TMMOB’den Madencilik Yasa Teklifine Tepki

Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sunulan yasa teklifi, zeytinlikler ve ormanların madencilik faaliyetlerine açılmasını öngörüyor; TMMOB, çevresel tahribat endişesiyle karşı çıkıyor.

tmmob

ANKARA – Halkın sahip olduğu zeytinlikler, meralar, ormanlar ve tarım arazilerinin hibe edilmesine olanak tanıyan yasa tasarısına yönelik tepkiler devam ediyor.

Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB), Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulan “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” (Esas No: 2/7335) ile ilgili bir görüş yayımladı.

TMMOB’un açıklamasında, “Bu teklifte madencilik faaliyetlerinin her durumda gerçekleştirilmesine dair düzenlemeler yapılmış ve olumsuz görüş seçeneği zımnen ortadan kaldırılmıştır” ifadesi yer alıyor. Bu durum, doğanın tahrip edilmesine dikkat çekmekte ve tepkiler doğurmaktadır.

TMMOB’un belirtilen kanun teklifiyle ilgili görüşleri şu şekilde:

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulan “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” (Esas No: 2/7335), yenilenebilir enerji yatırımlarında iklim hedeflerine ulaşma ve enerji yatırımlarını kolaylaştırma iddiasıyla hazırlanmıştır.

Teklif, 3213 sayılı Maden Kanunu’nun yanı sıra, 2872 sayılı Çevre Kanunu, özel kanun niteliğindeki 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun, 4342 sayılı Mera Kanunu, 6831 sayılı Orman Kanunu, 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Turizmi Teşvik Kanunu ile 3194 sayılı İmar Kanunu, 5403 sayılı Toprak Koruma Kanunu, 5346 sayılı Yenilenebilir Enerji Kanunu dahil birçok temel yasal düzenlemede değişiklik getirmektedir.

Demokratik hukuk devletine dayalı bir düzende yasaların açık, belirli, anlaşılır ve öngörülebilir olması gerekmektedir. Ayrıca, halkın parlamentoda etkin temsili, milletvekillerinin, konuyla ilgili kuruluşların, kamuoyunun yasa tekliflerini gereği gibi inceleyebilmesi ve teklife ilişkin görüşlerini açıklayabilmesi ile mümkün olabilir. Oysa ülkemizde sıklıkla karşılaştığımız üzere bir kez daha torba kanun yoluyla değişiklik yapılmak istenmektedir. Değişikliklerin çoğunluğu, çevreyi ve doğal varlıkları etkileyecek olmasına rağmen, açmış olduğu davalar ve yapmış olduğu bilimsel çalışmalarla bugüne kadar hukuka aykırı birçok faaliyeti durduran Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliğinden görüş alınmamıştır. Bunun yanı sıra hiçbir kurum ve kuruluştan görüş alınmadan yapılan düzenlemeler, kamuoyunun gündemin kaçırılmış ve halkın süreçleri katılması olanaksız kılınmıştır. Oysa teklif maddeleri göz önünde bulundurulduğunda yurttaşları yakından ilgilendiren böylesi bir değişikliğin tartışılmaksızın ve torbayasa yoluyla yapılması kabul edilebilir değildir. Bütün bu Yasalaştırma sürecinin, demokratik hukuk devletinde olması gereken nitelikli yasa kavramı ve Anayasa’da var olan hukuk devleti ile bağdaşması mümkün değildir.

Bu değişiklikler, doğal, kültürel varlıkları koruma, çevre ve planlama mevzuatında öngörülen usul ve yükümlülükleri sistemli bir şekilde sermaye lehine devre dışı bırakmaya yönelik bütüncül bir politika tercihidir.

Teklifte, madencilik faaliyetlerinin her koşulda gerçekleşmesi yönünde düzenlemeler yapılmış, olumsuz görüş seçeneği zımni olarak ortadan kaldırılmıştır. Teklifin yasalaşması halinde, neredeyse ülke sathının tamamı, zeytinlik, orman, sit alanı vd. özel kanunlarla korunan alanlar da dahil olmak üzere, hiçbir ayrım gözetmeksizin madencilik faaliyet alanına/açık ocak işletmesine dönüşebilecektir. Özellikle son 20 yıldır, mevcut yasal düzenlemeler varken dahi, vahşi/sömürge madenciliğin kural tanımaz tutumu nedeniyle olumsuz çevresel ve toplumsal sonuçlarını Bergama’dan İliç’e yaşamaya devam ederken böylesine pervasız bir yasa teklifi hazırlanabilmiştir.

Teklifin iklim değişikliği hedeflerini sağlama gerekçesi Türkiye’nin “Ulusal Katkı Beyanı”nda yer verilen taahhütler ve yükümlülüklerle de çelişmekte, boşa düşmektedir. Teklifin bütününde, Ulusal Katkı Beyanında iklim değişikliği ile mücadelede önemli role sahip olduğu, korunacağı ve arttırılacağı belirtilen karbon yutak alanları olan orman alanları, tarım alanları, meralar ve koruma altına alınan ekosistem unsurlarının yok olmasına, arazi vasfının değişmesine, doğal niteliklerini kaybetmesine neden olacak enerji ve madencilik faaliyetlerine açılmaktadır.

Teklifin enerji arz güvenliğini sağlama gerekçesi, mevcut verilerle çelişmektedir. Mayıs 2025 itibarıyla Türkiye’nin 118.721 MW kurulu gücü bulunurken, gerçekleşmiş en yüksek anlık puant yük 58.172 MW’dır. Bu durum, ülkenin önemli bir enerji arz fazlasına sahip olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, “enerji ihtiyacı”nın karşılanması argümanı, aslında önerilen yasal değişiklikleri meşrulaştırmanın ve belirli sermaye gruplarının çıkarlarının önündeki engelleri kaldırmanın gerekçesidir.

Öyle ki, kurumsal varlığına aykırı olarak planlama ve imar konusunda bilimsel, hukuki ve teknik bilgi birikimi olmayan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na imar planı ve ruhsat düzenleyebilme yetkisi verilebilmiş, yanı sıra yapı güvenliği ve çevresel etkileri yok sayılarak ruhsatsız elektrik üretim tesisleri için “imar affı” getirilmiştir.

Teklif bütününde yapılan düzenlemelere rağmen bir projenin uygun bulunmaması/ kurumlar arasında ihtilaf olması halinde de “Kurul” marifetiyle uygun bulunma imkânı sağlanmıştır. Bu düzenlemeyle izin, onay ya da ÇED sürecindeki olumsuz görüşlerin dayandığı diğer mevzuat düzenlemeleri hükümsüz hale gelecektir.

EPDK’ya 2030 yılı sonuna kadar -Cumhurbaşkanı tarafından 5 yıl daha uzatılabilme imkânıyla- acele kamulaştırma yetkisinin verilmesiyle, toplumsal rızayı göz ardı eden mülkiyet hakkını ortadan kaldıran olağanüstü bir uygulama olan “acele kamulaştırma” olağan hale getirilmektedir.

Teklifin bütünü, herhangi bir projenin çevresel etkilerinin belirlenmesi için tek yasal araç olan çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) sürecini işlevsiz hale getirmekte; başta yörede yaşayanları, yerel yönetimleri ve meslek örgütlerini karar alma süreçlerinden dışlamakta; bir gurup yatırımcının haklarını, yani sermayenin çıkarlarını “üstün kamu yararı” adı altında toplumsal faydanın ve çevre hakkının da önüne koymaktadır.

Ülkemizin doğal ve kültürel varlıkları, çevresel koruma mekanizmaları, kamu mülkiyeti, planlama ilkeleri ve sosyal adalet açısından ciddi ve geri dönülmez tehditler taşımakta, doğal yaşama ve kamusal zenginliklerimize kuralsız ve kesintisiz bir saldırı anlamına gelen bu yasa teklifi;

Anayasa’nın temel maddelerine, 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun’a, 4342 sayılı Mera Kanunu’na, 6831 sayılı Orman Kanunu’na, 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu’na, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na, 2872 sayılı Çevre Kanunu’na, Turizmi Teşvik Kanunu’na ve taraf olduğumuz uluslararası çevre anlaşmalarına açıkça aykırıdır.

Temel Düzenlemeler ve Etkileri

Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Süreci zımni olarak ortadan kaldırılmıştır. (Madde 1)

Teklifin 1. maddesinde yapılan düzenlemeyle, halihazırda derin bir sorunlar yumağı olan ÇED süreci tüm projeler için zımni olarak ortadan kaldırılmıştır.

Çevre Kanunu’nun 10. Maddesinde yapılan değişiklik ile “ÇED Gerekli Değildir” kararı yasa metninden çıkarılmış, ilave düzenleme ile de ÇED olumlu kararı beklenmeksizin teşvik, onay, izin ve ruhsat süreçlerine başlanmasına olanak sağlanmıştır.

ÇED Gerekli Değildir” kararının yasa metninden çıkarılmasıyla ÇED Yönetmeliğinin Ek-2’de yer alan ön değerlendirmeye tabi projeler için çevresel etkilere yönelik bir karar mekanizması ÇED süreci dışında bırakılmış, bu projeler için doğrudan faaliyete başlanılabileceği fiili bir durum yaratılmıştır. Ayrıca, EK-1 Listesi’nde ÇED’e tabi projeler bakımından da ÇED olumlu kararı alınmaksızın izin, onay, teşvik ve ruhsat süreçlerine başlanabilmesine olanak tanıyan yeni düzenleme yapılmıştır. Bu yeni düzenlemeyle halihazırda adeta evrak tamamlamaya dönüşen ÇED sürecinin de bir hükmü kalmayacaktır.

Bu durum Maden Kanununun İzinler başlıklı 7. Maddesinde yapılan değişiklikler ile de desteklenmiştir. ÇED süreci özel kanunlarla belirlenen doğal ve kültürel alanlardan sorumlu kurumların ÇED öncesi alınan izin kararlarını ÇED sürecinde değiştirmesi engellenmesi bu idarelerin ÇED sürecinde diğer çevresel etkiler ile değerlendirme olanağı ortadan kaldırılmaktadır.

Özel kanunlar ile belirlenen zeytinlik alanlar, ormanlar, doğa koruma alanları ile tarihi arkeolojik doğal sit alanları Özel Çevre Koruma Bölgeleri, Milli Parklar Kanununa göre korunan alanlar, sulak alanlar, yaban hayatı koruma ve geliştirme sahaları, ormanlar, kültür ve turizm koruma ve gelişim bölgeleri, turizm merkezleri, yaban hayatı koruma ve geliştirme  sahaları, muhafaza ormanları, Kıyı Kanununa göre korunması gerekli alanlar, sit alanlarından sorumlu kurumların 3 ay içinde görüş bildirmemesi halinde bu görüşün “olumlu sayılması” (zımni onay) gibi düzenlemeler bütünsel olarak değerlendirildiğinde, yasa değişikliği teklifinde yer alan düzenlemelerle idarenin denetim sorumluluğunun ortadan kaldırılarak ÇED süreçlerinin tamamen etkisiz, bürokratik işlemlere dönüşeceği; çevresel tahribata yol açan faaliyetlerin önündeki engellerin kaldırılmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Bu durum, çevresel denetim mekanizmalarını fiilen etkisiz hale getirmekte ve çevresel zararlara yasa eliyle olanak sağlanmaktadır.

Zeytinlik ve Mera Alanlarının Madencilik ve Enerji Faaliyetlerine Açılması (Madde 11, 14)

Teklifte yapılan düzenlemelerle, Türkiye’nin en değerli doğal varlıklarından, tarımsal ürünlerinden birisi olan zeytinliklerin ve mera alanlarının madencilik ve enerji faaliyetlerine koşulsuz açılması hedeflenmektedir.

Madde 11: Tapuda zeytinlik olarak kayıtlı alanlardaki zeytin ağaçlarının, Bakanlık takdiriyle taşınarak veya eşdeğer zeytinlik tesis edilerek madenciliğe açılmasını öngörmektedir. Özellikle Muğla’daki Yeniköy-Kemerköy ve Yatağan Termik Santralleri ile Kömür Madeni Sahaları için “adrese teslim” bir düzenleme olduğu açıkça belirtilmiştir. Anayasa’nın 169. maddesi, 3573 sayılı Zeytincilik Kanunu ve yüksek mahkeme kararları, zeytinlik alanlarının mutlak koruma altında olduğunu vurgulamaktadır. Zeytin ağaçlarının “taşınması” veya “eşdeğer zeytinlik kurulması” gibi bilimsel karşılığı muğlak düzenlemenin, zeytinliğin de bir parçası olduğu ekosistemin karmaşık yapısının ve işlevlerinin göz ardı edildiği, ülke açısından olduğu kadar küresel önemde olan zeytincilikten vazgeçildiği açıktır.  Zeytincilik faaliyetinde tarımsal kültür söz konusudur. Ne kadar zeytin ağacı, nereye, ne kadar mesafeye taşınacak, yeniden üretim koşullarının sağlanıp sağlanmayacağı, zeytinlik sahiplerinin tarımsal faaliyetlerini nasıl sürdüreceği belli değildir.Zeytinliklerin taşındığı bölgelerdeki köyler de taşınacak mıdır?Madde 14: Mera, yaylak ve kışlakların Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanı (YEKA) projelerine açılmasını öngörmektedir. Türkiye’nin 14.6 milyon hektarlık mera alanı halihazırda tehlike altındayken, bu durum kırsal alanları tahrip ederek gıda güvenliğini zedeleyecektir. Hayvancılığın da neredeyse dışa bağımlı hale geldiği elde kalan meraların da yok olmasına yol açacaktır.  Bu hükümler de, yargı kararlarını ve yörede yaşayanları, yerel idareleri yok sayan, belirli şirketlerin çıkarları doğrultusunda tüm engelleri kaldırma ısrarıdır.

Ruhsat ve İzin Süreçlerinin Sermaye Lehine Yeniden Yapılandırılması (Madde 2, 3, 10)

Teklif, madencilik ve enerji sektöründeki ruhsat ve izin süreçlerini yatırımcılar yani sermaye lehine yeniden yapılandırmaktadır. Yasa teklifinin gerekçesinde dahi temel amacın sermayenin önündeki engellerin kaldırılması, halihazırda prosedüre dönüşen izin/lisans/ruhsat/ÇED süreçlerin sermayeye tehdit oluşturmaması olduğu açıkça ifade edilmektedir. Teklifte, gerekçelerde iddia edildiği gibi yalnızca süreçlerin basitleştirilmesi, sürelerin kısaltılması değil; esas itibariyle sermaye tarafından yapılması gereken işlemlerin, izin/onay süreçlerinin idarece tamamlanarak şirket lehine her şey dahil ruhsat düzenlenmesi öngörüldüğünü söylemek yanlış olmayacaktır.

Yürürlükteki ÇED Yönetmeliğinde izin/lisans/ruhsat/ÇED süreleri, çok kez yapılan değişikliklerle kısaltılmış, inceleme görüş oluşturma süreleri zaten formaliteye dönüştürülmüşken, hâlihazırda parçalara ayrılarak ÇED süreci dışında bırakılan madencilik faaliyetleri bu formaliteden de muaf tutulmak istenmektedir.

Teklifte yapılan düzenlemelerde ÇED süreci ile izin süreçleri “koordinasyon” gerekçesiyle eş zamanlı hale getirilmiştir.

ÇED sürecinin doğası gereği izin süreçleri, ÇED süreci içinde gerçekleşmesi gereken işlemlerdir.

Anayasal ve evrensel koruma altındaki çevresel değerlerin, ekosistem unsurlarının, koruma alanlarının, canlı yaşamının ve nihayetinde insan sağlığının korunması devletin ve tüm vatandaşların temel görevi olup çevrenin korunması tüm hakların da temelini oluşturmaktadır. Zira sağlıksız bir çevrede ne yaşam hakkının ne maddi ve manevi varlığın korunmasının ne de diğer hakların kullanılması ve korunması söz konusu olabilir. Nitekim sağlıklı bir çevre hakkının oluşması, tanınması ve gerek ulusal gerek evrensel güvenceye kavuşturulması da bu temele dayanmaktadır.

Eksikliğine ilişkin uzmanlık alanlarımıza dayalı oluşturduğumuz raporlarla her mecrada ileri sürdüğümüz itirazlarımız saklı kalmakla birlikte; ÇED sürecinde olduğu gibi, herhangi bir faaliyete ilişkin farklı izin/ruhsat/denetim ve değerlendirme süreçlerinin öngörülmüş olması ve uzmanlık alanları itibariyle idareler nezdinde görev tanımlanmış olması da çevrenin ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının bu niteliğine dayanmaktadır.

Mevzuatta ÇED, İlgili kurumların sorumlu oldukları mevzuatlara dayanarak, kendine özgü koşulları kapsamında yapılan değerlendirme üzerine verilen izinlerin “Gerçekleştirilmesi planlanan projenin çevresel etki değerlendirmesinin yapılması için; başvuru, inşaat öncesi, inşaat, işletme ve işletme sonrası çalışmaları kapsayan süreci” ifade eder. ÇED sürecinin bu özellikli unsurları gözetilmeksizin ÇED sürecinin ayrılmaz parçası olan izin, onay süreçlerinin bağımsız olarak gerçekleştirilmesine; bu süreçte verilen izin kararının ÇED sürecinde “uygun görüş” olarak kabul edileceğine ve bu kararın değiştirilemeyeceğine ilişkin düzenlemeler ÇED’in özüne aykırıdır. Bu düzenlemelerle, ayrı bir süreç olarak öngörülen “çevresel etkilerin değerlendirilmesi” bütünüyle işlevsiz hale getirilmiş, uzmanlık alanları itibariyle ilgili diğer idarelerin mevzuatları hükümsüz kılınmıştır.

Diğer bir ifadeyle, görevli idarelerce her izin/ruhsat/denetim ve değerlendirme sürecinin, özellikli mevzuatı ile uzmanlık alanları ve temel unsurları gözetilerek sürdürülmesi öngörülmüş iken; Teklifle bir aşamada verilen izin, diğer tüm aşamalar bakımından da, kendine özgü koşulları değerlendirilmeksizin, olumlu görüş sayılmaktadır.

Bu düzenlemeleri izin, değerlendirme ve ruhsat süreçlerinde üç ay içerisinde görüş vermeyen idarelerin görüşlerinin olumlu kabul edilmesiyle birlikte değerlendirildiğinde temel gayenin çevrenin korunması değil herhangi bir biçimiyle “olumlu” görüş elde edilmesi olduğunu göstermektedir.

Orman alanları için ayrıca bir düzenleme yapılarak bugüne kadar benzeri görülmemiş izin süreci tarife dilmiştir. Orman Genel Müdürlüğü’nün (OGM) vereceği “yol geçiş” izninin dahi ÇED yönünden de uygun görüş kabul edileceği hükmü getirilmiştir.

İzin süreçlerinde alınması gereken kurum görüşleri ile ÇED izni gibi belgeler, MAPEG tarafından alınacak. OGM’nin verdiği izin, ÇED yönünden olumlu görüş olarak kabul edilecek. Bu, ÇED kararı olmadan orman izni alınabilir anlamına geliyor.

Teklif ile orman alanlarında yapılacak madencilik faaliyetlerinin izni için gerekli belgelerin MAPEG tarafından alınacağına yer verilmektedir. Orman izinlerinin doğrudan Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) tarafından alınması, OGM’nün bağımsız değerlendirme imkânı da ortadan kaldırılmaktadır.

Oysa öngörülen usullerin kendine özgü yapısı ve unsurları, değerlendirme noktaları ve aşamaları söz konusudur. “Sürecin kısaltılması” adına, çevre ve insan sağlığı göz ardı edilerek getirilen düzenleme birbirinden özellikli süreçler öngörülmesini anlamsızlaştırmış; her işlemin bir diğerine dayanak yapıldığı fakat temeli olmayan bir yapı oluşturulmuştur.

Benzer biçimde, Ruhsat düzenlendikten sonra alanın izne tabi hale gelmesi, diğer bir ifadeyle korunması gerekliliğinin tespit edilmesi halinde de madencilik faaliyetlerine devam edileceğine yönelik düzenleme yapılmıştır.  Bu durumda sadece kültür varlığına rastlanan alanlarda Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın uygunluk görüşü aranmakla birlikte, olumsuz görüş vermesi halinde, izin iptali için bakanlığın ruhsat sahibine yatırım giderleri tutarında tazminat ödemesi koşulu getirilmiştir.

Ruhsat düzenlendikten sonra alanın kültür varlığı dışında hangi durumlarda izne tabi hale geleceği açık değildir. Bu durumda 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu başta olmak üzere diğer koruma mevzuatları ile belirlenen doğa koruma alanları, doğal sit, özel çevre koruma bölgeleri, kıyılar gibi doğa koruma alanları, içme suyu havzaları ile herhangi bir koruma statüsü olmayan su kaynakları, tarım alanları ve benzeri alanlarda hiçbir koşul gözetmeksizin madencilik faaliyetleri yapılabilecektir.

Teklifle, Cumhurbaşkanlığı’na bağlı bir “Kurul” oluşturulmasıyla denetim ve teknik görüşler devre dışı bırakılmaktadır. İzin verilmeyen hallerde son kararı ayrıcalıklı yetkiyle donatılan Kurul’un vereceği öngörülerek, idareler işlevsizleştirilmekte, başta, 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun, 4342 sayılı Mera Kanunu, 6831 sayılı Orman Kanunu, 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu olmak üzere özel kanunlar olmak üzere tüm mevzuatlar geçersiz kılınmakta ve tüm yetki bir kez daha tek merkezde toplanmaktadır. Bu durum esasında öngörülen tüm izin/ruhsat/ÇED prosedürlerini anlamsız hale getirmekte ve oluşan olumsuz görüşlerin bulunması, yaratılacak tahribat bilinmesi halinde dahi her halükârda izin verecek merkezi bir Kurul oluşturulmaktadır. Öngörülen bu Kurul yapısı ve verilen yetkiler ile diğer Kanunlarla getirilen tüm prosedürler fiilen ortadan kaldırılmaktadır.

Kurulun varlık gerekçesi olarak da, çevresel tahribatlara yol açan faaliyetlere açılan davalarda; korunması gereken alanların, çevre ve toplum sağlığının üstün tutulması için Mahkemelerce geliştirilen, ancak teklifle birlikte “şirket yararı”na dönüştürülen, “üstün kamu yararı” kavramına dayanılmaktadır.

Bir kez daha görülmektedir ki bir kısmı yabancı sermayenin oluşturduğu maden şirketlerinin menfaati her şeyin önünde tutulmaktadır. Korunan “koruma altına alınan alan” değil; şirketlerin haklarıdır.

Rehabilitasyon Bedeli (Madde 2, 5)

Teklif ile madencilik faaliyetleri nedeniyle “madencilik faaliyetleri nedeniyle bozulan, topografyası değişen alanlara yönelik; emniyetli hâle getirme, düzenleme, duraylılığı sağlama, düzeltme, üst toprağı serme, tohum ekme, fidan dikme, arazi yapısı uygun yerlerde rekreasyon alanları oluşturma, bitkilendirme, ağaçlandırma, kimyasal ve fiziksel iyileştirme kapsamında yapılan çalışmalar” olarak tanımlanan rehabilitasyon faaliyetlerinin gerçekleştirilmesine yönelik olarak ruhsat bedeli içinde yer alan miktarın ayrılarak I. Grup (a) bendi madenlerde yatırım izleme ve koordinasyon başkanlığı veya il özel idaresi adına, diğer maden grup ve bentlerinde Genel Müdürlük adına kamu bankaları nezdinde açılan, ruhsat sahiplerine ait teminatların bulunduğu özel hesap olarak  rehabilitasyon bedeli hesabına yatırılması öngörülmüştür.

Oysa “rehabilitasyon” mekanizmasının, belirsiz bir geleceğe atıfla her türlü zararın verilebileceği algısını yaratan niteliğine ilişkin itirazlarımız saklı kalmakla ülkemizde yürütülen sömürge madencilik faaliyetlerinden de görüldüğü üzere rehabilitasyon süreçlerinin yürütülmemesinin tek nedeni buna ilişkin bedelin karşılanamaması olmayıp; bu noktaya getiren sürecin ve sonrasının denetimine yönelik gerekli ve geçerli denetim mekanizmalarının bulunmaması, bulunanların işletilmemesidir.

Dolayısıyla rehabilitasyon süreçlerine yönelik bir denetim güvencesi değil yalnızca ayrı bir rehabilitasyon bedeli hesabı öngörülmesi; rehabilitasyon faaliyetlerinin güvence altına alınmasına yönelik olduğu deklare edilerek sunulan teklifin merkezi idareye bir bütçe kalemi oluşturma amacıyla yaratıldığı izlenimi yaratmaktan öteye geçememiştir.

Maden sahalarının rehabilitasyonu meselesi madencilik faaliyetlerinin en önemli sorun alanlarından birisidir. Bu husus Sayıştay’ın MAPEG raporlarına da yansımıştır. Ruhsat bedelinin %20 tutarı Çevre ile Uyum Bedeli adı altında rehabilitasyon çalışmaları için depo edilirken, Sayıştay bu bedelin özellikle yetersizliği üzerine vurgu yapmıştır. Düzenleme ile rehabilitasyon bedeli olarak ayrı bir ödeme kalemi oluşturulmuş, ruhsat bedeli kadar rehabilitasyon bedeli ödeneceği düzenlenmiştir. Ancak, rehabilitasyon meselesi bir maliyet sorunu olmanın yanı sıra uygulama sorunudur. Bitki ve toprak örtüsünün yok edildiği, arazi topografyasını değiştiği, derin devasa çukurluklarla değiştirildiği madencilik uygulamalarında sonradan rehabilitasyonun mümkün olmadığı doğada kalıcı zararlar oluşturulduğu birçok örnekten bilinmektedir.

Madencilik faaliyetleri doğası gereği ağır metaller ve kimyasallar kullanılarak toprak ve su kaynaklarını kirletme potansiyeli taşır. Yeraltı suyu akiferleri, yüzeysel su kaynakları ve tarım toprakları üzerindeki potansiyel kirlilik risklerinin ve bunların bertaraf edilmesi için gerekli önlemlerin planlanması süre kısıtlaması ve zımni onay ile sermaye lehine olumlu işlem yürütülmesi, uzun vadeli ve onarılamaz çevresel felaketlere yol açabilir.

Özellikle madencilik alanındaki faaliyetler tek başına değil, belirli bir bölgede var olan veya planlanan diğer projelerle birlikte kümülatif etkileri ile değerlendirilmelidir. 3 aylık kısa değerlendirme sürelerinin getirilmesi, bu birikimli etkilerin yeterince analiz edilmesini imkânsız kılar. Bu bakımdan madencilik faaliyetlerine verilecek izin ve onayların kolaylaştırılması, sayılan sorunların daha artmasına neden olacaktır.

Madenlere Yönelik İhale işlemleri

Teklifin 10. maddesi ile I. Grup, II. Grup (a) ve (c) bendi, III. Grup ve V. Grup maden ruhsatlarının ihale ile verileceği, yine sahayla ilgili konum, rezerv ve geçmiş bilgiler doğrultusunda Genel Müdürlük tarafından gerekliliği ortaya konulan hâllerde II. Grup (b) bendi ve IV. Grup maden ruhsatlarının da ihale ile verileceği düzenlenmiştir. Anayasa Mahkemesi kararlarında da ortaya konulduğu üzere ihaleye ilişkin yasal düzenlemelerde ihale şeklinin de belirlenmesi önemli bir yer tutmaktadır. İhale işlemleri sırasında idarenin takdir yetkisinin ölçütlerinin belirli olması, kamu yararı bakımından da zorunluluk arz etmektedir.

Oysa teklif içerisinde Cumhurbaşkanlığı’na bağlı oluşturulan Kurula, sermayenin kritik olarak tanımladığı “stratejik madenler”, “nadir toprak elementleri” ve endüstriyel hammadde kapsamına giren madenlere ilişkin izinlerin verilmediği durumlarda, nihai kararı verme yetkisi tanınmaktadır.

Acele Kamulaştırmanın Süreklileştirilmesi (Madde 15, 17, 18)

Teklif, acele kamulaştırma yetkisinin kapsamını ve süresini genişletmektedir. EPDK’ya 2030 yılı sonuna kadar -Cumhurbaşkanı tarafından 5 yıl daha uzatılabilme imkanıyla, acele kamulaştırma yetkisi verilmesi, mülkiyet hakkını ve toplumsal rızayı göz ardı eden olağanüstü bir uygulamayı olağan hale getirmektedir.

Bununla birlikte teklif ile proje ve etüt aşamasındaki ölçüm ve sondaj faaliyetleri için, ilgili projenin ön lisans veya üretim lisansı almış olması şartı aranmamaktadır. Yine ekleme ile ana kuş göç yolları üzerinde olmayan rüzgâr ve güneş enerji santrallerine dayalı elektrik üretim tesisleri için hazırlanan proje tanıtım dosyası ve ÇED raporlarında ornitolojik gözlem yapılması zorunluluğunun bulunmayacağı getirilmiştir. Proje ve etüt aşamasındaki sondaj faaliyetleri “proje alanına” yönelik fiziki bir müdahale olup izinsiz biçimde orman alanlarına müdahale edilmesinin önünü açmaktadır.

Orman yangınları dolayısıyla kimi alanlara yaya girişi dahi yasaklanmışken, bu tür bir yasal düzenlemenin proje ve etüt aşamasındaki projelerin ağır fiziki müdahalelerine izin vermesi, çevresel koruma ilkeleriyle taban tabana zıt bir durumu yaratmaktadır. Bu yaklaşım, yeni ve kalıcı ekolojik yıkımlara zemin hazırlamakla kalmayıp, doğal varlıklarımızın gelecek nesiller için yok olmasına davetiye çıkarmaktadır.

Bu yeni düzenlemeler, kısa vadeli enerji ve madencilik çıkarları uğruna uzun vadeli çevresel, sosyal ve ekonomik maliyetleri göz ardı etmektedir. Halkın sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı, mülkiyet güvenliği ve doğal varlıklarımızın korunması, sermaye gruplarının çıkar beklentileri karşısında feda edilmektedir. Bu durum, hukukun üstünlüğünü ve kamusal denetimi zayıflatarak, ülkemizin geleceği için onarılamaz zararlara yol açma potansiyeli taşımaktadır.

Planlama Yetkisinin Merkeze Devri ve İmar Affı (Ek Madde 1, Geçici Madde 34)

Kanun teklifi, yerel yönetimlerin planlama yetkilerini merkezi idareye devrederek ve ruhsatsız tesislere imar affı getirerek önemli değişiklikler yapmaktadır. Ek Madde 1 ile İmar Kanunu’na aykırı olarak Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na imar planı ve ruhsat düzenleme yetkisinin verilmesiyle, yerel idarenin imar planı onay yetkisi, denetim yetkisi ve itiraz hakkı gasp edilmektedir.

Geçici Madde 34 ise, yapı ruhsatı veya izin belgesi olmadan kısmen ya da tamamen işletmeye alınmış elektrik üretim tesisleri için “imar affı” getirmekte, bu kaçak yapılar için statik uygunluk raporu ve fenni mesuliyet belgesi sunulması durumunda önceki idari cezaların ve yıkım kararlarının dahi iptal edilmesini sağlamaktadır. Bu düzenleme ile, bundan önceki imar aflarında da olduğu gibi, affa konu tesislerin yapı güvenliği açısından riskleri, olumsuz çevresel etkileri yok sayılmıştır.

Teklif ile kaçak yapılara ilişkin açılan davalarda karar verilmesine yer olmadığına karar verileceği ve yargılama masraflarının da taraflar üzerine bırakılacağı düzenlenmiştir. Bağımsız ve tarafsız yargı ilkesini, yargı organlarına emir ve talimat verilemeyeceği kuralını, hak arama özgürlüğünü temelden ihlal eden düzenlemeyle, bir kez daha fiiliyattaki aykırılığa uygun hukuk yaratılmaya çalışılmaktadır. Böylece hukuka aykırı uygulamaların engellenmesi ve sorumlulardan hesap sorulması yerine adeta ödüllendirilmesi söz konusu olmaktadır.

Teklifin Mevzuat ve Anayasa ile Çelişkileri

Teklif, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ve mevcut yasaların temel maddeleriyle açıkça çelişmektedir.

Mülkiyet Hakkı (Anayasa Madde 35): Acele kamulaştırma ve zeytinliklerin madencilik/enerji faaliyetlerine açılmasıyla ihlal edilmektedir.Tarım Alanlarının ve Hayvancılığın Korunması (Anayasa Madde 44 ve 45): Zeytinliklerin ve meraların tarım dışı kullanıma açılmasıyla tehdit edilmektedir.Sağlıklı Çevrede Yaşama Hakkı (Anayasa Madde 56): ÇED süreçlerinin neredeyse devre dışı bırakılması ve doğal yaşam alanlarının tahribatıyla ihlal edilmektedir.Tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunması (Anayasa Madde 63):

Kültür ve tabiat varlıkları koşulsuz olarak enerji ve madencilik faaliyetlerine açılmaktadır.

Ormanların korunması ve geliştirilmesi (Anayasa Madde 169):

Üstün kamu yararı adı altında, kuralsız şekilde enerji ve madencilik faaliyetlerine açılmaktadır.

Yerel Yönetimler (Anayasa Madde 127): İmar planı ve ruhsat yetkilerinin merkezi Bakanlığa devredilmesiyle yerel yönetimlerin yetkileri bir kez daha kısıtlanmaktadır.Hukuk Devleti / Kanunların Genelliği İlkesi (Anayasa Madde 2): Özellikle Muğla’daki belirli termik santraller ve maden sahaları için zeytinliklerin tahrip edilmesini öngören “ayrıcalıklı” düzenleme “adrese teslim” düzenlemelerle ihlal edilmektedir.

Ayrıca teklif, özel kanun niteliğindeki 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun, 4342 sayılı Mera Kanunu, 6831 sayılı Orman Kanunu, 2873 sayılı Milli Parklar Kanunu, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ile 2872 sayılı Çevre Kanunu, 3194 sayılı İmar Kanunu ve 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanun gibi birçok temel yasayla da doğrudan çelişmektedir. Daha önceki benzer düzenlemelerin Danıştay tarafından iptal edilmiş olması, yargı kararlarının da kasten göz ardı edildiğini göstermektedir.

Bunlarla beraber kanun teklifi, Türkiye’nin taraf olduğu birçok uluslararası çevre sözleşmeleri hükümleriyle ve yükümlülükleriyle de açıkça çelişmektedir.

Sonuç

Enerji ve madencilik alanındaki tüm yeni düzenlemeler, şeffaf, bilimsel ve katılımcı süreçlerle yeniden ele alınmalı, meslek örgütleri, yerel yönetimler ve demokratik kitle örgütleri etkin bir şekilde dahil edilmelidir.Hassas ekosistemler mutlak koruma altına alınmalı ve bu alanlarda madencilik faaliyetlerine kesinlikle izin verilmemelidir.Madencilik sonrası rehabilitasyon süreçleri etkin denetim altında yürütülmeli ve çevresel maliyetleri karşılayacak yeterli finansal güvenceler sağlanmalıdır.ÇED süreci, bağımsız, bilimsel ve bağlayıcı bir değerlendirme aracı olarak yeniden kurgulanmalı, bir formaliteye indirgenmesine izin verilmemelidir.Plansız ve hukuka aykırı yapılaşmalara ve “imar affı” gibi düzenlemelere son verilerek, hukukun üstünlüğü ve yapı güvenliği sağlanmalıdır.

Netice itibariyle Yasa teklifi ile ÇED Gerekli Değildir kararı yasa metninden çıkarılmış ve çevresel zararları oldukça yoğun olabilecek bazı faaliyetlerin denetimsiz bırakılmasının yolu açılmış, zeytinlik ve mera alanlarının ranta açılmasına yönelik düzenlemeler getirilmiş, izin, onay ve teşvik süreçleri için yatırımcılar bakımından kolaylaştırıcı düzenlemeler getirilmiştir.

Yasa teklifinin genel gerekçesinde “yatırımcıların kazanılmış haklarının korunması” şeklinde ya da teklif maddelerinin gerekçesinde “İşletme izni alınıp alınamayacağı belli olmayan sahalar için arama ve işletme ruhsatı edinme zorunluluğu yatırımcı açısından risk teşkil etmekte, yerli ve yabancı yatırımcıların madencilik sektörüne yönelmesini güçleştirmekte” şeklinde ifade edilmiştir. Hem genel gerekçeden ve maddelerin gerekçesinden, hem de bizzat değişikliklerin içeriğinden anlaşılan, Yasa değişiklikleri ile; yatırımcı şeklinde ifade edilen ancak aslında kamu kaynaklarının oldukça düşük bedellerle ranta açılması neticesinde zenginleşen bir kesimin çıkarları gözetilmiştir. Tüm bu değişiklikler sonucunda çevre üzerinde telafisi mümkün olmayan sonuçların ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Bu teklif, kamu yararını, çevre sağlığını ve bilimsel gerçekleri göz ardı ederek, kısa vadeli çıkarlar uğruna ülkemizin geleceğini tehlikeye atmaktadır.

Bu kanun teklifi, içerdiği ciddi riskler nedeniyle hiçbir değişikliğe tabi tutulmadan TBMM gündeminden geri çekilmelidir.

Exit mobile version