapmış. Yahudilikte de ev, aile denilen olgunun kökü Tevrat’tadır. Tevrat’ı açın bakın kadın nasıl eve kapatılmış. Eve kapatılmanın tabi Zerdüşt temelini atmış. Yahudiler Babil’de onu Zerdüşt’ten alıyorlar. Müthiş bir aile kurumunun temeli böyle atılıyor. Eve kapatılma, evlenme… Yani evlenme eve kapatılma anlamına geliyor. Gelin allanıp pullanıp eve kapatılır. 

Kadın bitki topluyor, erkek avlanıyor, canlıyı öldürüyor. Savaş bir canlıyı öldürmektir. Hayvan öldürmek cinayettir. Kadının bitki tohumları etrafında toplumsallığı oluşturması bambaşka bir olay. Erkeğini öldürerek kendini güçlendirmesi bambaşka bir olay. Bunu daha da açacağım. Birisi şu andaki katliamcı topluma dönüştü birisi hala toplumu ayakta tutmaya çalışıyor. Dolayısıyla toplumu ayakta tutma kültürü kadın etrafında gelişen bir sosyolojiye dayanır. Savaşı esas alan yani ganimeti esas alan toplum erkek ağırlıklı toplumdur. Onun işi gücü artık değerdir. Marx bunu sınıfsallaşmaya bağlar, oysa hiç gerek yok. Bir artık değer imkanı oluşmaya başlarsa kadının etrafında bir bitki toplumu, bir besin arttırımı olursa erkek buna göz dikiyor. Hayvan da avlıyor ama bir de kadının topladığı besinlere el koyuyor. Hem besine el koyuyor, hem kadına el koyuyor, hikâye böyle başlar. Bir taşla iki kuş vuruyor. 

Evet, kadın toplum geliştirmiş ev kurmuş. Kadın yavrularını besliyor, bir kadın klanı var, bir kadın toplumu var. Tanrıça durumuna gelmiş 30 bin yıl insanlığı idare etmiş. İşte avcı erkek ki özel bazı birlikleri, erkek kardeşliği diye bir kulüp oluşturmuş. Erkek kardeşliği kulübü o kulüp de birkaç ahbap çavuştur. Avcılar grubu oluşturmuş önce hayvanları vurur, başarılı olursa şölen yapılır. Ama bir bakıyor ki kadın buğday, arpa, mercimek ekiyor ve neolitik dediğimiz toplumu böylece köy kurarak geliştiriyor. Ev kuruyor. Kurar, çünkü yavruları besleyen ve koruyan o, kardeşleri var teyze olarak ve dayı olarak. Çocukları var ve bu bir klan. Ama üretiyor, icat ediyor. İnanna Enki’ye diyor ki ‘benim yüzlerce Me mi sen hırsızladın’ bu şu demek yüzlerce yaratım sanatı var, kurumu var, aslında bunların yaratıcısı bendim ve şimdi sen bunları sahipleniyorsun. ‘Ben yarattım diyorsun ve yalan söylüyorsun’ diyor destanda Enki’ye. ‘Bunları ben yarattım sen el koyuyorsun’ diyor. Bu mitolojik ifadesi ile ben kendime özgü bir tarzda dedim. Bunu daha da geliştirdim. İşte Gılgameş destanının çözümlemesini de böyle yaptım. Sorunsallığa gelince, erkek bu avcı kulübüne dayanarak bu kadın toplumsallığına saldırıyor. İşte sorun öyle başlıyor. Doğru mu doğru. Urfa başta olmak üzere görüyoruz. Çok yaygındır. Güçlü erkek evlilik olayı ile her gün öldürüyor. 

Tuhaftır, hatıralarımı çok anlatmak istemem ama bir tanesi aklıma geliyor. Hala aklımda biz bacı kardeş olarak bir eşeğimiz vardı. Yük ve ot bindiriyorduk. Hala tarlası da aklımda. Bir yetmezlik çıktı. Ayne bacıma hatırladığım kadarı ile bir dayak atma olayım vardı. Buradan da söylenen bir sözü vardı ‘senin gücün ancak bana yeter’ dedi. Aklımda kalmış ve her halde biraz güçlüydüm ondan. Ve iş yapmayı yeterli ve doğru yapmadığı için bir el kaldırma olayı olduğunu hatırlıyorum. Tuhaftır Ayne benim ziyaretime bile gelme ihtiyacı duymadı. Fatma bacı hala yaşıyor. Ama bu hiç oralı bile değil. Kendine bağlı bir dini mi var? Düşüncesi mi var? Yarı deli bir kadın olarak yaşadı. Çok enteresan, çok acı bir yaşamı da olabilir ama beni hiç aklına getirmedi bir kardeş olarak. Pek derin bir sevgisi oluşmadı. Acaba o dayak ile ilgili olabilir mi? Belki de onu düşünmeye başladı. Araştıracağım bir gün. 

Durum şu; yani şu an zaten yaygın yaşanıyor, canı sıkıldı mı kadını öldürüyor. Bugün kent köy ayrımı da yok. Urfa, İstanbul ayrımı da yok. Belki İstanbul’da daha fazla. Şu anda müthiş bir sorundur aile sorunu. Bence bu evlenmekten ve evlilik biçiminden kaynaklanıyor. Kutsal aile hikaye. Öyle kutsal aile falan yok. Eve kapatmak ile kadın muazzam bir kölelik atmosferine alınıyor, dayanamıyor. Patlıyor, çatlıyor ve erkek de vuruyor. Gazeteler bunun haberiyle dolu. Binde bir kadın vurmaz ama binde dokuz yüz doksan dokuz erkek kadını vurur. Kim inkar edebilir. Ortada. İkiyüzlülük yapmaya gerek yok, sonuç olarak bu sorunsallık buradan doğuyor. Sınıfsallıktan doğmuyor. Kadın erkek ilişkilerinden doğuyor. Sorun mu? Evet hem de temel bir sorun. İşte Gılgamış destanında ipuçlarını aradık. Sümer toplumunda temellerini aradık. İşte daha sonraki o devlet, kent ve sınıf ayrımında zirve yaptı. Tevrat’ta var. Kuran’da da dolu dolu örnekler var. Göbeklitepe’nin üstünün kapatılması da bir erkek eylemi olabilir. Bir düşünce olarak bu erkek egemenliğinin bir oyunu da olabilir. Ama kesin bir şey diyemem. Ben bunun üzerine bir spekülasyon bile yapmam. Göbeklitepe yaygın bir kültürdür. Dicle ve Fırat arasında 200’ü aşkın kalıntı var. Karahantepe’de bir erkek üstünlüğü bir cinsel organ üstünlüğü kadar bariz yansıtılmış. Böyle heykelleri var. Bu erkek heykelleri Hindistan’a ve Mısır’a taşırılıyor. Bir erkek üstünlüğüne geçiş var. Ama bu geçiş 30 bin yıl kadın etrafında bir toplumsallık gelişiyor, üretim patlaması oluyor. Yukarı Mezopotamya’nın flora ve faunası çok zengin. Elini sallasan bitki zenginliği var. Karacadağ etrafı böyle. Arpa, buğday Karacadağ etrafında kültüre alındı. Koyun ve keçi burada evcilleştirmeye alınıyor. Yağmur ile beslenen bir bölge. Dünyanın diğer yerlerinde bu çok sınırlı. Burada yağmur ve toprak müthiş uyum gösteriyor. Ve böyle bir bitki ve hayvan patlaması gelişiyor. İnsanlar Afrika’dan geliyor ve burada yoğunlaşıyor. Bitki, hayvan bol. İstediğin kadar avcı da istediğin kadar toplayıcı da olabilirsin. İkisi de oluyor. Birisi kadın etrafında birisi erkek etrafında. Sonuçta ne olur, çatışıyor. Erkek avcı ve elinde silah. Çatışma obsidyen, çakmak taşıyla oluyor. Silahlar Göbeklitepe etrafında hala var. Obsidyen ticareti yapılıyor. En kıymetli ticarettir. Obsidyen silahtır aslında. Çünkü keskin bir silahtır. Bu keskin bıçak erkeğin elinde bir avcı aletidir ve onunla herkesi kesiyor. Kadın bu üstünlük karşısında yeniliyor. Adam küçük bir kulüp, beş on tane ahbap. Elinde obsidyen bıçağı var nereye giderse öldürüyor. (Ben bile dayımı çok severim ve benim için çok değerlidir. Halalarımı tanımam. Ana soy üzerinden teyzelerimi iyi tanırım) Ana soylu toplumda ananın kardeşi olarak dayı klanda etkilidir. Demek ki bu ana soylu toplum özelliğinin korunmasıdır. Bu karşı devrimde ana soylu toplum büyük bir darbe yiyor. 

Hem elinden ilk değerler alınıyor hem de erkek çocukları ve kadını köle gibi çalıştırıyor. Kadın ise kutsal evlilik töreniyle erkeği öldürüyor. Tıpkı Gılgamış destanında erkeğin öldürülmesi gibi, kökü oraya kadar gidiyor. Korkunç. Kutsallaştırma eylemi kadın için sevgilisi bile olsa öldürtüyor. Neden? Çünkü biliyor başına gelecekleri. Bu felaketin başına gelmemesi için öldürmesi gerekiyor. Özü bu. Tarihsel materyalizm bu. Bizim Marksizm’den alabileceğimiz en faydalı düşünce bu. Diyalektik materyalizm bunu böyle açıklar. Ama erkek de artık kadının bu hükümdarlığına Sümer toplumunda son verir. Sümer toplumu erkek egemenlikli bir topluma geçiştir. Ve kadının köleleşmesi ile bu geçiş tamamlanır. Bu geçiş sağlandıktan sonra Babil destanı, Enuma Eliş destanı var. Okuyun, bunu çok çarpıcı göreceksiniz. Buradaki destanların içeriğini din haline getiren İbrani toplumudur. 

İbrani toplumu Tevrat’ı Enuma Eliş destanından almıştır. Tevrat’a geçirmiştir. Tevrat=Enuma Eliş destanın İbrani kabilesinde geçirdiği dönüşüm hem manevi hem de maddi dönüşümdür. Bu dönüşümün adı, anlam ifadesi olarak Tevrat’tır. Tevrat’tan da İncil doğar, Kuran doğar. Bunu da kimse yadsıyamaz. Sonuç eve kapatılmadır. Büyük bir ihtimalle Zerdüşt büyük bir katkıda bulunuyor. Adam cinsel organlarını da kutsuyor. Fallokrasi yaşanıyor. Adam kendi cinsel organını tanrı yerine koyuyor. Halen Hindistan’da da yaşanıyor. Ama öncesinde kadın tanrıçadır. Mühim olan bu. ‘Sadece ben değil cinsel organım da tanrıdır ve sen tapacaksın’ diyor. Ve nitekim öyle kitaba da geçmiş. Tevrat’ta da açık anlatılmış. Bizi ilgilendiren bu işin kavramsallaştırılmasıdır. Kavramsallaştırma kısmı önemli. Bu işi din haline getirir. Şimdi de öyle. Batı’daki bu modern hastalıkları da ortaya koyacağız. Sonraki aşama mülkiyet aşamasıdır. Kaldı ki evdeki durumda böyle eve kapatılma tehlikeli bir ideoloji, büyük bir sorun, ben de dedim ya toplumda sorun böyle başlar. Toplumda asıl sorun budur. Bu sınıfı doğurur devleti doğurur. Ki erkek bunların hepsini yapar. Erkek aristokratik devrim yapar, burjuva devrimi yapar, ama hepsi kadının köleliği etrafındadır. Ve devlet olur, devlet haline geldikten sonra erkeği dizginleyecek başka bir güç yoktur. Sınırsız gücü ifade eder devlet. Erkek damgalıdır. 

Kadın özgürlüğünün temelini biz attık. Nasıl gelişir? Ben kendi şahsıma kadınlara saygımın bir gereği olarak özgürlük önce düşüncede başlamalı dedim. Nasıl istiyorsanız öyle yaşayın dedim. Eğer gücünüz varsa tabi. ‘Ya bırak bu kadınlar ve erkekler sevişsin, sevgili olsunlar’ diyorlar. Olabilmeyi becerebiliyorsanız olun, ben bunun önüne sınır koymuş değilim ki. Ama başına gelenlerden de ben sorumlu olamam. Değil mi? Benim tek yapabildiğim özgürlük penceresi açmak ama bakıyorsunuz her taraf bağlanmış. Hangi erkeğe gidersen, evlilik temelinde yola çıkarsan mülkiyet duygusu müthiştir. Yani bu eşitlik sağlanmış olmaktan çok uzak hala. Bir yerde darbesini yiyeceksin. Ayrılsan bile tek başına nasıl yaşayacaksın? Ekonomiyi yaratan kadın şimdi nana (ekmek) muhtaç değil mi, erkeğin eline muhtaç değil mi? Çok çarpıcı. Erkek çalışmadı mı, kadın aç. Halbuki ekonomiyi yaratan kadın. Eko-nomi biliyorsunuz Helence bir kelime, ev geçimi anlamına gelir. Kelime anlamı ev işidir. Yani ev geçindirme bilimi. Bu kadının işi. Yakın çağda kadının ekonomiyle ilişkisi sıfırlanmıştır. Şu anda kadının elinde herhangi bir ekonomi var mı? Yok. Ekonomi şu anda şirketlerin erkeklerin mutlak egemenliğinde. Ben bunu söyleyince herkes hayret ediyor. Buna J.J.Rousseau dikkat çekiyor. Enteresandır. Adam Smith’te de bu vardır. Şaşırıyorlar. Erkek egemenliğine ekonomik geçiş batı kökenlidir ve müthiş geçmiştir.

Daha önce Ortaçağ’da, İlkçağ’da kadının elinde epey ekonomi var. Ama kapitalizmde o imkan tamamen ortadan kalkıyor. Şirketlerin eline geçiyor. Para ile finans şirketleri erkek tekelindedir. Kadının para üzerinde, ekonomi üzerinde hiçbir ağırlığı olmadığı gibi bütünüyle erkeğe bağlanmış. Paranın, bütün tekniğin, merkezi bilimin hepsi erkeğin elinde. Peki, kadın ne hale geliyor? İşte ben ona ‘kafeste öten bülbül’ veya ‘erkeğin evdeki süsü’ diyorum. Kadın bedeni şu anda sadece bir mülkiyet konusu değildir. Kapitalizmin hizmetinde kullanılmayan saçından tut bacaklarına, ruhuna, sesine kadar tüm varlığı mülkiyet konusudur. Reklam kadın bedeni üzerinden yürümüyor mu? Bu dehşet verici. Bedeninize sahip çıkacaksınız. Erkeğin bütünüyle denetlediği beden sizin bedeniniz. Nasıl yapacaksın? Senin bütün sınırını o belirlemiş, saatini o belirlemiş. Para vermezse aç bırakıyor. Tabloyu daha da karanlık hale getirmek istemiyorum. Bütün bunlar sağlanmış. Misal ben ne dedim, sosyalizm kadının özgürleşmesinden geçer. Hayret ettiğim nokta Marks dahil, adam karısıyla yaşamak için elbisesini satıyor. Kapitalizmin en büyük kitabını yazanı, eleştirmeni geçinemiyor, karısını çocuklarını geçindiremediği için ceketini satıyor. ‘Bu kitabı yazayım da gelir getirsin bu evliliği kurtarayım’ diyor. Şimdi sosyolojinin kurucusu bunu derse vay başımıza gelen! Böyle Marksizm mi olur? Olmuş maalesef biz de taptık. Bir peygamber gibi ele aldık. Aşmaya çalışıyoruz, durum vahim. Kadın zaten bitti gitti. Lenin’de de Mao’da da Stalin’de de öyle. Kadın korkusundan yaşayamıyor. Lenin bu konuda büyük çaba sahibidir, onu suçlamıyorum. Stalin de kadını mülkleştiriyor, eve kapatıyor. Yani öldürmese de ölmekten beter ediyor. Bunu demek istiyorum. Biraz akıllı olduğu şey bu erkeği öldürmek. Bende de bu eğilimler vardı. Demin söyledim. En azından kendimde yaşadığım deneyimler var. Arkadaşım, en değerli arkadaşım, mutlaka öldürmemi istiyordu. Ona karşı temkinliydim. Onun ile on yıl boğuştum. Fakat temkinliyim. Bırak ne olacak ne yapacak işte anlattım hikayesini. Ve kaçtığında benim için müthiş bir kurtuluştu. Beni ben yapan bu ayakta kalış tarzım. Herkes ayıplarken ‘ya adamın karısı kaçtı’ diye insan üzülür veya öldürürken ben ‘kurtuldum’ dedim. 

Erkeklerin yaptığının tam tersidir. Benim kurtuluşum bu ilişkinin bitişiyle başlar. Bunu söylesem herkes bana güler. Bunu açıklıkla söylüyorum. Kurtuldum! Aslında o gelenekten kurtuldum, bir kadın sorunsallığından kurtuluyorum. Kadını öldürürsem ne olurum, bir cani olurum. Bir caniden bir sosyalist çıkmaz. Stalin yapabilir ama ben yapmanın hatalı olduğunu düşünüyorum. İşte evli olmayan sizin gibi kadınlar benim için büyük sorun. Peki, faydası ne? En azından biz kişilik olarak özgür düşünme imkanı verdik. Bana göre özgür düşünme imkanı çok önemli. Bana göre insan yapan en önemli özellik ki Sokrates’te de bunun izleri görülür, onun özgürlük düşüncesi, evlilikle bağlıdır ama beni ayakta tutuyor. Çok açık sizleri de biraz ayakta tutan o. Eğer özgürlük düşüncesi elinizden giderse kaçınılmaz olarak bitersiniz. Dolayısıyla bu yeni çıkışımız, yeni sosyalizm yeni Kürt varlığı, yeni Kürt kimliği, Kürt özgürlüğü bu temelde gelişir. Hem uygarlık eleştirisi hem modernite eleştirisi hem kadın köleliği eleştirisi bizde büyük bir gelişme gösteriyor. Sorunu en azından bireysel düzeyde aşma durumumuz var, kolektif düzeyde de ilerleme var. Bana göre sosyalizme en önemli katkımız budur. ‘Kadın toplumsallığı ve sorunsallık’ kapsamı temelinde giriş babında bunları söyledim. 

3- TARİHSEL TOPLUMDA DEVLET VE KOMÜN İKİLEMİ

Tarihsel materyalizm sınıf savaşı yerine ‘komünü’ ikame etmeli. Sadece gerçekçi bir yaklaşım değil, sosyoloji biliminde de özgürlük düşünce ve eylemi sosyalizme geçişin en sağlıklı yolu değil midir? Sınıf çatışmasına dayalı tarihsel materyalizm ve sosyalizm tanımı yerine, devlet ve komün ikilemine dayalı bir tarihsel materyalizm ve sosyalizm alternatifinin daha doğru olduğuna inanıyorum. Marksizm’i gözden geçirmeyi, bu kavram yerine gerçekleştirmeyi daha doğru buluyorum. Yani tarih bir sınıf savaşımı tarihi değil, bir devlet ve komün çatışmasından ibarettir. Marksizmin bu sınıf ayrımına dayalı çatışma teorisi reel sosyalizmin çöküşünün ana nedenidir. Eleştirmeye bile gerek yoktur. Ama nedenlerinin başında bu sınıf ayrımına dayalı sosyolojiyi inşa etmeye çalışması gelir. Peki, bu ayrımın yerine geçen devlet ve komün ikilemi ne anlama geliyor? Çok değerli bir tespit. Veya biliniyor ama sistematize edilmemiş. Benim burada yaptığım bir sistematik düşünmedir. Tarihsel materyalizmi bu kavram setinde çözümlemek istiyorum. Ayrıca güncel sosyalizmi sınıf diktatörlüğüne dayalı bir komünizm değil de devlet ve komünalite ilişkilerini düzenleyen bir kavram setine dayandırmak istiyorum. Bende, çok yapıcı ve çarpıcı sonuçları olacağına dair bir izlenim uyandırıyor. Bunu da şuna dayandırıyorum, toplum aslında komünal bir olaydır. İşte yukarıda klan tarifini yaptım. Bu toplumsallıktır. Toplumsallık da komün demektir. İlkel komün klan demektir. Özel olarak komün kelimesine gelince, toplumsallık bilebildiğimiz kadarıyla tekrar Mezopotamya alanındaki kültürel yükseliş, Sümer toplumunun çıkışına, yani devletin, kentin ve mülkiyetin, sınıfın türeyişine hangi temelde başlandığını çözümlememiz gerekmektedir. Başa devleti koymak isabetli, bir de komünü. Peki, toplumsallık nerede? Toplum işin temeli. Çünkü M.Ö. 4000 yıllarına kadar toplumsal gelişme formu klandır. Kabile de diyebilirsiniz buna, aşiret de. Aşiret de bir komünler birliğidir aslında. Kabile bir komündür. Aile daha oluşmamış. Aile ve kabile aslında aynı anlama sahip aynı olguyu ifade ediyor. Aile kabileden ve kabile de aileden fazla ayrışmamış. Neolitiğin doğuşu ile birlikte çarpıcı bir gelişme oluyor. Kabile ağırlıklı olarak neolitik bağlantılıdır. Neolitikten önce bu klandır. Komünün Kürtçemize yerleşmiş kom ile bağlantısını kendi dilimizden de öğrenebiliriz. Kom, kombun yani komün anlamına geliyor, toplanmak. Hala kullandığımız bir kelime ki bu Aryen dilinin de buradan çıktığını en azından 10 bin yıllık bir tarihi olduğunu gösterir. İşte Aryen köken dil grubunun da bu komün etrafında geliştiği açık. Kürtçe kom kelimesi bunu kanıtlıyor. Kelime türetmeleri de bunu açıklıyor. Komagene bir devlet adı olarak geçer. Kabile başı devleti türetir. Çıkarları zedelenen kabile üyeleri de komünü oluşturur. Aslında gerçek de böyle. Çok basit. Ben böyle büyük bir keşif de yapmadım. Marx buna bilimsel keşif diyor, bunlar hikaye. İşçi sınıfının oluşumu, işçi sınıfının gelişimi öyle harikalar yarattı, bilim falan filan basit bir şeydir. Kabilenin bastıranı devlet haline geliyor, aşiret reisi her kimse onun sıradan üyeleri de kombun olarak sonra da aile olarak devam eder. Başındakiler de devletleşir. Devlet hanedanı. Alttakiler de sürekli ezilen kabile ki, devlet oldu mu ezilen kabile de olur. Ayrışma öyle başlar. Marksizm proletarya böyle oldu, proletarya şöyle gelişti demesi bana biraz zorlama gibi geliyor.

Evet, var hala öyle bir sanayi devrimine dayalı işçileşme, burjuvalaşma ama bu binlerce yıllık beş bin yıllık bir gelişmenin sonucudur. Burjuvalaşma proleterleşmenin öncesi Babil’de de Sümer’de de Asur’da da var. Atina’da, Roma’da var. En son Batı Avrupa’ya geçiyor. Avrupa’nın icat ettiği bir şey ama çapını büyütmüşler bir de hegemonik yapmışlar. Kapitalizm diye bir sömürü biçimi ve onun hegemonyası ortaya çıkar. Tüm dünyada bu hegemonya geçerli olur. Kökü Sümer toplumuna dayanır. Bu devletleşme hikayesidir. Köleci devlet, feodal devlet, kapitalist devlet. Aslında böyle yorumlamamak gerekiyor. Önemli olan komün nerede? İşte Marks ömrünün son yıllarında Paris Komünü dolayısıyla yakından tanıdığı birçok insan ölmüş çarpıcıdır. 17 bine yakın komünarın öldüğünden bahsedilir. Bunların anısına Paris Komünü diye bir değerlendirmesi de var. Kapitali bırakıyor. Çünkü onun öngörüleri büyük bir darbe almış. Bana göre onun içsel bir kırılması var. Komün düşüncesi üzerine eğiliyor. Sınıfı fazla kullanmaz, komün kavramını da kullanıyor. Kropotkin’in Lenin eleştirisi var ‘Sovyetleri yıkma’ diyor. Komün demektir aslında Sovyet. Fakat Lenin devleti tercih eder, NEP programı ile Stalin korkunç boyutlara ulaştırır. 

Marks ömrünün sonunda diktatörlük kavramını kullanmak istemez ve komün kavramına yönelir. Devlet ve komün ayrımını da yapar fakat fazla geliştiremez. Sonuçta benim düşüncem bu ayrımın hem tarihte geçerli olduğu tarihsel materyalizm bir sınıf savaşı değil de, savaş da demeyeyim, komün ve devlet ikilemi biçiminde geçmiştir. Bütün tarih bundan ibarettir. Yazılı tarih özellikle. Sümer’de temeli atılmıştır, şu anda batıda bunun zirvesini yaşıyoruz. Komün evet belediye demek komün demektir ama boşaltılmıştır. İşte bugün bizim belediyelere, devlet tarafından kayyım atanır, hiç yok diyen de çıkmıyor karşısına. Bu da içinin boşaltılmış olduğunu gösteriyor. Aslında komün büyük bir toplumsallıktır, klandır, hatta aile bir komündür ama çok zayıflatılmış, içi boşaltılmış, belediyelerin içi boşaltılmış, aşiret kabile kalıntıları var onun da içi boşaltılmıştır. Çok esef ettiğimiz o Tavşantepe’deki olay kabileyle ilgilidir, o kabilenin marifetiyle içteki o müthiş o tecavüz unsuru küçücük bir kız çocuğuna yönelik eşi görülmemiş bir katliam olarak ifade bulmuştur. Sembolik bir olay ama anlamı çok çarpıcıdır. Bu bir kültürün ifadesidir. Molla Gurani de bir molla ailesi, İstanbul’un fethine katılmış bir Molla Gurani’den geliyor bu Güran ailesi. Molla ailesinin buradaki hazin durumu da ortada. Dolayısıyla bu komünalite çıkışı bizim bu yeni dönemin özgürlük sosyalizminin ifadesi olacak. Yeni dönemi biraz bunun etrafında tartışıp somutlaştıracağız. 

Ahlaki politik toplum kavramı, komün değerlendirmesinin başka bir ifadesidir. Komünün devlet karşısında ifade bulması. Yeni barış döneminin de dili politik olacak. Komünün özgürlüğünü savunacağız. Zaten adı üzerinde ulus devletçilik dilini terk ediyoruz, ulus devletçiliğe dayalı kavramları terk ediyor, komüne dayalı etik ve politik kavramları esas alıyoruz. Ahlaki politik toplum dedik ama bu özgürleşen komünün adıdır. Etik ve politik bir şeydir, hukuki bile değil. Hukuk var işte, gelişecektir, belediye kanunu. Yasada ifade bulmasını isteyeceğiz bir şart ve ilkemiz olacak. Bunun daha bilimsel ifadesi komün özgürlüğüdür. Biz komünalist olacağız bundan sonra. Sınıf kavramı yerine komünü yerleştirmek çok daha çarpıcı, çok daha bilimsel. Belediyeler hala komündür. Bizde de kom var. Ahlak yok mu, etik yok mu, tabi var. Zaten komün yasalardan ziyade etikle yürüyecek bir konudur. Komün bir de demokrasidir. Demokratik siyaset politika demektir. Komün isimdir, etik politik sıfattır. Komün etik ve politiktir, biri isim biri sıfattır. Buna Marksizmin en köklü revizyonu diyoruz. Marksizmin sınıf kavramı yerine komünü geçiriyoruz. Kropotkin’in Lenin’e karşı eleştirisi doğrudur. Bakunin’in Marks’a karşı eleştirisi doğrudur. Eksiktir ama doğrudur. Marksizm’i bu konuda mutlaka bir eleştiriden geçirmek gerekir. Marx, Bakunin’i anlasaydı, Lenin de Kropotkin’i anlasaydı sosyalizmin kaderi kesinlikle başka türlü gelişirdi. Bu sentezi sağlayamadıkları için reel sosyalizm gelişti. 

4- MODERNİTE

Avrupa’da yeniçağın adı modernitedir. Biz moderniteyi Mahşerin Üç Atlısı üzerinden tanımlıyoruz: Kapitalizm, ulus devlet ve endüstriyalizm. Modernite bu çağın gerçekliğini ifade ediyor. Onun kapitalizmle özdeşleştirilmemesi gerekiyor. Modernite kapitalizm, ulus devlet ve endüstriyalizm üçlüsünden oluşur. Bu 16’ncı yüzyıldan itibaren vücut bulan bir yapıdır. Reel sosyalizm de bu modernitenin bir ürünüdür. 

Sosyalizm modernite üçlüsünün alternatifi olarak ortaya çıkmalıydı. Fakat sadece kapitalizme karşı sosyalist analiz ve mücadele gündeme alındı. O da geliştirilemedi. Bu şekliyle geliştirilemezdi de. Çünkü bir bildiriyle, komünist manifesto ile sınırlı kaldı. Endüstriyalizm olduğu gibi benimsendi, göklere çıkarıldı. Bu stratejik bir eksiklik büyük hatadır. Yine Marx’ın ulus devlete dair dişe dokunur bir analizi yok. Bu yönüyle de ciddi bir ideolojik boşluk bırakılmıştır. Hakkını teslim etmek bakımından söyleyelim. Marx da sonradan bu eksik analizinin farkına vardı. Kapitali yazma sürecinde üçüncü kitap devlet üzerine olacaktı, ömrü yetmedi. Yazsa da doğru yazması zordu çünkü Marx’ta ulus devleti çözümleme perspektifi eksikti. 

Marx’ta endüstriyalizm çözümlemesi, eleştirisi de yok düzeyindedir. Sadece antikapitalizm üzerinden bir sosyalizm analizi var. Eksiklikler barındırıyor. Geliştirilememiştir. 

Bu sosyalist teorinin moderniteyi analizde bir başvuru kaynağı olma kapasitesi çok sınırlıdır. Hatta onun bir parçasıdır modernite sınırları içinde kalır. 

Çağımızın sorunu modernitenin üç mahşer atıyla insanlığı mahşere sürüklüyor olmasıdır. Kapitalist sömürünün şu anda vardığı düzey vahşet sınırlarındadır. Gezegeni bir kanser uru gibi kaplamıştır. Ulus devlet ise onun vurucu gücüdür. Ulus devlet sisteminde ulus, askeri toplum haline gelir. Bu sistemin temelinde şiddet ve savaş vardır. Ulus devlet savaş toplumunun sistemidir. Ve bu savaşlarda her seferinde milyonlarca insan katledilir. 

Endüstriyalizmde başta çevre olmak üzere yeraltı yerüstü yaşam kaynaklarını tüketerek ilerliyor. Bugün insanlık kendi yarattığı canavar tarafından yutulma sınırlarına dayandı. Endüstriyalizm uzun süre sorgulamalardan kaçtı, kaçırıldı. Bu konuda söylenmesi gereken ilk şey endüstriyalizmin görüldüğü kadar masum olmadığıdır. Çünkü endüstriyalizm toplumsal dokuyu değiştirdiği gibi insan-doğa ilişkilerini de dönüşüme uğratmıştır. 

Endüstriyalizmi sadece barışçıl ekonomik temelli bir olgu olarak görmek de yanılgılıdır. Endüstriyalizm baştan beri savaş teknolojileri ile iç içedir. Ulus devleti mümkün kılan da budur. Başka bir ifadeyle endüstri, teknoloji ve savaşın birleşmesi endüstriyalizmin temel özelliklerindendir. Gelişmiş ulus devletin gelişmiş savaş teknolojilerine sahip olması tesadüf değildir. 

Özetle endüstriyel gelişmeyi nötr bir alan olarak görüp, moderniteye karşı mücadelede görmezden gelen bir karşı mücadelenin başarı şansı yoktur, olamaz. Modernite durdurulamaz ve böyle devam ederse gezegenin 50 yıllık bir ömrü kalmış. Distopik bir şey olarak değil gerçek bir mahşeri sondan bahsediyorum. Marx bu tehlikeyi sezdi ve antisini koydu. Ama geliştiremedi. 6 kitap yazacaktı. Birinin ilk cildini yazdı, onu da eksikli yazdı. Alt yapı üst yapı ve sınıf temelli bir analizle sınırlı kaldı. Baş ayak derken Hegel’in bile gerisine düştü. Engels biraz tamamlamaya çalıştı. ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin Ve Devletin Kökeni’ ‘Doğanın Diyalektiği’ ‘Tarihte Zorun rolü’ konularına eğildi ama yetmedi. Lenin politika ve devlet analizi alanlarında tamamlamaya çalıştı o da tam başaramadı. Mao bu teoriyi sömürgelerin kurtuluş mücadelelerine uyarlamaya çalıştı, sınırlı kaldı. Bütünlüklü bir sistem analizi ve alternatif çözüm geliştirebilirdi eksik kaldı. 

Biz moderniteyi ve ona hizmet eden reel sosyalizmi aşmak için yeni bir analiz alternatif sosyalist teori geliştirmeye çalıştık. Adına Demokratik Modernite dedik. Modernitenin sacayakları olan ulus devlet yerine demokratik ulus, kapitalizm yerine komün komünalite, endüstriyalizm yerine eko ekonomi analizlerini geliştirdik. Bu üç alan analizinin ilişkiselliğinden oluşturduğumuz özgürlükçü toplum sistemimizi Demokratik Modernite olarak tanımladık, yazılı hale getirdik ve önemli toplumsal bir karşılık bulduğunu gördük.

Kuşkusuz bu üç alanın da alt başlıkları var. Örneğin komünalitenin önemli bir parçası kadın özgürlüğüdür. Yanı sıra politika, etik (ahlak) vb. sıralanabilir. Bütün bunları kapsamlı biçimde ele alacağız, işleyeceğiz. Bu sistemin bütünlüğünü Demokratik Modernite olarak tanımlamak doyurucudur. Dinlerdeki mahşer günü tanımlamaları sadece öte dünya için değil, bu dünya için de geçerlidir. Kutsal kitapların bahsettiği tehlike bu olsa gerek. Kapitalist modernite insanlığa mahşeri yaşatmaktadır. Bunu önlemesi gereken sosyalizm onu önlemek bir yana adeta onun taşıyıcı eşeği, modernite canavarının yemi haline geldi. Sovyetler, Çin bunun en açık örnekleridir. Çinliler enteresan insanlardır. Kapitalizmi ve sosyalizmi birlikte uygulamaya çalıştılar. Olabilir, düşünülebilir. Ama Çin uygulamada sosyalizmi kapitalizmin hizmetine soktu. Sonuç; kapitalizme hizmet ve onun ömrünü uzatmak oldu. Günümüzde Çin kapitalizmi Amerika ile bir hegemonya mücadelesindedir. ABD buna şiddetle karşılık verebilir. Bu da nükleer savaş demektir. İşte mahşer budur. Einstein’ın ifadesiyle; ‘olası bir üçüncü dünya savaşı nükleer silahlarla olursa böyle bir savaşın sonucunda eğer birileri hala hayatta kalırsa 4. Dünya savaşı taş ve sopalarla olur.’ Doğru söylemiş. Bu bölüm için kalın çizgilerle bunları belirtmek yeterlidir. 

5- KÜRT VE KÜRDİSTAN GERÇEKLİĞİ 

Olgunun karakteri, onun var olma ve var kalma diyalektiği üzerinden şekillenir. Olgu nasıl olmuş, oluşmuştur? Bu sorulara verilecek cevaplar olgunun varlık-yokluk karakterine dair veriler sunar. Bu çerçeveden bakıldığında Kürt gerçekliği modernite ile birlikte bitmiş bir gerçeklikti. Kavram olarak da, gerçeklik olarak da Kürt ve Kürdistan Cumhuriyetle birlikte kırıma uğratıldı ve üstü örtüldü. ‘Hayali Kürdistan burada meftundur’ gibi ifadelerle bu kırımı sahiplendiler de. Kürdistan’ın diğer parçaları da farklı değildi. Kürt ve Kürdistan adına bir realite kalmamıştı. Modern bir hareket olarak PKK’nin en önemli başarısı bu realiteyi yeniden canlandırmak oldu. PKK Kürt ve Kürdistan gerçekliğinin varlığını hem kanıtladı hem de yenilmez kıldı. Diğer Kürt hareketlerinin böyle bir gücü yoktur. KDP gibi geleneksel, YNK gibi küçük burjuva hareketler kendilerinin varlığına bile kimseyi inandıramadılar. PKK’nin çıkışı olmasaydı 30 yıl önce hepsi bitmişti.

PKK’nin büyük direnişi Kürt ve Kürdistan varlığı meselesini kalıcı kıldı. Kürt varlığına dair güçlü bir bilinç geliştirdi. Bunun başarıldığını anlamak için tarihsel, sosyolojik sorgulamalar yapmak gerekiyor. Ben 52 yıl 1 ay 4 gün önce ‘Kürdistan Sömürgedir’ diyerek yola çıktım. Bunu dile getirdiğim zaman bayıldım. Bu benim için zor bir keşifti. Ağzıma almaktan bile çekiniyordum. Bir-iki arkadaşa anlattığımda adeta bayıldım. Oradan bugüne geldik. Sözün gücünü küçümsemeyin. Söz hakikatle buluştuğunda çok etkilidir, yaratıcı, yürütücüdür. Bu söz sadece pratik direnişe yol göstermedi, büyük bir tarih çözümlemesine dönüştü, ardından neolitik yorumu, kadın özgürlük ideolojisi, sosyalizm yoğunlaşmaları ve benzeri geldi. Bütün bunlar Kürt realitesini açığa çıkarma ve Kürt aydınlanmasını sağlamayı amaçlıyordu. Ve bunu başardık. Bu büyük tarihi yolculuğu, sosyolojik analiz ve politik mücadele Kürt ve Kürdistan realitesini kanıtladığı gibi bunu dost düşmana kabul de ettirdi. Bu büyük bir başarıdır. PKK bu başarının adıdır.

Özgürlük çözümü başarıldı mı? Hayır. Kürt varlığı kanıtlandı, ideolojik örgütsel bilince kavuştu fakat özgürleşme adımında tıkanma yaşandı. Tıkanmanın gerisinde reel sosyalist ideoloji ve etkileri vardır. Sosyalizm 20. yüzyılda dünyanın pek çok yerinde devlet iktidarını ele geçirdi, dünyanın üçte birine hakim hale geldi. Ama ayakta kalamadı, çöktü. Bu bize de kriz olarak yansıdı. Reel sosyalizm çöktü biz ayakta kaldık ama büyük bir bunalım da yaşadık. Reel sosyalizm teorik açmazlarını aşamadığı ve özgürlük sosyalizmini geliştiremediği için çöktü, ideolojik bunalımdan çıkmak zordur. Dayandığınız ideolojik argümantasyon çökmüştür. Hangi kavramsal çerçeveye hangi sosyolojik analize dayanacaksınız? Reel sosyalizm çökmüş, geriye pek bir şey kalmamış, el yordamıyla sosyalizme inancı sürdürürken ‘Sosyalizmde Israr İnsan Olmakta Isrardır’ gibi bir değerlendirmem olmuştur. Sosyalizme inancımı, bağlılığımı korudum ve bunu bir bilince dönüştürme mücadelesine girdim. Zor, bunalımlı yıllardı. 2000’lere doğru geldiğimizde yeni bir yoğunlaşma ve çözümleme sürecine başladık. Demokratik ulus, sosyalizm üzerine geliştirdiğimiz bu çözümlemelerin stratejik sonuçlarından biridir ve sosyalist perspektife yeni bir soluk olmuştur. Bu hem sosyalist perspektifte hem de PKK için stratejik bir dönüşümdür. Bugün bu dönüşümün sadece adı konulacak, resmiyet kazanacaktır. 20 yıldır bu dönüşümü sonuca ulaştırmaya çalışıyoruz.

Demokratik ulus çözümü önümüzdeki sürecin temeli olacaktır. Demokratik modernitenin çözüm perspektifi demokratik ulustur. Buna çağrı metninde Barış ve Demokratik toplum demiştik. İkisi de aynı anlama gelir. 

PKK Kürdistan gerçekliğini açığa çıkarma, varlığını yenilmez düzeye kavuşturma hareketidir. Bundan sonraki adım özgürlüğü gerçekleştirmedir. Özgür toplum komünalite temelinde etik-politik doğrultuda şekillenecek varlık bulacaktır. Bu adımı PKK ile gerçekleştirmek pek mümkün gözükmüyor. PKK olmasaydı Kürt ve Kürdistan adına geriye ne kalırdı? Latin Amerika’daki İnkalar, Aztekler, Kuzey Amerika’daki Kızılderililer gibi tarihte kalmış bir kültür olurdu.

Aslında durum halen de tam aşılamamıştır. Dersim’deki, Bingöl’deki, Zagros’taki bir kültür kalıntısıdır Kürtler. Çözülmüş kabileler, işlevsel olmayan bir dil, tarikat kırıntıları, aşiret aile kavgaları… Bunun halen ve PKK’nin varlığına rağmen istenilen düzeyde aşılamamış olmasının nedeni tarihsel toplumsal dağılmışlığın derinliğidir. Bir noktadan sonra buna sömürge demeyi de yeterli görmedim. Sömürge ötesi bir durumdur söz konusu olan. Bir tür çöplük. Çöplük toplumu, bir mezarlık. Dersim’de halen vadilerde, mağaralarda, derelerde kemikler duruyor. Son gelenek temsilcilerinin mezarları bile nerededir belli değil. Şeyh Said, Said-i Kurdi, Seyit Rıza da dahil olmak üzere. Bunlar Kürtlerin en güçlü geleneksel önderleriydiler. 

Yahudi soykırımında rol oynayan Yahudi Komitesi diye tanımlanan Judenrate’ler (Judenrat) var. Bunlar faşistlerle iş birliği yapan Yahudilerden oluşmuş grup veya ailelerdir. İş birliği karşılığında kendilerinin veya ailelerinin ömrünü 24 saat uzatmak için Yahudileri gaz odalarına gönderiyorlar. Soykırım sisteminin işlemesi için bu komitelere ihtiyaç duyuyorlar. Yahudilere, “sizi banyoya götürüyoruz” diyerek kandırıp gaz odalarına götürüyorlar. Kaç kişinin istendiğine bağlı olarak gideceklerin listesini bu komiteler hazırlıyorlar. Bu komiteleri faşistler kurmuş. Bu konu üzerine düşünürken baktım ki Kürt gerçekliği de Judenrat gerçekliğidir. Sömürgecilik ötesi dediğim bu Kürt gerçekliğidir. İşte en benim diyen aileler Barzaniler, Bedirxaniler, hatta Şeyh Sait’in geride kalan bazı torunları, Seyit Rıza’nın bazı torunları Judenratlaşmışlardır. Ailelerini kurtarmak için Kürtlüğü imhaya götürüyorlar. Bir kitap bile yazmamışlar. Kendi dedelerinin anısına sahip çıkacak halleri yok. Özgürleşen Kürde düşmanlık yapıyorlar. En son Bitlis’te bir milletvekilliği ve Şırnak’ta bir belediye kayyumu Bedirxanilere verildi. Bunlar Jundenrat görevleridir. Son dönemde bu tezi geliştirdim ve doğruluğuna inanıyorum. Sömürge Kürt ve Kürdistan yerine bu terimin çarpıcı gerçekliği daha çok izah edeceği kanısındayım. Bu benim kavramsal çalışmamın yeni bir boyutudur. Bu boyut Kürt ve Kürdistan’da olup bitenleri daha çarpıcı ve gerçekçi ifadelere kavuşturabilir. 

Bununla birlikte Kürtlerde gerçeklikten müthiş bir kaçış var. Unutmayalım, halen bu kaçışı yaşıyorsunuz. Kürtlük olgusu sizde bir kaçış halindedir. Benim Kürtlere yönelik bir önderlik tarzım var. Bu kaçışların ne anlama geldiğini nasıl öğretebilirim, kaçışlarını nasıl durdurabilirim diye uğraştım, uğraşıyorum. Ben hem öğretirim hem de bu kaçışın bedelini ödetirim.

Böyle bir önderlik tarzım var. Sen Kürtlükten kaçamazsın. Kürtlük öyle kaçılacak bir şey değil. İnanılmaz numaralara başvuruyorsunuz, kırk takla atıyorsunuz, beni kandırmaya çalışıyorsunuz. Aynı şeyi devlet için de söyledim. Beni kandıramazsınız! Ne yaparsanız yapın, karşınızda kandırılacak bir Apo yok. Bunu PKK’ye, size 50 yıldır söylüyorum. İstediğiniz kadar beni mesihleştirin, canavarlaştırın kurtulamazsınız. 50 yıldır Önderlik böyle bir şeydir. 

Devlet bu masayı niye kurdu? Ve sizleri bu masada neden nasıl birleştirebildik? Bu ciddi bir buluşmadır. Bir Kürt buluşmasıdır ve devletin Kürt kelimesini bile en ağır şekilde cezalandırdığı bir süreçten geliyoruz. İçinde oldukça çeşitli anlamlar barındırıyor. Nasıl realize edileceğini değerlendiriyoruz. Buraya nasıl gelindiğini, bunun için nasıl mücadele edildiğini en iyi bilen benim. Bizim en değme kadrolarımız bile bunu halen anlamaktan uzaktırlar. Bu nedenle yaratıcı olamıyorlar. Bir önderlik sergileyemiyorlar. Canını vermekten, ölümden çekinmiyor ama gerçeğe yanaşmak istemiyor. Bunun gerisinde, Kürt gerçekliğinin sömürge bile değil, çöplük karakterinden gelmesi vardır.

Afrika’da sömürgeleştirilmişti. Ama şimdi hepsi birer ulus devlet adeta. Latin Amerika da öyle. Ama Kürt gerçekliğinde böyle bir şey yok. Kürdün ne olduğu belli değil. Geleneksel midir, modern midir? Bir nevi trajik bir gerçeklik haline gelmiş. Bu da sanıldığı gibi dıştan bir baskı sonucu değil içsel nedenlerden kaynaklı bir sonuçtur. Bunu deşifre etmede benim geliştirdiğim strateji ve taktiklerin rolü belirleyicidir. 

Kürdistan coğrafyası ilk defa Sümerler tarafından ‘Kürtler, Hurriler, Urlar’ şeklinde ifade bulmuş. Bu şekilde ilk mekânsal tanımdır. Dünyanın hiçbir tarafında ülke tanımı yokken ilk defa Sümerler tarafından burası tanımlanmıştır. Daha sonra Kurdia diye Yunan tarih yazımında geçer. Herodot tarihinin neredeyse yarısı Kürdistan gerçekliğini konu edinmişti. Yunan toplumu Medlere özenti halindedir. -Ki Medleri taklit ederler. Demokrasilerini bile buradaki duyarlılıktan türettiler. Ortaçağ’da Arap İslam devrimiyle birlikte Kürt kavramı tamamen yerleşti. Selçuklular da ilk defa Kürdistan kavramını siyasi bir olgu haline getirdiler. Sultan Sencer kendi merkezini Hemedan (Ekbatan) olarak ifade ederken Ekbatan’ın merkezlik ettiği ülkeye de Kürdistan diyor. Kürdistan bir yönetim biriminin adı olarak ilk defa Sultan Sencer ile anılmaya başlanıyor. Türk hakanı Kürdistan’ı inşa ediyor. Buradan vardığım sonuç; acaba Selçuklu Sultanı Kürt sultanı değil midir? Merkezi Ekbatan’dadır, veziri Nizamülmülk’e “git” diyor “benim ailemi koru.” Hatta “yenilirsem Hemedan’a çekileceğiz” diyor.

Malazgirt savaşı da Hemedan’a dayalı yürütülüyor. Yani Alparslan bir Kürt emirliği olarak savaşıyor. Bu da yeni tarih anlayışının bir ipucudur. Alparslan bir Türk emiri olmaktan çok bir Kürt emiridir. Ailesi Hemedan’da, veziri orada. Peki, bu bilgiler ışığında Selçukluları nasıl değerlendireceğiz? Bu bir Türk emirliği midir, Kürt emirliği midir? Bunu daha da araştırmak, tartışmak gerekiyor. Ağırlıklı olarak bir Kürt Önderliği olduğu kanısı oluşuyor. Şu anda da Hemedan’da kent nüfusunun yarısı kadar Türkmenmiş. Şimdi ağırlıklı olarak Kürtleşmişlerdir.

Emirliklerden Mervani ve Şeddadiler dikkat çekicidir. Mervaniler Dicle-Fırat arasındaki bölgenin Kürtleşmesini ifade eder. O da İslam’la birlikte gelişiyor. Selçuklular’da bu durum var. Alparslan Mervani emirliğinin silahlı gücünü yanına alıp Malazgirt’te ortak savaş gücüyle Bizans’a karşı savaşır. Alparslan bir askeri komutandır, etrafı Kürtlerle doludur. Ahlat da emirliktir, Kürtler o dönem Bizans’la hareket etse Alparslan’ın kazanması mümkün olmazdı. Yüzde yüz Kürt ittifakıyla başaran bir savaş. 1050-1060’lardan itibaren Kafkasya’nın güneyinde Şeddadiler ile Selçuklular kesin bir ittifak yapıyorlar. Bizanslılar karşısında ne tek başına Şeddadiler ayakta durabilir nede Selçuklular adım atabilirdi. İkisi tarihsel bir ittifak kuruyorlar. Bu tarihsel ittifakın ilk ürünü Bizans’ın idaresindeki Ermeni Krallığına karşı 1064’te sefer düzenleyip Ani ve Kars’ın alınmasıdır. Bu savaştan sonra Ani Manuçehr’e, Kars ise Tuğrul’a verilir. Kalıntı olarak Ani’de bugün de Manuçehr Camisi vardır. 

Yavuz Sultan Selim ile İdris-i Bitlisi ittifakı çok önemlidir. Osmanlının Ortadoğu imparatorluğu haline gelmesinde rol oynayan Ridaniye, Mercidabık, Çaldıran savaşları Kürt-Osmanlı ittifakının ürünüdür. Kürtler imparatorluğun asıl kurucu unsurlarından biridir.

Çelebi Mehmet babası esir düştükten sonra kaçarken Amasyalı Beyazıt Paşa onu sırtlayıp Amasya’ya kadar götürmüş. Bu da bir Kürt paşasıymış. Bu belki simgesel bir olaydır. O dönem Amasya’da Şeddadilerin Kutluşahlar kolu yönetici ailedir. Çelebi Mehmet de Osmanlıyı fetret devrinden çıkartan padişahtır. İstanbul’un alınmasını teşvik eden Molla Gurani, Akşemsettin de Kürt’tür. Kurtuluş Savaşı’ndan bahsetmeme gerek bile yok. Mustafa Kemal bu savaşı İzmir’den, Trakya’dan değil de Erzurum, Silvan gibi Kürt coğrafyasından başlatıyor. Kurtuluş savaşının Kürt-Türk ittifakıyla kazanıldığı inkara gelmez bir hakikattir. Sonuç; bildiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’dir. Cumhuriyetin asli kurucusu olan Kürtler Cumhuriyet kurulduktan bir yıl sonra yok sayıldı, Kürt kimliği yasaklandı. Böylece Sümerlerden bu yana varlıkları tarihsel kayıtlarda bulunan Kürtler Cumhuriyetle birlikte yok sayılıyor. 

PKK bu inkarı büyük bir direnişle boşa çıkardı; Kürt kimliği gerçekliğini tarihsel-toplumsal bakımdan açığa çıkardı ve dost düşmana kabul ettirdi. Ama bu inkarın sizde yaşanan sonuçları hala tümüyle aşılmadı. Halen kendi gerçekliğinizden kaçıyorsunuz. Ben hepinizin kimliğinde, kişiliğinde böyle bir tehlike görüyorum. Sağlıklı, oturmuş bir kişilik ve kimlik görmüyorum sizde, göremiyorum. Bu iş sadece direnişle olmaz. Yeninin inşasında devrimci kültür, demokratik kurumların teşekkülü, demokratik ulus kurumları, inceleme araştırma kurumları, dil kurumları kesin bir rol oynayacak. Bunlar kapitalizmle olmaz. Kürt toplumu antikapitalist olmalı. Kürtler kendilerini demokratik ulus, eko-ekonomi ve komünalite üzerinden özgürleştirecek, kalıcı bir yaşamı inşa edip kesinleştireceklerdir. Bu da tabi ki inşa ve kendini var etme mücadelesi ile sağlanacaktır. Dışa yönelik, dış baskıya yönelik direniş de başarıldı. PKK’nin miadını doldurmasının bir nedeni de dışa dönük direnişi başarmış olmasıdır. Bundan sonra direniş ve mücadele içe yönelik olacaktır. Önümüzdeki dönem kendini inşa dönemi olacaktır. Bu da Barış ve Demokratik Toplumu gerektirir. Şimdi bir eşikteyiz. 

6- PKK VE FESİH 

90’ların başında reel sosyalizmin çöküşüyle PKK ideolojik zeminini yitirdi. Zira PKK reel sosyalist mücadele perspektifine göre örgütlenmişti. Programı, stratejisi, taktiği vb. reel sosyalist ilkeler üzerinden şekillenmişti. Bu anlamda PKK 90’larla birlikte ideolojik bunalıma girdi. Fakat bu bunalıma rağmen sosyalizm tandanslı ulusal kurtuluşçu damarı üzerinden ayakta kaldı. Hareketimizin yeni ve gelişmekte olması ile ulusal kurtuluşa duyulan ihtiyaç ve motivasyon onu ayakta tuttu. Bu doğrultuda devam ettik, ettirdik. 

Reel sosyalizmin aşıldığını biliyorduk ama onun yerine ne koyacağımızı bilmiyorduk. Bu nedenle 1990-2000 arası zamanı ideolojik bakımdan bunalımlı geçirdik. 1998 yılında ‘ben böyle bir partiden istifa ediyorum’ demiştim. Bunun nedeni partideki ideolojik bunalımı aşamamış olmamızdı. İmralı sürecinde tüm bu sorunları da içeren kapsamlı bir yoğunlaşma sürecine girdik. Bu yoğunlaşmalarımızı Beş ciltlik kitapla sonuçlandırdık. Söz gelimi sosyalist mücadele stratejisini vb. yeniden tanımladık. İdeolojik, stratejik yeniden yapılanma için önemli bir külliyat oluşturduk. 

PKK’nin içini bayağı eleştireceğiz ve özeleştiriler gelişecek. 50 yıllık mücadele olumlu-olumsuz muazzam bir eleştiri-özeleştiri süzgecinden geçirilir. Sosyalizmde yaşanan tıkanma geneldir ve bu yönlü kimi arayışlar var. Ama bunalım devam ediyor. Bizim geliştirdiğimiz sosyalizm analizleri ülke dışında da kimi sosyalist, entelektüel çevrelerde de ilgi görüyor, aydınlatıcı bulunuyor. 

Fesih meselesi bizim için yeni bir gündem değil. Devlet katında da böyle bir talebi görünce karşılık verdim. Sorunun çözümü için gerekli ideolojik-politik birikim ve pratik ağırlığa sahip olduğumu belirttim. Nitekim altı aydan bu yana bu sorularla uğraşıyoruz ve bugüne getirdik. Bu konuda fazla açmaya gerek yok. İç eleştiri-özeleştirinin yeniden ve köklü olarak yapılması gerekiyor; hele de fesih kongresi süreci yaşanacaksa. Bu kongre epey bir zaman da alabilir. Sorun tek başına fesih de değildir. Onu olumlu olumsuz yönleriyle aylarca tartışmak gerekir. Hemen onun yerine yeni bir şey koymaya gerek yok, yeniden yapılanma demeye de gerek yok. Çünkü sadece bir yapıdan bahsetmiyoruz. Köklü bir kişilik ve zihniyet dönüşümünden bahsediyoruz. Yeniden yapılanma en çok böyle mümkün olabilir. Bunun için de herhalde birkaç ay gerekiyor. Sürecin sağlıklı gelişimi ve sonuca ulaşması için aceleye getirmemek lazım. Hükümet veya devlet bunu hemen silahsızlanma olarak lanse etmek istiyor. Bunun böyle konulması doğru değil. Doğrusunu biz ortaya koyacağız. Yeni bir dönem sözümüz, talebimizdir. Ama bu sadece onların istediği gibi olmaz. Bizim bu konuda hem teorik hem politik yürüyüşlerimiz oldukça olgunlaşmış, tecrübe birikimlerimiz oluşmuştur. PKK’nin feshi konusunu değerlendirmede, bu açmazı çözümlemede ve hatta fesih kongresini gerçekleştirmede zorlanacağımız söylenemez. Dediğim gibi uzun süredir başlatılmış bir dönüşüm çalışması var. 

7- YENİ DÖNEM PERSPEKTİFLERİ 

PKK reel sosyalist ideoloji ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi temelinde örgütlenmiş, mücadele stratejisi ve taktiği buna göre düzenlenmiş bir hareket olarak doğup gelişti. Birleşik Bağımsız Kürdistan hedefi esastı. Bu hedefi sosyalizmin amentüsü olarak kabul etmiştik. Fakat hem reel sosyalizmin çöküşü hem de reel sosyalist perspektifle gelişen ulus devletlerin yüzyüze kaldığı gerçekliği çözümleyince bu modelin sosyalizmle de ulusun kurtuluşuyla da bir ilişkisinin olmadığını gördük. Bilakis sosyalist perspektifle inşa edilmiş olsa da ulus devlet kapitalizmine hizmet etmiştir. Ve bu model kapitalist bir modeldir. 

Sosyalist ideoloji üzerine yoğunlaşmamızın ve onu demokratize etme girişimimizin nedeni budur. Aslında sosyalizme demokratik demek de tam oturmuyor. Çünkü sosyalizm zaten demokratik olmalı. Fakat reel sosyalizm devlet iktidarını ele geçirme ve devleti proleterleştirme yani proletarya diktatörlüğü yönelimli olduğu için demokratik özü zayıftır. Demokratik sosyalizm ifadesini bu nedenle kullanma ihtiyacı duyduk. 

Ulus devlet karakteristik olarak iktidarcıdır. İktidarın proletarya veya burjuvazinin elinde olması politik açıdan fark yaratabilir, fakat ürettiği egemenlik kültürü bakımından değil. Ayrıca sınıfa karşı sınıf mücadelesi de yanlıştır. Sadece sınıfa dayalı toplumsal bölünmeyi derinleştirir. Sınıfa karşı sınıf savaşımı yerine devlete karşı komün ikilemini ikame ettik. Ulus devlet sosyalizme terstir, onu yozlaştırır. Bu nedenlerle biz ulus devlet fikrini de, hedefini de ters yüz ettik. Bunun yerine demokratik ulus dedik. 

Bizim yeni dönem perspektifimiz demokratik ulus, eko-ekonomi ve komünalizm temelinde toplumun yeniden inşasıdır. Bu inşanın felsefi temelleri, ideolojik boyutları ve ayrıntılandırılmış toplumsal bünyede vücuda gelmesi için gerekli kavramsal-kuramsal çerçeveyi geliştirme sorumluluğu önümüzde duruyor. Çalışmamızın devamında bütün bu konuları ana ve ara başlıklar altında ele alacağız. Bu bağlamda hem programsal hem de stratejik-taktik çerçevesini belirlemeye çalışacağız.

Son çağrımız Barış ve Demokratik toplum çağrısı oldu. Bu ilanın Türkiye Cumhuriyeti devletinin icazetiyle yapılması enteresan ve önemlidir. Çünkü barış karşısında mücadele ettiğin devletle olabilir ancak. Demokratik Toplum bu devletle diyalog içinde inşa edilebilir. Bunun adı demokratik uzlaşma oluyor. Çağrımızda bu da vardı zaten. 

Hiç kuşkusuz tarafların niyetleri farklı olabilir. Ama atılan adım veya yapılan çağrı öz olarak doğrudur. Tarafların durumu da bunun doğru olduğunu gösteriyor. Benim açımdan kongre çoktan bitmiştir. Ama kadro gücümüz de bunu gündeme alarak resmileştirecektir. Problem çıkacağını sanmıyorum. Daha önemlisi bu geleceğin ideolojik temellerini, pratik programını ve stratejik taktik boyutlarını geliştiriyoruz. Demokratik toplum bu dönemin siyasi programıdır. Devleti hedeflemez. Demokratik toplumun siyaseti demokratik siyasettir. Komünün kendisi de demokratik komündür. Bunların birbirinden ayrılması doğru olmaz. Komün toplumu demokratiktir. Güncel topluma demokratik toplum demek gerekir. Demokratik sosyalizm de demokratik toplumculuk anlamına gelir. Devletin nasıl bir tarihi varsa komünün de bir tarihi vardır. Komün konusu hayli dikkatimi çekiyor. Bu önemine binaen uzun uzun irdeleme gücünü göstereceğimizi düşünüyorum. Halkların özgür yaşamı komünle mümkündür. Ulus devlet nasıl kapitalizm silahı ise halkların kurucu ilkesi ve silahı da komündür. Belediyeler üzerinden de bu komünal toplum örgütlenebilir. Teorik ve pratik olarak bu mümkün. Ancak özenle ve gerçek bir antikapitalist mücadeleyle mümkündür. Kurucu kadronun kafası karışıksa, iradesi çarpıtılmışsa bu olmaz. 

Bunu önce Türkiye Cumhuriyeti ile başarmayı önemsiyoruz. Mevcut görüşmelerimiz işi bu noktaya taşıdı. Bu önemli bir aşamadır. Bu toplantılarımız bile belki de çözümün yarısıdır. Bundan sonra da özlü ve değerli bir çaba gerektirecek. Başarıya dair inancım ve umudum yüksektir. Bunun başarıya ulaşması sadece Kürt, Kürdistan için değil, bölge için de önemli başarılara yol açacaktır. Burada ulaşılacak bir başarı Suriye, İran ve Irak’a da yansıyacaktır. Türkiye Cumhuriyeti için de hem kendisini yenileme, demokrasiyle taçlanma hem de bölgede öncülük yapma şansı oluşacaktır. 

Süreç karşıtlarının hiçbir değer ifade etmediğini belirtebilirim. Yenik düşeceklerdir. Fakat bunun aşılması da taraflara sorumluluklar yükler. Bu sürecin bölgesel sonuçlarının yanısıra enternasyonal sonuçları da olacaktır. Bölge konfederalizmi mutlak bir gereklilik olarak ön plana çıkıyor. İsrail- Filistin çatışması, mezhep çatışmaları, ulus-devlet çelişkilerinin panzehiri Demokratik Konfederalizm’dir. 

Bu çözüm aynı zamanda yeni bir enternasyonali de gerektiriyor. Dostlarla, ertelemeden bir enternasyonal çalışması başlatmak doğru ve tarihi bir adım olacaktır. 

Abdullah Öcalan 

25 Nisan 2025″

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
k_zg_n
Kızgın
0
_a_rm_
Şaşırmış
https://devrimcidusun.org/wp-content/uploads/2021/04/1.png
Giriş Yap

Devrimci Düşün Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Uygulamayı Yükle

Uygulamamızı yükleyerek içeriklerimize daha hızlı ve kolay erişim sağlayabilirsiniz.