I. Reformlar mı? Devrim Mi? II. Tarihsel Materyalizm – Georges Politzer

I. REFORMLAR MI? DEVRİM Mİ?

Toplumdan sözedilirken şöyle denir: reformlar mı yapmalı, yoksa devrim mi? Kapitalist toplumu, sosyalist [sayfa 185] topluma dönüştürmek için, bu amaca, birbirini izleyen reformlarla mı, yoksa ani bir dönüşümle, yani devrimle mi ulaşmak gerekeceği konusunda tartışılır.

Bu sorun karşısında, daha önce öğrendiklerimizi anımsayalım. Her dönüşüm, birbirine karşı güçlerin savaşımıdır. Eğer bir şey gelişiyorsa, bu, her şey bir karşıtlar birliği olduğuna göre, kendi içinde kendi karşıtını taşımasındandır. Karşıtların savaşımı ve bir şeyin başka bir şeye dönüşmesi saptanılır. Peki bu dönüşüm nasıl olur? Burada, yeni bir sorun ortaya çıkar. Düşünülebilinir ki, bu dönüşüm, azar azar, bir dizi küçük dönüşümlerle gerçekleşir: yeşil elma, ilerleyen bir dizi küçük deşiþikliklerle olgun elma haline dönüşür.

Pek çok kişi, bunun gibi, toplumun yavaş yavaş dönüştüğünü, bir dizi böyle küçük dönüşümlerin sonucu olarak kapitalist toplu-mun, sosyalist topluma dönüşeceğini düşünür. Bu küçük dönüşümler, reformlardır ve bunların tümü, bu derece derece gerçekleşen küçük değişimlerin toplamı, bize, yeni bir toplum verecektir.

Bu teoriye, reformculuk denir. Bu teorilerden yana olanlara da, reformlar istedikleri için değil, reformların yeterli olduğunu ve bu reformların birikerek yavaş yavaş belli olmadan toplumu dönüştüreceğini düşündükleri için, reformcu adı verilir.

Bu teorinin, ne derece doğru olduğunu araştıralım:

Siyasal kanıtlama

Olaylara, yani başka ülkelerde yapılanlara bakarsak, bu sistemin, denendiği yerlerde başarılı olmadığını görürüz. Kapitalist toplumun dönüşümü bir tek ülkede başarılmıştır: SSCB’de; ve görüyoruz ki, bu, orada da, bir dizi reformlarla değil, devrimle olmuştur. (Makale kaleme alındığında henüz Çarlık Rusyası dışında bir ülkede devrim gerçekleştirilmemişti.)

Tarihsel kanıtlama

Genel bir biçimde şeylerin, küçük değişikliklerle, reformlarla dönüştükleri doğru mudur?

Gene olaylara bakalım. Tarihsel değişmeleri incelersek, [sayfa 186] bunların belirsizce oluşmadığını ve sürekli olmadığını görürüz. Bir an gelir, değişme, küçük değişiklikler yerine, ani bir sıçrayışla yapılır.

Toplumlar tarihinde kaydettiğimiz çarpıcı olaylar, ani değişiklikler, devrimlerdir.

Diyalektiği bilmeyenler bile, zamanımızda, tarihte zorlu değişmelerin meydana gelmiş olduğunu bilirler; bununla birlikte, 17. yüzyıla kadar, “doğanın sıçramalar yapmadığı”, atlamalar yapmadığı sanılıyordu; değişmelerin sürekliliği içindeki ani değişiklikleri görmek istemiyorlardı. Ama bilim işin içine karıştı ve olgular gösterdi ki, değişmeler ani olmaktadır. 1789 Devrimi, insanların gözlerini daha iyi açtı; bu devrimin kendisi, geçmişle ansızın kopmanın apaçık bir örneğiydi. Ve bundan sonra, tarihin bütün kesin belirleyici aşamalarının, önemli, sert, ani altüst oluşlar olduğunun farkına varıldı. Örneğin: şu ve bu devlet arasındakiler ne kadar dostça olursa olsun, giderek soğuyor, gerginleşiyor, iyice kötüleşiyor, bir düşmanlık niteliği kazanıyordu – ve olayların sürekliliğinde ani kopuş, yani savaş geliyordu. Ya da Almanya’da 1914-1918 Savaşından sonra, faşizm derece derece yükseldi, sonra bir gün Hitler iktidarı aldı: Almanya yeni bir tarihsel aşamaya girdi.

Bugün, bu ani değişiklikleri yadsımayanlar, ileri sürerler ki, bunlar raslantılardır; bir raslantı, olan ve olmayabilir olan bir şeydir.

Toplumların tarihindeki devrimler işte böyle açıklanır. “Onlar birer raslantıdır”.

Örneğin Fransa tarihiyle ilgili olarak, Fransız Devriminin meydana gelişi, XVI. Louis’nin zihniyetiyle ve zayıf, yumuşak bir adam olmasıyla açıklanır; “güçlü bir adam olsaydı, bu devrim olmayacaktı” denir: Hatta, eğer, Varennes’deki yemeği o kadar uzun sürmeseydi onu tutuklayamayacaklardı ve tarihin akışı değişmiş olacaktı, diye yazılır. Demek ki, Fransız devrimi bir raslantıdır, denir. [sayfa 187]

Diyalektik; tersine, devrimlerin zorunluluğunu kabul eder. Elbette ki, sürekli değişmeler vardır, ama bunlar, birikerek, sonunda ani değiþiklikler meydana getirmeye başlarlar.

  • Bilimsel kanıtlama. Su örneğini alalım. Sıfır dereceden başlayalım ve suyun ısısını, 1, 2, 3 derecelerden 98 dereceye kadar yükseltelim: değişme süreklidir. Ama bu böyle sonsuzcasına sürebilir mi? Daha çıkalım, 99 dereceye gelelim; ama 100 dereceye geldik mi ani bir değişme göreceğiz: su, buhar haline dönüşür.

Eğer ters yönde, 99 dereceden 0 dereceye doğru inersek, gene sürekli bir değişme olacak, ama bu yönde de sonsuzcasına inemeyiz, çünkü 0 derecede su, buz haline dönüşür.

1 dereceden 99 dereceye kadar su, daima su olarak kalır, yalnızca ısısı değişir. Bu, nicel değişiklik denilen değişmedir ve “ne kadar?” sorusuna, yani suda “ne kadar ısı var?” sorusuna karışılık verir. Ama su, buz ya da su buharı haline dönüştüğü zaman, burada, bir nitel değişiklik vardır, bir nitelik değişmesi olmuştur. O, artık su değildir, buz ya da buhar olmuştur.

Bir şeyin yapısı değişmediği zaman, nicel bir değişiklik vardır (su örneğinde ısının bir derece değişmesi, bir yapı değişmesi olmadığı gibi). Ama şey, yapısını değiştirirse, yani şey başka bir şey olursa, buradaki değişme nitel değişikliktir.

Öyleyse görüyoruz ki, şeylerin evrimi sonsuzcasına nicel olamaz; şeyler dönüşürken, sonunda, nitel bir değişikliğe uğrarlar: Nice-lik, nitelik haline dönüşür. Bu, genel bir yasadır. Ama, gene her zaman olduğu gibi, yalnızca bu soyut formülle yetinmemek gerekir.

Engels, Anti-Dühring’in “Diyalektik, Nicelik ve Nitelik” bölümünde, doğa bilimlerinde olduğu gibi, her şeyde, “nicel değişmenin bazı noktalarında, birdenbire nitel bir dönüşümün [sayfa 188] oluþtuðu”65 yasasının şaşmazlığının, doğruluğunun gerçeklendiğini bize anlatacak pek çok örnek verir.

İşte Fransız Ansiklopedisi’nin VII. cildinde H. Wallon’un (Engels’i kaynak göstererek) verdiği yeni bir örnek: Sinirsel enerji bir çocukta birikerek gülmeye yol açar; ama eğer gülme büyümeye devam ederse, gözyaşı krizine dönüşür; böylece çocuklar coşarlar, aşırı uyarılmış bir duruma gelirler, fazla gülerler ve sonunda ağlamaya başlarlar.

Son olarak, iyi bilinen bir örneği, herhangi bir seçim için adaylığını koyan bir adam örneğini vereceğiz. Eğer salt çoğunluğu elde etmek için 4.500 oy gerekli ise, aday 4.499 oyla seçilmemiş olur; bir adaydı, bir aday olarak kalır. Bir oy daha aldığında, bu nicel değişiklik, nitel bir değişmeyi belirler; çünkü adayken, seçilmiş olur.

Bu yasa, reformlar mı, devrim mi sorusunun çözümünü getirir bize. Reformcu şöyle der: “Ancak raslantılar sonucu olabilir şeyler istiyorsunuz, ütopyacısınız siz.” Olmayacak şeyleri düşleyenlerin kimler olduğunu, bu yasa, bize, çok iyi gösteriyor. Doğa olaylarının ve bilimin incelenmesi bize gösterir ki, değişmeler sonsuzcasına sürekli değildir, ama belirli bir anda, değişme, ani olur. Bunu, biz keyfimize bağlı olarak ileri sürmüyoruz; bunu, bilim, doğa, gerçek ortaya çıkarıyor. Bu ani değişiklikte, bizim nasıl bir rol oynadığımız sorulabilir.

Diyalektiği tarihe uygulayarak, bu soruyu yanıtlayacak ve bu sorunu geliştireceğiz. işte diyalektik materyalizmin çok ünlü bir bölümüne, tarihsel materyalizme gelmiş bulunuyoruz.

II. TARİHSEL MATERYALİZM

Tarihsel materyalizm nedir? Diyalektiğin ne olduğu bilindiğine göre, tarihsel materyalizm, kısaca, bu diyalektik [sayfa 189] yöntemin insan toplumlarının tarihine uygulanmasıdır, diyebiliriz.

Bunu iyi anlamak için, tarihin ne olduğunu belirtmek gerekir. Tarih diyen, değişme ve toplumda değişme der. Toplumun bir tarihi vardır ve o, bu tarih boyunca, sürekli olarak değişir; biz, bu akış içinde büyük olayların ortaya çıktığını görüyoruz. O zaman şöyle bir durum ortaya çıkar: mademki, tarihte, toplumlar değişiyor, bu değişiklikler nasıl açıklanır?

Tarih nasıl açıklanır?

İnsan kendi kendine şöyle sorar: “Savaşların yeniden ortaya çıkmasının nedeni ne olabilir? İnsanlar, barış içinde yaşayabilmeliydiler!”

Bu sorulara materyalistçe yanıtlar vereceğiz.

Savaş, bir kardinalin açıklamasına göre tanrının bir cezasıdır; bu, idealistçe bir yanıttır, çünkü olayları, tanrı ile açıklamaktadır; bu, tarihi, ruh yoluyla açıklamak demektir. Buna göre, tarihi yaratan ve yapan ruhtur.

Tanrısal iradeden sözetmek de, gene idealistçe bir yanıttır. Hitler de, Mein Kampf’ında(Kavgam’da), tarih, tanrısal iradenin eseridir diyor bize, ve doğum yerini Avusturya sınırına koyduğu için bu iradeye teşekkür ediyor.

Tanrıyı ya da tanrısal iradeyi, tarihin sorumlusu olarak göstermek, kolay bir teoridir: insanlar hiçbir şey yapamazlar ve dolayısıyla, savaş karşısında elimizden hiçbir şey gelmez, buna razı olmak gerekir!

Bilimsel açıdan, böyle bir teoriyi savunabilir miyiz? Bu teorinin tanıtını, olgularda bulabilir miyiz? Hayır.

Materyalist, bu tartışmada, ilkin, tarihin, tanrının eseri olmadığını, ama insanların eseri olduğunu olumlar. Öyleyse, insanlar, tarih üzerinde etkili olabilirler ve savaşı önleyebilirler.

Tarih insanların eseridir.

“İnsanlar, her biri bilinçli olarak istedikleri kendi amaçlarını izleyerek, bu tarih nasıl bir biçim alırsa alsın, kendi tarihlerini yaparlar, ve işte bu başka başka doğrultularda etki yapan sayısız iradenin ve bunların dış dünya üzerindeki çeşitli yankılarının bileşkesi, tarihi oluşturur. Öyleyse burada da önemli olan sayısız bireyin ne istediğidir. İrade, tutku ile ya da düşünme ile belirlenir. Ama, kendileri de doğrudan tutkuyu ya da düşünmeyi belirleyen araçlar çok değişik niteliktedir. … Öte yandan, … etkin insanların beyinlerinde hangi tarihsel nedenlerin bu güdülere dönüştüğünü kendi kendine sorabilir insan.”66

Engels’in bu metni, bize, insanların, kendi iradelerine göre davrandıklarını, ama bu iradelerin hep aynı yönde olmadığını söylüyor. Öyleyse insanların eylemlerini belirleyen, bunları yapan nedir? Onların iradeleri, niçin aynı yönde olmuyor?

Bazı idealistler, tarihi, insanların eylemleri yapar ve bu eylem onlarýn iradesinin sonucudur demeye razı olacaklardır: bu, işi, eylemi belirleyen iradedir, bizim irademizi belirleyen ise düşüncelerimiz ya da duygularımızdır. Bunun arkasında þu süreci buluyoruz: fikir-irade-eylem, ve işi, eylemi açıklamak için, belirleyici neden olan fikri araştırmak üzere ters bir yön izleyeceğiz.

Burada hemen belirtelim ki, büyük adamların ve öğretilerin etkisi yadsınamaz, ama bunu açıklamaya gerek vardır. Bunu açıklayan, fikir-irade-eylem süreci değildir. Bunun gibi, bazıları, 18. yüzyılda, Diderot ve ansiklopedicilerin, halk içinde, insan hakları teorisini yayarak, bu fikirlerle insanların iradesini ayarttıklarını ve onları kazandıklarını, bu insanların da sonuç olarak, devrimi yaptıklarını ileri sürerler; [sayfa 191] aynı şekilde, SSCB’de de, Lenin’in fikirleri yayılmıştı, insanlar bu fikirlere uygun olarak davrandılar, eylemde bulundular, derler. Bundan, devrimci fikirler olmasaydı, devrim de olmazdı sonucu çıkar. Bu görüş, tarihin devindirici gücü büyük önderlerin fikirleridir, tarihi büyük önderler yapar diyen görüştür. Action Française’in formülünü bilirsiniz: “Fransa’yı 40 kral yaptı”; öte yandan, kralların pek fazla “fikir”leri olmadığı da eklenebilirdi.

Bu soru hakkında, materyalist bakış açısı nedir?

Yüzyıl materyalizmi ile çağdaş materyalizm arasında birçok ortak noktalar bulunduğunu, ama eski materyalizmin idealist bir tarih teorisi olduğunu görmüştük.

İster açıkça idealist olsun, ister tutarsız bir materyalizmin arkasına gizlenerek idealist olsun, şimdi gördüğümüz ve tarihi açıklama havasındaki idealist teori, hiçbir şeyi açıklamaz. Çünkü, eyleme iten nedir?

“Eski materyalizm” diyor Engels “her şeyi eylemin gü-dülerine göre yargılar, tarihsel bir etki oluşturan insanları soylu olan ve soylu-olmayan ruhlar olarak ayırır, ve sonra da düzenli olarak soyluların hep aldandıklarını, soylu olmayanların da galip geldiklerini saptar, eski materyalizme göre tarihin incelenmesinden hiçbir ders alınamayacağı düşüncesi de bundan ileri gelir, ve bize göre ise, tarih alanında; eski materyalizm kendi kendisiyle uyumlu değildir, çünkü devindirici güçlerin ardında ne olduğunu, devindirici güçlerin kendi devindiricilerinin de neler olduklarını inceleyeceğine, tarihte etkin ülküsel (idéales) devindirici güçleri son nedenler olarak alır.”67

İrade, fikirler, ileri sürülür. Ama niçin 18. yüzyılın filozofları, açıkça bu fikirdeydiler? Eğer marksizmi ortaya koymaya çalışsalardı, onları kimse dinlemezdi, çünkü o çağda, insanlar, bunu kavrayamazdı. Yalnız fikirlerin verilmesi yetmiyor, [sayfa 192] bunların kavranılması da gerekir; öyleyse fikirleri kabul edecek ve ayrıca onlara biçim verecek belirli çağlar vardır.

Daima söylüyoruz ki, fikirlerin büyük bir önemi vardır, ama onların nereden geldiğini görebilmeliyiz.

Şu halde, bu fikirleri veren nedenlerin neler olduğunu, son tahlilde, tarihin devindirici güçlerinin neler olduğunu araştırmalıyız.

[sayfa 193]

OKUMA PARÇALARI

Friedrich Engels, Anti-Dühring, Onikinci Bölüm, “Diyalektik, Ni-celik ve Nitelik”, s. 191-203.

  • F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 47-48.

*Yukarıdaki kısımlar Georges Politzer’in Felsefenin Başlangıç İlkeleri adlı kitabından alıntılanmıştır.

Exit mobile version