İşçi Sınıfının İlk İktidar Deneyimi: Paris Komünü 153 Yaşında

18 Mart 1871…Sınıf mücadelesi tarihinde yeni bir dönemin açılmakta olduğunun en parlak göstergesi, işçi sınıfının ilk iktidar deneyimi ve halen ondan ve ardıllarından öğrenmeyi sürdüğümüz zafer, direniş ve destan: Paris Komününü.

Marks, Engel ve Lenin gibi önder yoldaşlar başta olmak üzere, 150 yılı aşkın bir süredir binlerce makale, kitap ve değerlendirmenin konusu olan Paris Komünü’nden, Sovyetlerden, Çin’den, Arnavutluk’tan, Yugoslovya’dan ve Küba’dan öğrenilecek sayısız dersler var. Zaferlerden olduğu kadar yenilgilerden, doğrulardan olduğu kadar yanlışlardan da öğrenmek tarihsel bir sorumluluktur tüm devrimciler için. Bu sorumluluk ve görev bilinciyle hareket edenlerin, doğruları geliştirip yanlışlardan arınma gayreti tarihin ilerletilmesinde vazgeçilemez bir rol oynayacaktır.

Devrimci Düşün’ün Notu

Lenin’in Paris Komünü üzerine yazdıkları halen öğretici ve ufuk açıcıdır. Bu nedenle aşağıdaki ona ait olan yazıyı yayınlıyoruz.

BÖLÜM III

DEVLET VE DEVRİM PARİS KOMÜNÜ DENEYİMİ (1871)

MARKS’IN ÇÖZÜMLEMESİ

1.
KOMÜNCÜLERİN GİRİŞİMİ NEDEN ÖTÜRÜ

KAHRAMANCADIR?

Komün’den birkaç ay önce, 1870 sonbaharında, Marks’ın, Paris işçilerine hükümeti herhangi bir devirme girişiminin, umutsuzluk tarafından esinlenen bir budalalık olabileceğini göstermeyi amaçlayan bir uyarıda bulunduğu bilinir. Ama, 1871 Martında, kesin savaş işçilere dayatılıp, işçiler de bunu kabul ettikten sonra, ayaklanma bir olgu haline gelince, uygun olmayan koşullara karşın, Marks, proletarya devrimini büyük bir coşkunlukla selamladı. 1905 Kasımında yazdıkları, işçileri ve köylüleri savaşıma sürükleyen, ama 1905 Aralığından sonra, liberallerle birlikte, “silaha sarılınmamalıydı” diye haykıran, marksizmin acıklı bir üne sahip Rus döneği Plekhanov’un yaptığı gibi, “sırasız” bir hareketi bilgiçlikle yargılamakta diretmedi.

Marks, ayrıca, kendi deyimiyle “cennetin zaptına çıkan” komüncülerin kahramanlığına hayranlıkla da yetinmedi. Ereğine ulaşmamış da olsa, yığınların devrimci hareketinde, Marks çok önemli bir tarihsel deney, dünya proleter devriminde ileriye doğru kesin bir adım, yüzlerce program ve usyürütmeden çok daha önemli gerçek bir ilerleme görüyordu. Bu deneyi çözümlemek, ondan taktik dersleri çıkarmak, teorisini sıkı bir eleştiriden geçirmek için ondan yararlanmak: Marks’ın kendisi için saptadığı görev, işte budur.

Marks, Komünist Manifesto’da yapılmasını zorunlu gördüğü tek “düzeltme”yi, Parisli komüncülerin devrimci deneyinden esinlenerek yapmıştır. Komünist Manifesto’nun yeni bir Almanca baskısı için, iki yazarı tarafından

imzalanmış son önsöz 24 Haziran 1872 tarihini taşır. Karl Marks ve Friedrick Engels bu önsözde, Komünist Manifesto programının “bazı ayrıntılarının artık eskimiş” olduğunu açıklarlar.

Ve devam ederler ki:

“Paris Komünü, özellikle bir şeyi, ‘işçi sınıfının hazır bir devlet makinesini ele geçirip onu kendi hesabına kullanmakla yetinemiyeceğini’ tanıtlamıştır.”

Bu alıntıda tırnak içine alınmış son sözler, yazarları tarafından Marks’ın Fransa’da İç Savaş adlı yapıtından alınmıştır.

Öyleyse, Marks ve Engels, Paris Komünü’nün bellibaşlı, temel derslerinden birine o kadar büyük bir önem veriyorlardı ki, onu özsel bir düzeltme olarak Komünist Manifesto’ya sokmuşlardır.

Son derece özellik belirtici bir şey: İşte tam da bu özsel düzeltme oportünistler tarafından çarpıtılmıştır, ve Komünist Manifesto okuyucularının onda-dokuzu, hatta yüzde-doksandokuzu kuşkusuz bunun anlamını bilmez. Biraz daha ilerde, özel olarak çarpıtmalara ayrılmış bir bölümde, bu çarpıtmadan

ayrıntılı olarak sözedeceğiz. Şimdilik, Marks’ın tarafımızdan aktarılan ünlü formülünün alışılmış bayağı “yorum”unun, onun iktidarı ele geçirmeye değil, sözde yavaş bir evrim düşününe ağırlık verdiği yolunda olduğunu belirtmek, bize yetsin.

Aslında, Marks’ın düşünü bunun tam karşıtıdır. Marks’ın düşünü, işçi sınıfının “hazır devlet makinesini” parçalamak, yıkmak ve onu ele geçirmekle yetinmemek zorunda olduğu yolundadır.

12 Nisan 1871 günü, yani tam da Komün sırasında Marks, Kugelmann’a şöyle yazıyordu:

“… Benim 18. Brumaire’in son bölümünde, eğer yeniden okursan göreceğin gibi, Fransa’da gelecek devrim girişiminin, şimdiye dek olduğu gibi artık bürokratik ve askeri makineyi başka ellere geçirmeye değil, onu yıkmaya dayanması gerekeceğini belirtiyorum (yıkmaya sözcüğünün altı Marks tarafından çizilmiştir; asıl metinde, sözcük zerbrechen’dir). Kıta üzerinde gerçekten halkçı her devrimin ilk koşuludur bu. Kahraman Parisli arkadaşlarımızın giriştikleri şey de, işte budur.” (Neue Zeit, XX, I, 1901–1902, s. 709). (Marks’tan Kugelmann’a Mektuplar’ın biri benim tarafımdan düzenlenmiş ve önsöz yazılmış en az iki Rusça baskısı vardır).

“Bürokratik ve askeri makineyi yıkmak”: Marksizmin, devrim sırasında proletaryanın devlet karşısındaki görevleri üzerine başlıca dersi bu birkaç sözcükte kısaca dile getirilmiş bulunuyor. Ve, marksizmin Kautsky’ye borçlu bulunduğumuz [sayfa 53] temel “yorumu” ile yalnızca tamamen unutulmuş olmakla kalmayan, ama açıkça çarpıtılmış da olan şey, işte bu derstir!

Marks’ın sözünü ettiği 18. Brumaire’deki parçaya gelince, onu yukarda tümüyle aktarmış bulunuyoruz.

Marks’ın bu parçasında, üzerinde özellikle durulması gereken iki nokta var. Önce, çıkardığı sonucu Avrupa’yla sınırlandırıyor. Bu, 1871’de, İngiltere henüz salt kapitalist, ama hem militarizmi, hem de, geniş bir ölçüde, bürokrasisi olmayan bir ülke örneğiyken, anlaşılır bir şeydi. Bundan dolayı, devrimin, hatta halk devriminin olanaklı göründüğü, ve, gerçekten “hazır devlet makinesi”nin önceden yıkılmaksızın da bu işin olanaklı olduğu İngiltere için, Marks bir ayrıklama yapıyordu.

Bugün, 1917’de, birinci büyük emperyalist savaş çağında, Marks’ın bu sınırlaması artık geçerli değildir. Amerika gibi İngiltere de, Anglosakson özgürlüğünün (militarizm ve bürokratizm yokluğu) dünyadaki bu en büyük ve son temsilcileri de, her şeyi kendilerine bağımlılaştıran ve her şeyi kendi

ağırlıkları altında ezen askeri ve bürokratik kurumların aşağılık ve kanlı Avrupai bataklığı içine boyluboyunca battılar. Şimdi, Amerika’da olduğu gibi İngiltere’de de, “her gerçek halk devriminin ilk koşulu”, (bundan böyle bütün emperyalist ülkelerde olduğu gibi, bu ülkelerde de, 1914’ten 1917’ye dek, “Avrupai” bir yetkinliğe eriştirilmiş olan) “hazır devlet makinesini” parçalamak, yıkmaktır.

İkinci olarak, üzerinde özel bir dikkatle durulması gereken şey, Marks’ın askeri ve bürokratik devlet makinesinin yıkılması “her gerçek halk devriminin ilk koşuludur” biçimindeki o çok derin düşüncesidir. Bu “halk” devrimi kavramı Marks’ın ağzında şaşırtıcı görünebilir; ve Rusya’da Plekhanov’un çömezleriyle Menşevikler, yani Struve’nin şu marksist geçinen çırakları, Marks’ın bu sözünü pekâlâ bir “dil sürçmesi” olarak nitelendirebilirler. Onlar marksizmi öylesine yavanca liberal bir öğretiye indirgemişlerdir ki, onlar için, burjuva devrimi ve proleter devrimi antitezi dışında hiçbir şey yoktur; üstelik bu antitezi de en skolastik bir biçimde anlarlar.

Örnek olarak 20. Yüzyıl devrimleri alınırsa, Portekiz ve Türk devrimlerini [1908 devrimi kastediliyor -ç.] burjuva devrimleri olarak kabul etmek besbelli kaçınılmaz bir şey olacaktır. Ama bu devrimlerin her ikisi de “halk” devrimi değildir; çünkü halk yığınları, halkın geniş çoğunluğu, kendine özgü ekonomik ve siyasal istemlerle, etkin, bağımsız ve hissedilir bir biçimde, bu devrimler içinde görünmezler. Buna karşılık, 1905–1907 Rus burjuva devrimi, Portekiz ve Türk devrimlerinin, zaman zaman kazandıkları kadar “parlak” başarılar kazanmış olmaksızın, söz götürmez bir “gerçek halk” devrimi oldu. Çünkü halk yığınları, halk çoğunluğu, halkın baskı ve sömürü altında bunalmış en derin “aşağı” toplumsal katmanları, kendiliklerinden ayaklanmış ve devrimin tüm gidişi üzerinde, kendi isteklerinin yıkılmakta olan eski toplum yerine kendi gönüllerince yeni bir toplum kurma girişimlerinin izini bırakmışlardır.

1871’de, proletarya Avrupa kıtası ülkelerinden hiç birinde halk çoğunluğunu oluşturmuyordu. Devrim, ancak proletarya ve köylüleri kapsayarak “halk” devrimi olabilir ve çoğunluğu gerçekten harekete sürükleyebilirdi. Halk, işte bu iki sınıftan oluşuyordu. Bu iki sınıf, “bürokratik ve askeri makine” onları horladığı, ezdiği, sömürdüğü için birleşmişti. “Halk”ın, halk çoğunluğunun, işçilerin ve köylü çoğunluğunun çıkarı, gerçekten bu makineyi parçalamak’ta, onu yıkmakta’dır; yoksul köylülerle proleterler arasındaki özgür bağlaşmanın “ilk koşulu” budur; ve bu bağlaşma olmaksızın, sağlam demokrasi olmaz, sosyalist dönüşüm olmaz.

Paris Komünü, bilindiği gibi, bu bağlaşmaya yolaçıyordu. Türlü iç ve dış nedenlerle ereğine ulaşamadı.

Öyleyse, Marks, “gerçek bir halk devrimi”nden sözederken, (sık sık sözünü ettiği) küçük-burjuvazinin özelliklerini asla unutmaksızın, 1871 Avrupa’sında kıta devletlerinin çoğundaki gerçek sınıf ilişkilerini en büyük bir kesinlikle hesaba katıyordu. Öte yandan, devlet makinesinin “yıkılması”nın, işçi ve köylülerin çıkarları tarafından zorlandığını; devlet makinesinin işçileri ve köylüleri birleştirerek, onlara ortak bir görev verdiğini saptıyordu: Bu “asalak”ın ortadan kaldırılması ve yeni bir şeyle değiştirilmesi.

Ama neyle?

2.
YIKILAN DEVLET MAKİNESİNİ NEYLE DEĞİŞTİRMELİ ?

Marks, bu soruya, 1847’de Komünist Manifesto’da, henüz yalnızca tamamen soyut, ya da daha çok sorunları belirten, ama çözüm yollarını göstermeyen bir yanıt veriyordu. Devleti “proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi” ile,

“demokrasinin fethi” ile değiştirmek: Komünist Manifesto’nun yanıtı, buydu. Proletaryanın bir egemen sınıf olarak örgütlenmesinin hangi somut biçimleri

alabileceği, bu örgütlenmenin, demokrasinin en tam, en tutarlı fethiyle hangi belirli biçimde uyuşabileceği sorusuna yanıtı, Marks, ütopyaya düşmeden, yığın hareketi deneyinden bekliyordu.

Komün deneyi ne kadar sınırlı olursa olsun, Marks bu deneyi Fransa’da İç Savaş’ında çok dikkatli bir çözümlemeden geçirir. Bu yazıdan belli başlı

parçaları aktaralım:
19. Yüzyılda, “sürekli ordu, polis, bürokrasi, din ve yüksek yönetim

adamları gibi her yerde hazır olan örgenlikleri ile birlikte”, ortaçağ tarafından

iletilen “merkezi devlet iktidarı” gelişmişti. Sermaye ile emek arasındaki sınıf karşıtlığının gelişmesi nedeniyle, “devlet iktidarı gitgide toplumsal köleleştirme ereğiyle örgütlenmiş bir kamu gücü, bir sınıf egemenliği aygıtı niteliğini kazanıyordu. Sınıflar savaşımında bir ilerlemeyi gösteren her devrimden sonra, devlet iktidarının salt bastırıcı niteliği gitgide daha açık bir biçimde ortaya çıkıyordu”. 1848–1849 devriminden sonra, devlet iktidarı, “sermayenin emeğe

karşı ulusal savaş silahı,” durumuna gelir. İkinci imparatorluk, bu silahı daha da güçlendirmekten başka bir şey yapmaz.

“İmparatorluğun dolaysız antitezi, Komün oldu.” Komün, “sınıf egemenliğinin yalnızca monarşik biçimini değil, sınıf egemenliğinin ta kendisini

ortadan kaldırması gereken bir cumhuriyetin” “olumlu biçimiydi…” Proleter sosyalist cumhuriyetin bu “olumlu” biçimi açıkça neye

dayanıyordu? Kurmaya başladığı devlet nasıl bir şeydi?

“… Komünün ilk kararnamesi… sürekli ordunun ortadan kaldırılması ve onun yerine silahlanmış halkın konması oldu…”

Bu istem, şimdi, sosyalist olduğunu söyleyen bütün partilerin programlarında yer alıyor. Ama bu partilerin programlarının kaç para ettiğini, en iyi, 27 Şubat Devriminden hemen sonra, bu isteme uymayı kabul etmemiş bulunan bizim Devrimci-Sosyalistlerimizle Menşeviklerimizin tutumu gösterir!

“…Komün, kentin çeşitli ilçelerinden genel oyla seçilmiş belediye meclisi üyelerinden oluşmuştu. Bu üyeler sorumlu ve her an görevden geri alınabilirdiler. Üyelerinin çoğu doğal olarak ya işçiler, ya da işçi sınıfının ünlü temsilcileriydiler…”

“… Merkezi hükümetin aleti olmaya devam edecek yerde, polis, politik niteliklerinden hemen yoksun bırakıldı ve Komün’ün ‘sorumlu ve her an görevden geri alınabilir’ bir aleti durumuna dönüştürüldü… Yönetimin bütün öteki kollarındaki memurlar için de aynı şey oldu… Komün üyelerinden, en alt basamağa dek, kamu görevi, işçi ücretleri karşılığı görülecekti. Devlet kodamanlarının geleneksel rüşvet ve temsil ödenekleri, bu kodamanların kendisiyle birlikte, yokoldu… Eski hükümet iktidarının maddi aletleri olan sürekli ordu ve polis ortadan kaldırıldıktan sonra, Komün manevi baskı aracını, papazların iktidarını yıkma işine girişti… Adalet görevlileri yalancı bağımsızlıklarından yoksunlaştırıldılar… seçilir, sorumlu ve geri alınabilir olacaklardı…”

Böylece, Komün, sürekli orduyu ortadan [sayfa 58] kaldırma, istisnasız bütün memurların seçilerek işbaşına gelme ve her an işten geri alınabilme yönteminin kabulü yoluyla, “yalnızca” daha tam bir demokrasi kurarak, yıkılmış devlet makinesini değiştirmişe benziyordu. Ne var ki, bu “yalnızca”, aslında devsel bir yapıt olusturur: kurumların adamakıllı farklı başka kurumlarla değiştirilmesi. Bu bir “niceliğin niteliğe dönüşümü” durumunun ta

kendisidir: Böylece, tasarlanması olanaklı en tam ve en yöntemli biçimde gerçekleşmiş bulunan demokrasi, burjuva demokrasisinden proletarya demokrasisi durumuna gelir; devlet (belirli bir sınıfı baskı altında tutmaya yarayan özel güç) durumundan, asıl anlamıyla, artık devlet olmayan bir şey durumuna dönüşür.

Ama bu böyledir diye, burjuvaziyi yenmek ve direncini kırmak zorunluluğu da ortadan kalkmaz. Komün, özellikle bu zorunlulukla karşıkarşıyaydı; ve, Komün’ün bozguna uğrama nedenlerinden biri de, bu işi gereğince gözüpek bir biçimde yapmamış olmasıdır. Ama burada, baskı altında tutma örgütü, artık kölecilik, serflik ve ücretli kölelik çağlarında her zaman olduğu gibi, nüfusun azınlığı değil, çoğunluğudur. Ama, kendisini baskı altında tutanları kendisi yendiği anda da, halk çoğunluğunun “özel bir baskı gücü”ne artık gereksinimi yoktur! İşte bu anlamdadır ki, devlet sönmeye başlar. Ayrıcalıklı bir azınlığın (ayrıcalıklı memurlar, sürekli ordu şefleri) özel kurumları yerine, bu işleri çoğunluğun doğrudan kendisi görebilir; ve devlet gücünün görevleri halkın tümü tarafından ne ölçüde yerine getirilirse, bu güç o derecede zorunlu olmaktan çıkar.

Bu bakımdan, Komün tarafından alınan ve Marks’ın önemle belirttiği önlemlerden biri son derece dikkate değer: bütün temsil ödeneklerinin, memur zümresine tanınmış bütün parasal ayrıcalıkların kaldırılması; bütün memur aylıklarının “işçi ücretleri” düzeyine indirilmesi. Burjuva demokrasisinden proletarya demokrasisine, ezenlerin demokrasisinden ezilen sınıfların demokrasisine, belirli bir sınıfı baskı altında tutmaya yarayan “özel güç” olarak devletten, halk çoğunluğunun, işçi ve köylülerin genel iktidarı tarafından baskıcılar üzerinde uygulanan baskıya dönüş, en göze çarpar biçimde, işte burada ortaya çıkar. Ve, işte tam da devlet, sorunuyla ilgili belki bu en çarpıcı ve en önemli nokta üzerindedir ki, Marks’ın öğrettiği şeyler, en çok unutulan şeyler olmuştur. Basitleştirilmiş açıklamalarda — sayısızdır bunlar — bundan hiç sözedilmez. İnançları devlet dini haline geldikten sonra, ilkel hristiyanlığın “saflıklarını”, devrimci demokratik ruhuyla birlikte unutmuş bulunan hristiyanlar gibi, bu nokta üzerinde bir “saflık”mış gibi susmak, “usuldendir”.

Yüksek devlet memurları aylıklarının indirimi, “yalnızca” saf, ilkel bir demokratizm istemiymiş gibi görünür. Modern oportünizmin “kurucularından” biri, eski sosyal-demokrat Ed. Bernstein, “ilkel” demokratizme karşı yavan burjuva alaylarını yinelemeyi alışkanlık haline getirmişti. Bütün oportünistler gibi, günümüzün bütün kautskitsleri gibi, o da, ilk olarak “ilkel” demokratizme belirli ölçüde bir “dönüş” olmaksızın, kapitalizmden sosyalizme geçmenin

olanaksız olduğunu (çünkü, ensonu devlet görevlerinin çoğunluk tarafından, halkın tümü tarafından yapılması başka türlü nasıl olanaklı olabilir?), ve ikinci olarak, kapitalizm ve kapitalist kültür üzerine dayanmış “ilkel demokratizm”in, eski, ya da kapitalizm-öncesi çağların ilkel demokratizmi olmadığını, hiç mi hiç anlamamıştır. Kapitalist kültür, büyük üretimi, fabrikaları, demiryollarını, postayı, telefona vb. yaratmıştır. Ve, bu temel üzerinde, eski “devlet iktidarı” görevlerinin büyük çoğunluğu öylesine basitleştirilmiş ve öylesine basit kayıt- kuyut, denetim işlemlerine indirgenebilmişlerdir ki, ilköğretimden geçmiş bulunan herkes bu işleri yapabilir; basit bir “işçi ücreti” ile bütün bu işler pekala yapılabilir; öyleyse, bu işlerden her tür ayrıcalıklı, “hiyerarşik” nitelik kaldırılabilir (kaldırılmalıdır da).

İstisnasız bütün memurların her işe seçimle gelip, her an görevden geri alınabilmelerinin olanaklı olması, aylıklarının normal bir “işçi ücreti” düzeyine indirilmesi gibi, işçilerle köylü çoğunluğunun çıkarlarını son derecede dayanışık duruma getiren bu basit ve “anlaşılması kolay” demokratik önlemler, aynı zamanda kapitalizmden sosyalizme götüren köprü işini de görürler. Bu önlemler, devletin yeniden-örgütlenmesine, toplumun salt politik yeniden- örgütlenmesine ilişkindirler; ama elbette tüm anlam ve tüm değerlerini, ancak “mülksüzleştiricilerin mülksüzleştirilmesi”nin gerçekleşmesine ya da hazırlanmasına bağlandıkları zaman, yani üretim araçları üzerindeki kapitalist özel mülkiyetin sosyalist mülkiyet durumuna dönüşmesiyle kazanırlar.

Marks, “Komün, iki büyük masraf kaynağını, sürekli ordu ve memurculuğu ortadan kaldırarak, bütün burjuva devrimlerin belgisi olan ucuz hükümeti gerçekleştirdi” diye yazıyordu.

Küçük-burjuvazinin bütün öteki tabakaları gibi köylülüğün de yalnızca çok küçük bir azınlığı, sözcüğün burjuvaca anlamıyla, “yükselir”, “başarı kazanır”; yani yalnızca bazı bireyler, ya ense-kulak yerinde kişiler, burjuvalar durumuna, ya da güvenceli ve ayrıcalıklı memurlar durumuna gelirler. Köylülüğün varolduğu bütün kapitalist ülkelerde (ve bu ülkeler çoğunluktadırlar), köylülerin büyük çoğunluğu, hükümet tarafından ezilir ve hükümeti alaşağı etme özlemini taşır; “ucuz” bir hükümet özlemi çeker. Bu görevin üstesinden yalnızca proletarya gelebilir; ve bunu yaparak, aynı zamanda devletin sosyalist yeniden- örgütlenmesine doğru da bir adım atmış olur.

3.
PARLAMENTARİZMİN ORTADAN KALDIRILMASI

Marks, şöyle yazıyordu:

“Komün, parlemanter bir örgüt değil, aynı zamanda hem yürütmeci hem de yasamacı, hareketli bir gövde olmak zorundaydı.”

“Genel oy hakkı, her üç ya da altı yılda bir parlamentoda halkı yönetici sınıfın hangi üyesinin ‘temsil edeceği’ni ve ayaklar altına alacağını (verund zertreten) kararlaştırmak yerine, komünler halinde örgütlenmiş halka — herhangi bir işverenin kişisel seçimi gibi — , bu işletmeler [komünler] için işçiler, gözlemciler, muhasebeciler bulmaya yaramalıydı.”

Parlamentarizmin 1871’de formüle edilmiş bulunan bu ilginç eleştirisi de, sosyal-şovenizm ve oportünizmin egemenliği nedeniyle, bugün marksizmin “unutulmuş sözleri” arasında bulunur. Profesyonel bakan ve parlemanterler, proletarya düşmanları ve “pratik” sosyalistler parlamentarizmi eleştirme işini artık büsbütün anarşistlere bırakmış bulunuyorlar; bu nedenle de, şaşırtıcı bir mantıkla, parlamentarizmin her eleştirisini, “anarşist”likle nitelendiriyorlar!! Scheidemann, David, Legien, Sembat, Renaudel, Henderson, Vandervelde, Stauning, Branting, Bissolati ve hempaları gibi “sosyalist”leri görerek midesi bulanan “ileri” parlemanter ülkelerdeki proletaryanın, aslında oportünizmin ikiz kardeşi olan anarko-sendikalizme gitgide daha çok yakınlık göstermesine şaşmamak gerekir.

Ama, Marks için devrimci diyalektik, bugün moda olan bu boş lafazanlıktan, Plekhanof, Kautsky ve başkalarının çocuk oyuncağı haline getirdikleri bu saçma gevezelikten bambaşka bir şeydi. Marks, özellikle, koşulların devrim için uygun olmadığı durumlarda, burjuva parlamentarizmi “ahır”ından yararlanmaktaki yetersizliği yüzünden, anarşizmle arayı iyice açmış; ama aynı zamanda, parlamentarizmin gerçekten proleter ve devrimci bir eleştirisini yapmayı da bilmişti.

Belirli bir süre için parlamentoda halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek: yalnızca

anayasal parlemanter krallıklarda değil, en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü budur.

Ama, devlet sorunu, proletaryanın bu alandaki görevleri bakımından konur ve parlamentarizm devlet kurumlarından biri olarak kabul edilirse, bu takdirde parlamentarizmden kurtulmanın yolu nedir? Ondan nasıl vazgeçilebilir?

Şunu tekrar ve tekrar söylemek zorundayız:

Marks’ın, Komün’ü inceleyerek çıkardığı dersler kadar unutulmuştur ki, günümüzün “sosyal-demokratı” (günümüzün sosyalizm haini okuyunuz), parlamentarizmin anarşist ya da gerici eleştirisinden başka bir eleştirisini anlama yeteneğinden adamakıllı yoksundur.

Gerçi parlamentarizmden kurtulma yolu, temsili örgenlikleri ve seçim ilkesini yıkmaya değil, laf değirmenleri olan bu temsili örgenlikleri “hareketli” kurumlar durumuna dönüştürmeye dayanır. “Komün, parlemanter bir örgüt değil, aynı zamanda hem yürütmeci, hem de yasamacı, hareketli bir gövde olmak zorundaydı.”

“Parlemanter olmayan, ama hareketli” bir örgenlik, işte tam da çağcıl parlemanterler ile sosyal demokrasinin parlemanter “kuçukuçu”larının anlayacağı bir söz! Amerika’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e vb. dek, herhangi bir parlemanter ülkeyi düşününüz; asıl “devlet” işleri hep kulislerde görülür; bu işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay kurulları tarafından yürütülür. Parlamentolarda, yalnızca “‘saf halk”ı aldatma ereğiyle, gevezelikten başka bir şey yapılmaz. Bu o kadar doğrudur ki, burjuva demokratik cumhuriyet olan Rus Cumhuriyetinde bile, hatta gerçek bir parlamento kuracak zamanı bulmadan önce, parlamentarizmin bütün bu kusurları hemen ortaya çıktı. Çürümüş burjuva darkafalılığının kahramanları — Skobelev ve Çereteli’ler, Çernov ve Avksentiyevler — , en iğrenç burjuva parlamentarizmi örneğine göre kısır söz değırmenlerine çevirdikleri Sovyetleri bile bozmayı başardılar. Sovyetlerde, “ sosyalist” bakan baylar, laf ebelikleri ve karar tasarılarıyla, saf köylüleri aldatıyorlar. Hükümet içindeyse, bir yandan “yağ tabağı”nın, yani kazançlı ve saygın arpalıkların çevresine, sırayla, olabildiğince çok Devrimci-Sosyalist ve Menşevikleri oturtmak, öte yandan da, halkın “dikkatini dağıtmak” için sürekli bir oyun oynanıyor. Bu arada, kurmay kurullarında, bakanlıklarda, “devlet işi” “görülüyor! “.

Yönetici partinin “Devrimci-Sosyalistler”in organı Diyelo Naroda,” bir başyazısında “herkes”in kendini politik fuhşa verdiği “kibar sosyete”deki insanların o eşsiz içtenliğiyle, henüz yakın zamanlarda itiraf ediyordu ki, hatta “sosyalistler”e (sözcüğü bağışlayınız) ait olan bakanlıklarda bile, tüm eski

bürokratik aygıt öz bakımından aynı kalmıştır, geçmişte olduğu gibi işler ve devrimci önlemleri tam bir “özgürlük” içinde baltalar. Ama bu itiraf olmaksızın bile, Devrimci-Sosyalistlerle Menşeviklerin hükümete katılmaları öyküsü, bunun böyle olduğunun somut kanıtı değil midir? Bu durumda ilginç olan şey, Kadetlerle birlikte hükümette yer alan Çernov, Rusanov, Zenzinov efendiler ile Diyelo Naroda’nın öteki yazarlarının, “onlarda”, onların bakanlıklarında, her şeyin eskisi gibi gittiğini, önemsiz bir şey gibi açıkça ve yüzleri kızarmadan anlatacak kadar küstahlığı ileri götürmeleridir!! Saf köylüyü aldatmak için devrimci demokratik lafazanlık, kapitalistleri “keyiften dörtköşe etmek” için bürokratik ve kırtasiyeci hinoğluhinlikler: işte “namuslu” koalisyonun içyüzü.

Burjuva toplumun iliklerine dek çürümüş, satılık parlamentarizmi yerine, Komün, düşünce özgürlüğü ve tartışmanın yutturmaca halinde yozlaşmadığı örgenlikleri koyar. Bu örgenliklerde, düşünce özgürlüğü ve tartışma, yutturmaca halinde yozlaşmaz: çünkü parlemanterler (bu örgütlere seçilenler) kendileri çalışmak, yasalarını kendileri uygulamak, bu yasaların etkilerini kendileri denetlemek, bunlar üzerine, seçmenlerine karşı, doğrudan kendileri yanıt vermek zorundadırlar. Temsili örgenlikler kalır; ama, özel sistem olarak, yasama ve yürütme arasındaki işbölümü olarak, milletvekilleri için ayrıcalıklı durum olarak parlamentarizm artık yoktur. Bir demokrasiyi, hatta bir proletarya demokrasisini, temsili örgenlikler olmaksızın düşünemeyiz; ama, eğer bizim için burjuva toplumunun eleştirisi boş bir söz değilse, eğer bizim burjuvaziyi alaşağı etme isteğimiz, Menşevik ve Devrimci-Sosyalistlerde olduğu gibi, Scheidemann’lar ve Legien’lerde, Sembat’lar ve Vandervelde’lerde olduğu gibi, işçilerin oylarını avlamaya özgü “seçimlik” bir söz değil de ciddi ve içten bir istekse, demokrasiyi parlamentarizm olmaksızın düşünebiliriz ve düşünmek zorundayız da.

Marks’ın, Komün için olduğu gibi, proletarya demokrasisi için de gerekli olan bu idari personelin görevlerinden sözederken, karşılaştırma terimi olarak “herhangi bir işverenin” personeli terimini kullanması, yani “işçileri, gözetimcileri ve muhasebecileri” ile olağan bir kapitalist işletmeyi alması, son derece anlamlıdır.

Marks’ta ütopyacılığın zerresi yoktur; o tepeden tırnağa “yeni” bir toplum tasarlamaz, tepeden tırnağa “yeni” bir toplum türetmez. Hayır, o yalnızca yeni toplumun eskisinin içinden doğuşunu, eski toplumdan yeni topluma geçiş biçimlerini, doğal bir tarih süreci olarak irdeler. Somut proleter yığın hareketi deneyini ele alır ve ondan pratik dersler çıkarmaya çalışır. Marks, Komün “okulundan ders alır”; tıpkı bütün büyük devrimci düşünürlerin, (“silaha

sarılınmamalıydı” diye Plekhanov, ya da “bir sınıf, kendi özlemlerini kendisi sınırlandırmasını bilmelidir” diyen Çereteli örneği) hiçbir zaman bilgiççe bir “ahlak” açısından yanaşmaksızın, ezilen sınıf hareketlerinin büyük okulundan ders almakta duraksamadıkları gibi.

Memurculuğu birdenbire, her yerde ve büsbütün ortadan kaldırmak sözkonusu edilemez. Bu bir ütopyadır. Ama, giderek tüm memurculuğun ortadan kalkmasını sağlayacak yeni bir yönetim makinesinin vakit geçirmeksizin kurulmasına başlamak için, eski yönetim makinesini hemen parçalamak bir ütopya değil, Komün deneyinin ta kendisi, devrimci proletaryanın geciktirilmez, ivedi görevinin ta kendisidir.

Kapitalizm yönetsel “devlet” görevlerini basitleştirir; bu da, “tepeden buyurma yöntemleri”nin yadsınmasını, ve, her şeyin toplumun tümü adına, “işçilere, gözetimcilere, muhasebecilere” işveren bir proleterler (egemen sınıf) örgütüne bağlanmasını sağlar.

Biz ütopyacı değiliz. Tüm yönetim makinesinden, bütün devlet basamaklarından bir anda vazgeçmeyi “hayal” etmiyoruz; proletarya diktatorasına düşen görevlerin anlaşılmamasına dayanan bu anarşistçe düşler, marksizme adamakıllı yabancıdır; ve gerçekte, sosyalist devrimi insanların değişecekleri güne dek ertelemekten başka bir işe yaramaz. Bize gelince, biz, sosyalist devrimi, astın üste bağımlılığından, denetimden, “gözetimci ve muhasebecilerden” vazgeçmeyecek olan bugünkü insanlarla yapmak istiyoruz.

Ama, buyruğu altına girilmesi gereken şey bütün sömürülenlerin, bütün emekçilerin silahlı öncüsü olan proletaryadır. Devlet memurlarına özgü “tepeden buyurma yöntemleri”ni, daha bugünden kentli halkın çoğunun yetkinlikle yapabileceği, dolayısıyla “işçi ücretleri” karşılığı pekala yapılabilecek olan çok basit işlerle, basit bir “gözetim ve muhasebe” uygulamasıyla değiştirmeye, daha şimdiden, bugünden yarına, başlanabilir ve başlanmalıdır da.

Biz işçiler, kapitalizm tarafından daha önce yaratılmış bulunan şeyi hareket noktası alıp, kendi işçi deneyimize dayanarak, sert bir disiplin, silahlı işçilerin devlet iktidarı tarafından korunan demirden bir disiplin kurarak, büyük üretimi, biz kendimiz örgütleyeceğiz; devlet memurlarını (elbette her tür ve her düzeydeki uzmanları yerinde tutarak), yönergelerimizin basit uygulayıcıları rolüne, sorumlu, geri alınması olanaklı ve mütevazi bir para alan “gözetimciler ve muhasebeciler” durumuna indirgeyeceğiz: İşte bizim proleterce görevimiz budur; işte proleter devrimi yaparken, kendisinden başlanması olanaklı ve kendisinden başlanması gereken şey budur. Büyük üretim temeline dayanan bu ilk önlemler, kendiliğinden, tüm memurculuğun kerte kerte “sönme”sine; gitgide

basitleşen gözetim ve muhasebe görevlerinin, zamanla bir alışkanlık durumuna gelmek ve ensonu özel bir kategorideki bireylerin özel görevleri olarak ortadan kalkmak üzere, bunların sırayla herkes tarafından yapılacağı bir düzenin — tırnak içinde olmayan ve ücretli köleliğe hiç benzemiyen bir düzenin — kerte kerte kurulmasına götürecektir.

70 yıllarının nükteci bir Alman sosyal-demokratı Posta’nın örnek bir sosyalist işletme olduğunu söylemişti. Bundan daha doğru bir şey yoktur. Posta bugün Kapitalist devlet tekeli örneğine göre örgütlenmiş bir işletmedir. Emperyalizm, bütün tröstleri gitgide bu tipten örgütler durumuna dönüştürüyor. İşten bunalmış ve aç “basit” emekçiler, bu tip örgütlerde burjuva bürokrasisinin pençesinde kıvranırlar. Ama toplumsal yönetim mekanizması, bu örgütlerde daha şimdiden hazır durumdadır. Kapitalistler bir kez alaşağı edildikten, bu sömürücülerin direnci silahlı işçilerin demir pençesiyle kırılıp da bugünkü bürokratik devlet makinesi bir kez parçalandıktan sonra, karşımızda, teknik bakımdan harikulade araçlanmış, “asalaklık”tan kurtulmuş, ve birleşmiş işçilerin, teknisyenler, gözetimciler, muhasebeciler çalıştırarak, hepsinin emeğini, tıpkı tüm “kamu” memurları gibi, bir işçi ücretiyle ödeyerek, kendi başlarına pekala işletebilecekleri bir mekanizma var demektir. Bütün tröstler konusunda hemen gerçekleştirilmesi olanaklı, pratik, somut ve Komün tarafından (özellikle devlet örgütlenmesi alanında) pratik olarak, daha önce başlatılmış olan deneyi hesaba katarak, emekçileri sömürüden kurtarmaya yetenekli görev, işte budur.

Ulusal ekonominin tümünün, posta gibi, teknisyenlerin, gözetimcilerin, muhasebecilerin, silahlı proletaryanın denetim ve yönetimi altındaki bütün memurlar gibi, “işçi ücretleri”ni geçmeyen bir aylık alacakları biçimde örgütlenmesi: İvedi ereğimiz, işte budur. İşte gereksindiğimiz devlet ve onun ekonomik temeli. İşte bir yandan parlamentarizm ortadan kaldırılırken, bir yandan da temsili örgenliklerin korunmasının vereceği sonuç; işte çalışan sınıfları, bu örgenliklerin burjuvazi tarafından bozulmasından kurtaracak olan şey.

4.
ULUS BİRLİĞİNİN ÖRGÜTLENMESİ

“…Komün’ün geliştirme zamanı bulamadığı kısa bir ulusal örgütlenme taslağında, hatta en küçük köylerin bile siyasal örgütlenme biçiminin Komün olması gerektiği açıkça söylenmiştir…” Aynı biçimde, Paris “ulusal delegasyonu”nu seçecek olanlar da, komünlerdir.

“… Henüz merkezi bir hükümete kalmış bulunan, sayıca az, ama önemli görevler, yanlışlığı biline biline söylendiği gibi, ortadan kaldırılmamalı, ama komün memurlarına, yani sıkısıkıya sorumlu memurlara verilmeliydi…”

“…Ulusun birliği parçalanmamalı, tersine, komünal kuruluş aracıyla örgütlendirilmeliydi; ulus birliği, bu birliğin cisimleşmesi olduğunu ileri süren, ama asalak bir urdan başka bir şey olmadığı halde, ulustan bağımsız ve ondan üstün olmak isteyen devlet gücünün parçalanması yoluyla, bir gerçeklik durumuna gelmeliydi… Önemli olan, eski hükümet iktidarının salt bastırıcı nitelikteki organlarının budanması, kesilip atılmasıydı; bu iktidarın yasal görevleri, toplumun üstünde yer aldığını ileri süren bir otoriteden sökülüp alınmalı ve toplumun sorumlu görevlerine verilmeliydi.”

Marks’ın bu düşüncelerini çağdaş sosyal-demokrasi oportünistlerinin ne derece anlamadıklarını — anlamak istemediklerini demek belki daha doğru olur — en iyi gösteren şey, dönek Bernstein’a Erostrat’vari

[*] Erostrat, ün kazanmak için, M.Ö. 356’da, dünyanın yedi harikasından biri sayılan Efes’teki Diana tapınağını yakan kişinin adıdır. İslam tarihinde, ün kazanmak için zemzem kuyusuna işeyen kişi, Ebu Bevvab da, bu türden ünlüler arasında sayılır. -ç.

bir ün kazandıran kitaptır: Sosyalizmin öncülleri ve sosyaldemokrasinin görevleri. Tam da Marks’ın yukarda aktarmış bulunduğumuz parçası konusunda, Bernstein şöyle yazıyordu: … bu program “siyasal içeriği bakımından, bütün ana çizgilerinde, Proudhon’un federalizmiyle çarpıcı bir benzerlik gösterir… Marks ile ‘küçük-burjuva’ Proudhon arasında [Bernstein, dalga geçmek için, ‘küçük- burjuva’yı tırnak içinde yazıyor] öteki bütün ayrılıklara karşın, bu noktalar üzerinde ki görüş biçimleri birbirine son derece benzemektedir.” Kuşkusuz, diye devam eden Bernstein, belediyelerin önemi büyür, ama “demokrasinin ilk

görevinin, modern devletlerin, Marks ve Proudhon’un tasarladıkları bu kalkışı [Auflösung, harfi harfine: gerçek ve mecaz anlamda dağılma] ve örgütlenmelerindeki bu tam değişiklik [Umwandlung, değişim]: yani bütün o eski ulusal temsil biçimlerinin tamamen yokolacakları biçimde, kendileri de komünler delegelerinden oluşacak bölge ya da il meclisleri delegelerinden bir ulusal meclis kurulması olduğu, bana kuşkulu görünüyor” (Bernstein, aynı yapıt, 1899 Almanca baskısı, s. 134 ve 136).

İşte düpedüz şaşılacak bir şey: Marks’ın “asalak devlet iktidarının yıkılması” üzerindeki görüşlerini, Proudhon’un federalizmiyle karıştırmak! Ama bu bir rastlantı sonucu değildir; çünkü Marks’ın burada, federalizmi merkeziyetçiliğe karşıt olarak ele almak şöyle dursun, bütün burjuva ülkelerde varolan eski burjuva devletten sözettiği, oportünistin aklına bile gelmez.

Oportünistin aklına, çevresinde, kendi küçük-burjuva hamkafalık ve “reformist” durgunluk ortamında gördüğü şeyden, yani yalnızca “belediyeler”den başka bir şey gelmez! Proletarya devrimine gelince, oportünist onu düşünmeyi bile unutmuştur.

Bu gülünçtür. Ama bu nokta üzerinde Bernstein ile tartışılmamış olması da ilginçtir. Birçokları, özellikle Rus yazarları arasında Plekhanov, batı Avrupa yazarları arasında Kautsky; Bernstein’ı çürütmüşlerdir; ama ikisi de, Marks’ın Bernstein tarafından bu çarpıtılması üzerine hiçbir şey söylememişlerdir.

Oportünist, devrimci olarak düşünmeyi ve devrim düşünmeyi öylesine unutmuştur ki, anarşizmin kurucusu Proudhon ile böylesine karıştırdığı Marks’ta “federalizm” görür. Ve ortodoks marksistler olduklarını ve devrimci marksizm öğretisini savunmak istediklerini ileri süren Kautsky de, Plekhanov da, bu konuda susarlar. Burada, marksizm ile anarşizm arasında, oportünistleri olduğu kadar kautskistleri de belirleyen ve üzerinde konuşmak zorunda kalacağımız ayrım üzerine, o aşırı görüş yoksulluğunun köklerinden biri göze, çarpar.

Marks’ın, Komün deneyi üzerine aktarmış bulunduğumuz düşüncelerinde, federalizmin izi bile yoktur. Marks, Proudhon ile, yalnızca oportünist Bernstein’in ayrımsamadığı bir nokta üzerinde uzlaşır. Bernstein’in onları uzlaşmış gördüğü yerde ise, Marks, Proudhon ile uzlaşmazlık içindedir.

Marks, Proudhon ile şu anlamda uzlaşır ki, her ikisi de güncel devlet makinesinin “yıkılma”sından yanadırlar. Marksizmin anarşizm ile (Bakunin ile olduğu gibi Proudhon ile de) bu benzeşmesini ne oportünistler görmek isterler, ne de kaustkistler; çünkü onlar, bu nokta üzerinde, marksizmden uzaklaşmışlardır.

Marks, federalizm konusunda (proletarya diktatorasından ayrı olarak),

Proudhon ve Bakunin ile uzlaşmazlık içindedir. Federalizm ilkeleri, anarşizmin küçük-burjuva düşünlerinden çıkar. Marks, merkeziyetçidir. Ve ondan aktarılan parçalarda, merkeziyetçiliğe en küçük bir aykırılık yoktur. Yalnızca devlete karşı boş bir küçük-burjuva “inanı” ile dolu kimseler, burjuva devlet makinesinin yıkılmasını merkeziyetçiliğin yıkılması olarak anlayabilirler!

Ama proletarya ve yoksul köylüler, eğer devlet gücünü ellerine alır, komünler içinde tamamen özgür bir biçimde örgütlenir ve sermayeyi vurmak, kapitalistlerin direncini kırmak, demiryollarının, fabrikaların, toprağın vb. özel mülkiyetini ulusun tümüne, toplumun tümüne devretmek için, bütün komünlerin eylemini birleştirirlerse, bu, merkeziyetçilik olmayacak mıdır? Bu, en tutarlı demokratik merkeziyetçilik, üstelik de proleter bir merkeziyetçilik olmayacak mıdır?

Bernstein, özgür onaya dayanan bir merkeziyetçilik olanağını, komünlerin ulus olarak özgürce bir birleşme olanağını, proleter komünlerin burjuva egemenliğini ve burjuva devlet makinesini yıkma ereğiyle gönüllü kaynaşma olanağını tasarlamaya yetenekli değildir. Her hamkafa gibi, Bernstein de, merkeziyetçiliği, ancak tepeden, bürokrasi ve militarizm tarafından dayatılarak ayakta tutulabilen bir şey olarak düşünür.

Marks, öğretisinin bu çarpıtılma olanağını sanki önceden görmüş gibi, Komün’ü ulusun birliğini yıkmak ve merkezi iktidarı ortadan kaldırmak istemiş olmakla suçlamanın, bile bile bir yanlışlık yapmak olduğunu özellikle belirtir. Marks, askeri, bürokratik burjuva merkeziyetçiliğine karşı, bilinçli, demokratik proleter merkeziyetçliğini koymak için, o “ulus birliğini örgütleme” deyimini özellikle kullanır.

Ama … işitmek istemiyenden daha kötü sağır yoktur. Ve çağdaş sosyal- demokrasi oportünistleri de, devlet iktidarının yıkılmasından, bu asalağın kesilip açılmasından sözedilmesini, hiç mi hiç işitmek istemiyorlar.

5.
ASALAK DEVLETİN YIKILMASI

Marks’ın bu konuyla ilgili parçalarını daha önce aktarmıştık; şimdi onları tamamlıyacağız. Marks, şöyle yazıyordu:

“Genellikle, tamamen yeni tarihsel kuruluşların yazgısı, haksız yere, kendileriyle az-buçuk bir benzerlik gösterdikleri toplumsal yaşamın daha eski,

hatta kaybolup gitmiş biçimlerinin kopyası olarak kabul edilmektir. Böylece, çağcıl devlet iktidarını parçalayan (bricht) bu yeni Komün’de de, ortaçağ komünlerinin, bir canlanışı… Montesquieu ve Girondin’lerin düşlerine uygun bir küçük devletler federasyonu … merkeziyetçiliğin aşırılıklarına karşı eski savaşımın abartılmış bir biçimi görülmek istendi…”

“…Komünal kuruluş, o zamana dek toplumun sırtından geçinen ve onun özgür hareketini kötürümleştiren asalak ur tarafından, yani devlet tarafından sahip çıkılan bütün güçleri, toplumsal gövdeye geri verecekti. Yalnız bu olgudan dolayı, komünal kuruluş, Fransa’nın yeniden-canlanmasının hareket noktası olabilirdi…”

“…Komünal kuruluş, tarım üreticilerini kentlerin entellektüel yönetimi altına koyacak onlara, kent işçilerinin kişiliğinde, çıkarlarının doğal koruyucularını bulma güvencesini getirecekti. Komün’ün varoluşu bile, apaçık bir şey olarak, belediye özgürlüğünü içeriyordu; ama bu özgürlük, artık ortadan kaldırılmış bulunan devlet iktidarı için bir engel değildi.”

“Devlet iktidarının”, bu “asalak urun yıkılması”; bu iktidarın “budanması”, “yıkılması”, “artık ortadan kaldırılmış bulunan devlet iktidarı” — Komün deneyini değerlendiren ve çözümleyen Marks, devletten işte bu terimlerle sözeder.

Bütün bunlar, yarım yüzyıldan daha az bir süre önce yazıldı; ve bugün, çarpıtılmamış bir marksizmi yeniden bulmak ve onu geniş halk yığınlarının bilincine yerleştirmek için, arkeolojik kazılara girişmek gerekiyor. Marks’ın, yaşamış olduğu son büyük devrim üzerindeki gözlemlerinden çıkardığı sonuçlar, tam da proletaryanın yeni bir büyük devrimler çağı başladığı anda unutulmuş bulunuyor.

“…Komün’ün konusu olduğu yorumların ve ondan yana olduğunu söyleyen çıkarların çokluğu, bütün öbür hükümet biçimlerinin o zamana dek vurguyu bastırma üzerine koymuş bulunmalarına karşın, onun yayılmaya çok elverişli bir siyasal biçim olduğunu gösterir. Onun gerçek gizi, şudur: özsel olarak bir işçi sınıfı hükümeti, üreticilerin, temellükçüler sınıfına karşı sınıf savaşımının sonucu, emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayan ensonu bulunmuş siyasal biçimdi o…”

“Bu son koşul olmaksızın, komünal kuruluş olanaksız bir şey ve bir aldatmaca olurdu…”

İçinde toplumun sosyalist yeniden-örgütlenmesinin oluşması gereken siyasal biçimleri “keşfetmek” için, ütopyacılar büyük çabalar göstermişlerdi. Anarşistler, siyasal biçimler sorununu toptan bir yana atmışlardı. Çağdaş sosyal- demokrasi oportünistleri, burjuva parlemanter demokratik devletin siyasal biçimlerini, aşılmaması gereken bir sınır olarak kabul etmişler ve, bu biçimleri parçalamayı gözeten her girişime anarşizm adını vererek, bu “model” önünde secdeye kapana kapana alınlarını aşındırmışlardır.

Marks, tüm sosyalizm ve siyasal savaşım tarihinden, devletin ortadan kalkması gerektiği ve bu ortadan kalkışın geçiş biçiminin de (devletten devlet- olmayana geçiş), “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya” olacağı sonucunu çıkarmıştır. Bu geleceğin siyasal biçimleri’ne gelince, Marks onları keşfetmek için kendini yormadı. Yalnızca Fransa tarihini gözlemlemek, onu çözümlemek, ve 1851 yılının kendisini götürdüğü: “olaylar burjuva devlet makinesinin yıkılmasına doğru yöneliyor”, sonucunu çıkarmakla yetindi.

Ve, proletaryanın devrimci yığın hareketi patlak verdığı zaman, bu hareketin başarısızlığına, kısalığına ve apaçık güççüzlüğüne karşın, Marks, onun ortaya koyduğu biçimleri irdelemeye koyulur.

Komün, emeğin ekonomik kurtuluşunu gerçekleştirmeyi saklamak için proleter devrim tarafından “ensonu bulunmuş” olan biçimdir.

Komün, proleter devrim tarafından, burjuva devlet makinesini parçalamak için yapılmış ilk [sayfa 76] girişimdir; parçalanmış olan şeyin yerine geçmesi olanaklı ve gerekli olan, “ensonu bulunmuş” olan siyasal biçimdir.

Daha ilerde, 1905 ve 1917 Rus devrimlerinin, ayrı bir çerçeve ve başka koşullar içinde Komün’ün yapıtını sürdürüp Marks’ın dahice tarihsel çözümlemesini doğruladıklarını göreceğiz.

BÖLÜM IV
DEVAM. ENGELS’İN TAMAMLAYICI

AÇIKLAMALARI

Komün deneyiminin önemi üzerine söyleneceklerin özünü Marks söylemiştir. Engels, Marks’ın gözümleme ve vargılarını açıklayarak, birçok kez bu konu üzerine gelmiş ve bazan sorunun başka yönlerini öylesine bir güçlülük

ve öylesine bir özgelikle aydınlatmıştır ki, bu açıklamalar üzerinde özel olarak durmamız gerekir.

1. “KONUT SORUNU”

Engels, daha konut sorununu inceleyen yapıtında (1872), devrimin devlet karşısındaki görevleri üzerinde her duruşunda, Komün deneyimini hesaba katar.

Bu somut konu üzerinde, bir yandan, proleter devletle bugünkü devlet arasındaki — her iki durumda da devletten sözedilmesi olanağını sağlayan — benzer çizgilerin, öte yandan da, onları birbirinden ayıran ve devletin ortadan kalkmasına geçişi gösteren çizgilerin nasıl açıkça ortaya çıktıklarını görmek çok ilginçtir.

“Öyleyse, konut sorununu nasıl çözmeli? Bu sorun, bugünkü toplum içinde, bütün öteki toplumsal sorunlar nasıl çözümlenirse, öyle çözümlenir: arz ve talep arasında, kerte kerte bir ekonomik denge kurarak. Ama, sorunun durmadan yeniden-konulmasına engel olmayan bu çözüm, aslında bir çözüm değildir. Bir toplumsal devrimin bu sorunu ne biçimde çözebileceği sorununa gelince, bu yalnızca o devrimin içinde oluşacağı koşullara değil, ama en önemlilerinden biri kent ile köy arasındaki karşıtlığın ortadan kalkması olan çok daha geniş sorunlara da bağlıdır. Gelecekteki toplumun örgütlenmesi için ütopik sistemler kurmakla uğraşmayacağımıza göre, bu konu üzerinde daha fazla durmamız, yararsız olmaktan da öte bir şey olabilir. Şurası kesindir ki, büyük

kentlerde, daha şimdiden, usa uygun bir biçimde kullanılmak koşuluyla, bütün gerçek ‘konut darlığı’nı hemen önlemeye yetecek kadar konut vardır. Tabii bu iş ancak bugünkü mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesiyle, evsiz-barksız, ya da evlerinde balık istifi gibi yaşayan emekçiler tarafından binalarının işgaliyle yapılabilir; ve, proletaryanın siyasal iktidarı elde edeceği andan itibaren kamu yararının gerektirdiği bu önlem, bugün konutlar devlet tarafından ne kadar kolay kamulaştırılıyor ve savaş salmasına [tekalifi harbiye] tabi tutulabiliyorsa, o kadar kolay gerçekleşecektir” (1887, Almanca baskı, s. 22).

Burada devlet iktidarının bir biçim değişikliği değil, yalnızca devlet etkinliğinin içeriği düşünülüyor. Bugünkü devlet, konutları kamulaştırma ve savaş salması içine alma buyruğunu verebilir..Biçim bakımından, proleter devlet de konutların savaş salması içine alınmasını ve binaların kamulaştırılmasını “buyuracaktır”. Ama eski yürütme aygıtının, yani burjuvaziye bağlı bürokrasinin, proleter devletin eğilimlerini uygulamaya elverişsiz olacağı da açıktır.

“…Belirtmek gerekir ki, bütün çalışma aletlerinin, bütün sanayinin çalışan nüfus tarafından ‘gerçek temellükü’ proudhoncu ‘satın-alma’nın tamamen karşıtıdır. Proudhoncu çözüme göre her işçi, evinin, tarlasının, iş aletlerinin sahibi haline gelir. Öteki çözüme göreyse, ‘çalışan nüfus’, evlerin, fabrikaların ve çalışma aletlerinin kollektif mülk sahibi olarak kalır; ve hiç olmazsa bir geçiş dönemi süresince, karşılığı ödenmeksizin, bunların kullanımını bireylere ve özel topluluklara kolay kolay bırakmaz. Tıpkı toprak mülkiyetinin ortadan kalkmasının, toprak rantının ortadan kalkması değil, değişik bir biçim altında da olsa, topluma maledilmesi demek olduğu gibi. Demek ki, bütün çalışma araçlarının çalışan nüfus tarafından gerçek temellükü, kiralama ve kiraya vermenin devamını asla ortadan kaldırmaz” (s. 68).

Burada şöyle bir değinilen sorunu, devletin sönmesinin ekonomik temelleri sorununu, bundan sonraki bölümde inceleyeceğiz. Engels proleter devletin, “hiç olmazsa bir geçiş dönemi süresince”, kira ödenmeksizin konutları “kolay kolay” dağıtamıyacağını söyleyerek, düşüncesini büyük bir sakıntıyla dile getiriyor. Tüm halkın mülkü olan konutların kira karşılığı şu ya da bu aileye kiralanması, konut dağıtımı için bazı kuralların konmasını ve belirli bir denetimi gerektirdiği gibi, bu kira-bedelinin toplanmasını da gerektirir. Bütün bunlar, belirli bir devlet biçimini gerektirir, ama ayrıcalıklı bir durumdan yararlanan memurlarla birlikte, özel bir askeri ve bürokratik aygıtı hiç mi hiç gerektirmez.

Oysa, konutların parasız sağlanabileceği bir duruma geçiş, devletin tamamen “sönmesi”ne bağlıdır.

Engels bu arada, blanquistlerin, Komün’den sonra ve Komün deneyiminin etkisi altında kalarak, marksizmin ilkesel tutumunu benimsemelerinden sözederken, onların bu tutumunu söz arasında şöyle tanımlar:

“… Sınıfların ve sınıflarla birlikte devletin ortadan kalkmasına geçiş olarak, proletaryanın siyasal eylem ve diktatorası zorunluluğu…” (s. 55).

Sözcükler üzerinde eleştiri heveslileri, ya da “marksizmin yıkıcısı” burjuvalar, “devletin ortadan kalkması”nın bu kabulü ile, anarşist olarak görülen bu formülün, AntiDühring’in yukarda aktarılmış bulunan parçasındaki yadsınması arasında belki bir çelişki göreceklerdir. Oportünistlerin Engels’i de anarşistler arasında saydıklarını görmekte şaşılacak bir şey yoktur; enternasyonalistleri anarşizmle suçlamak, günümüzde, sosyal-şovenler arasında gitgide yayılan bir alışkanlıktır.

Sınıfların ortadan kalkmasıyla devletin ortadan kalkması da gerçekleşecektir; marksizmin her zaman öğrettiği şey budur. AntiDühring’in “devletin sönmesi” üzerindeki ünlü parçası, anarşistleri, devletin ortadan kaldırılmasından yana oldukları için değil, devletin ortadan kalkmasının “bugünden yarına” olanaklı olduğunu öğütledikleri için suçlar.

Bugün, hükümferma olan “sosyal-demokrat” öğreti, devletin ortadan kalkması sorununda, marksizmin anarşizm karşısındaki tutumunu adamakıllı çarpıttığı için, burada Marks ve Engels’in anarşistler ile bazı polemiklerini anımsatmak çok yararlı olacak.

2. ANARŞİSTLER İLE POLEMİK

Bu polemik 1873’e dek, çıkar. Marks ve Engels, bu tarihte “otonomist” (özerkçi, muhtariyetçi), ya da, “anti-otoriter” (tepeden inmeciliğe karşı) proudhonculara karşı sosyalist bir İtalyan derlemesinde bazı yazılar

yayınlamışlardı; bu yazıların Almanca çevirisi, Neue Zeit’te, ancak 1913’te çıktı. Marks, anarşistlerle ve onların siyaseti yadsımalarıyla alay ederek, şöyle

yazıyordu:

“… Eğer işçi sınıfının siyasal savaşımı devrimci biçimlere bürünürse, eğer burjuvazinin diktatorası yerine, işçiler kendi devrimci diktatoralarını kurarlarsa, ilkelere karşı korkunç bir suç işlemiş olurlar; çünkü, silahları bırakmak ve devleti ortadan kaldırmak yerine, günlük sefil ve kaba gereksinimlerini karşılamak ve burjuvazinin direncini kırmak için, devlete devrimci ve geçici bir biçim verirler…” (Neue Zeit, 1913–1914, 32. yıl, c. 1, s. 40).

Marks, anarşistleri çürüttüğü zaman, yalnızca devletin bu “o biçim ortadan kaldırılması”na karşı çıkıyordu! Devletin sınıflara birlikte kaybolacağı ya da sınıfların ortadan kalkmasıyla ortadan kalkacağı düşününe değil, işçiler adına silah kullanmanın, örgütlenmiş zordan, yani “burjuvazinin direncini kırmaya” yarayacak devlet’ten yararlanmanın olası bir yadsınmasına karşı çıkıyordu.

Marks, anarşizme karsı savaşımının gerçek anlamının çarpıtılmaması için, proletarya için zorunlu olan devletin “devrimci ve geçici biçimi”ni kesin olarak belirtir. Proletaryanın, yalnızca bir zaman için devlete gereksinimi vardır. Erek olarak devletin ortadan kalkması konusunda anarşistlerle en küçük bir uzlaşmazlık içinde değiliz. Biz, bu ereğe erişmek için, sömürücülere karşı, devlet iktidarı aletlerinin, devlet gücü araçlarının, devlet iktidarı yöntemlerinin geçici olarak kullanılmasının zorunlu olduğunu söylüyoruz; tıpkı, sınıfları ortadan kaldırmak için, ezilen sınıfın geçici diktatorasını kurmanın kaçınılmaz bir şey olduğunu söylediğimiz gibi. Marks, sorunun anarşistlere karşıkoymanın en kesin, en açık biçimini seçer: kapitalistlerin boyunduruğundan kurtulduktan sonra, işçilerin “silahları bırakmaları” mı gerekir, yoksa kapitalistlerin dirençlerini kırmak için bu silahları onlara karşı kullanmaları mı? Öyle olunca, eğer bir sınıf bir başka sınıfa karşı sistemli olarak silahlarını kullanırsa, bu, devletin “geçici bir biçimi” değildir de nedir?

Her sosyal-demokrat kendikendine sorsun: anarşistler ile polemikte, devlet sorununu, kendisi böyle mi koyuyordu? II. Enternasyonal’deki resmi sosyalist partilerin ezici çoğunluğu, bu sorunu böyle mi koyuyordu?

Engels, aynı düşünleri, çok daha ayrıntılı ve daha da popüler bir biçimde açıklar. Her seyden önce kendikendilerine “anti-otoriter” ünvanını veren, yani her tür otoriteyi, her tür astlık-üstlük (hiyerarşi) ilişkisini, her tür iktidarı

yadsıyan prudonculardaki düşün karışıklığını alaya alır. Bir fabrikayı, bir demiryolunu, açık denizdeki bir gemiyi alınız, der Engels; belirli bir astlık- üstlük ilişkisi, yani belirli bir otorite ya da iktidar olmaksızın, makinelerin kullanılmasına ve birçok insanın yöntemli olarak işbirliğine dayanan bu karmaşık teknik yapılardan hiçbirinin işlemesine olanak olmadığı apaçık ortada değil midir?

Ve şöyle yazar:

“… En aşırı anti-otoriterlerin karşısına bu kanıtlarla çıksam, şu tek yanıtın arkasına sığınırlar: ‘Ah! doğru- ama burada bizim, delegelerimize vereceğimiz bir otorite sözkonusu değildir, biz onlara yalnızca belirli bir görev veriyoruz…’ Bu adamlar, bir şeyin adını değiştirerek, o şeyin kendisini de değiştirebileceklerini sanıyorlar…”

Engels, otorite ve özerkliğin görece kavramlar olduklarını; uygulama alanlarının, toplumsal evrimin değişik evrelerine göre değiştiğini; bu kavramları mutlak şeyler olarak kabul etmenin saçmalığını gösterdikten; ve bunlara makinelerin kullanıldığı alanın ve büyük sanayinin gitgide genişlediğini de ekledikten sonra, otorite üzerindeki genel düşüncelerden devlet sorununa geçer.

“… Eğer özerkçiler, diye yazar, geleceğin toplumsal örgütlenmesinin, otoriteye ancak o zamanın üretim koşulları tarafından çizilen sınırlar içinde gözyumacağını söylemekle yetinselerdi, onlarla anlaşabilirdik; ama onlar otoriteyi zorunlu duruma sokan bütün gerçeklere gözlerini yumuyorlar ve otorite sözcüğüne karşı çılgınca bir savaşım yürütüyorlar.

“Anti-otoriterler neden siyasal otoriteyi, devleti kınamakla yetinmezler? Gelecekteki toplumsal devrimden sonra, devletin ve, onunla birlikte, siyasal otoritenin ortadan kalkacağını; yani kamu görevlerinin siyasal niteliklerini yitireceklerini, ve toplum çıkarlarını gözeten basit yönetsel görevler durumuna dönüşeceklerini kabul etmek için bütün sosyalistler birleşirler. Ama anti- otoriterler, siyasal devletin, hatta kendisini yaratmış olan toplumsal koşullar ortadan kalkmadan önce hemen ortadan kalkmasını isterler. Toplumsal devrimin ilk işinin, otoritenin ortadan kaldırılması olmasını isterler.

“Bu baylar hiç devrim görmüşler midir yaşamlarında? Devrim her halde, olanaklı olan en otoriter şeydir. Devrim, nüfusun bir kısmının, tüfek, süngü ve top gibi, söz uygun düşerse, otoriter araçlar kullanarak, kendi iradesini nüfusun öteki kısmına zorla kabul ettirdiği bir eylemdir. Yenen taraf, egemenliğini silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla sürdürmek zorundadır. Eğer Paris

Komünü, burjuvaziye karşı, silahlanmış bir halkın otoritesini kullanmasaydı, bir günden fazla tutunabilir miydi? Tersine, onu bu otoriteyi çok az kullanmış olmakla kınayamaz mıyız? Öyleyse, iki şeyden biri: ya anti-otoriterler ne dediklerini kendileri de bilmiyorlar, bu durumda, karışıklık yaratmaktan başka bir şey yapmıyorlar; ya da biliyorlar, bu durumda proletarya davasına ihanet ediyorlar. Böylece, bu her iki durumda da, yalnızca gericiliğin değirmenine su taşıyorlar.” (s. 39).

Bu parçada, devletin sönmesi sırasında siyaset ve iktisat arasındaki ilişkiler sorunuyla birlikte incelenmesi uygun olan sorunlara değinilmiş bulunuluyor (bu konu, bundan sonraki bölümde incelenecektir): Kamu görevlerinin, siyasal görevler durumundan yalın yönetsel görevler durumuna dönüşümü sorunu gibi; “siyasal devlet” sorunu gibi. Yanlış anlaşılmaya çok elverişli bulunan bu son deyim, aslında devletin sönme sürecine bir anıştırmadır: bir an gelir ki, sönme yolunda olan devlet artık siyasal olmayan bir devlet olarak adlandırılabilir. Engels’in bu parçasında bulunan en dikkate değer şey, onun, sorunu anarşistlere karşıkoyuş biçimidir. Engels’in çömezi olmak isteyen sosyal- demokratlar, 1873’ten buyana, anarşistlerle milyonlarca kez tartışmışlardır, ama gerçek odur ki, bu işi marksistlerin yapabileceği ve yapmaları gerektiği gibi yapmamışlardır. Anarşistlerde, devletin ortadan kalkması düşünü, karışık ve devrimci olmayan bir durumdadır: İşte Engels sorunu böyle koyuyordu. Açıkçası, anarşistlerin görmek istemedikleri şey devrimdir; devrimin doğuşu ve gelişmesi, zorla, otoriteyle ve devlet gücüyle ilgili özgül görevleridir.

Bugünkü sosyal-demokratlar için anarşizmin eleştirisi, alışıldığı üzere, şu katıksız küçük-burjuva bayağılığına indirgenir: “Biz devleti kabul ediyoruz, anarşistler etmiyor!” Kuşkusuz böylesine bir bayağılık, düşüncesi ne kadar kıt, devrimciliği ne kadar yetersiz olursa olsun, işçilerde bir iğrenme duygusu uyandırmaktan geri kalmaz. Engels’in dediği başkadır: o, devletin ortadan kalkmasını, bütün sosyalistlerin, sosyalist devrimin bir sonucu olarak kabul ettiklerini belirtir. Sonra da somut devrim sorununu, yani sosyal-demokratların, söz uygun düşerse, “irdeleme” işini yalnızca anarşistlere bırakarak, oportünizm gereği, alışıldığı üzere bir yana attıkları sorunu koyar. Ve böylece Engels, boğayı boynuzlarından yakalar: Komün, devletin devrimci iktidarından, yani egemen sınıf olarak silahlanmış, örgütlenmiş proletaryadan, daha çok yararlanmamalı mıydı?

Her taşın altından çıkan resmi,sosyal-demokrasi, ya yalnızca hamkafa sarakası, ya da en iyi olasılıkla, şu “sonra görürüz” biçimindeki kaçamaklı [sayfa 86] safsatayla, proletaryanın devrimdeki somut görevleri sorununu genellikle

geçiştiriyordu. Ve anarşistler, bu sosyal-demokrasinin görevini yapmadığını, işçilerin devrimci eğitimi görevini yapmadığını söylemekte yerden göğe dek haklıydılar. Engels, proletaryanın, aynı zamanda hem bankalar hem de devletle ilgili olarak yapmak zorunda olduğu şeyi ve bunu nasıl yapması gerektiğini, en somut bir biçim de irdelemek için, son proleter devrim deneyinden yararlanmıştır.

3. BEBEL’E MEKTUP

Marks ve Engels’in yapıtlarında bulduğumuz devletle ilgili en dikkate değer düşüncelerden biri — eğer en dikkate değeri değilse — Engels’in Bebel’e yazdığı, 18–22 Mart 1878 tarihli mektubun aşağıdaki parçasındadır. Ayraç içinde belirtelim ki, bizim bildiğimize göre, bu mektup ilk olarak Bebel’in 1911’de çıkmış olan anılarının (Yaşamımdan Anılar) II. cildinde yer almıştır, yani yazılıp gönderilmesinden otuzaltı yıl sonra.

Engels, Bebel’e, Gotha program taslağını eleştirmek için yazıyordu (aynı programı, Bracke’ye yazdığı ünlü mektubunda, Marks da eleştirdi). Özellikle devlet sorunundan sözederek, Engels, şöyle diyordu:

“… Özgür halk devleti özgür bir devlet olmuş. Özgür bir devlet, bu sözlerin dilbilimsel anlamına göre yurttaşları karşısında özgür bir devlet, yani despotik hükümetli bir devlettir. Devlet üzerindeki bütün bu gevezelikleri, özellikle, gerçek anlamda artık bir devlet olmayan Komün’den sonra, bırakmak yerinde olurdu. Her ne kadar daha önce Marks’ın Proudhon’a karşı yazdığı kitap (Felsefenin Selfaleti.-ç) daha sonra Komünist Manifesto, sosyalist toplumsal rejimin kurulmasıyla, devletin, kendiliğinden dağılıp (sich auflöst) ortadan kalkacağını açıkça söylemişlerse de, anarşistler halk devleti’ni yeterince kafamıza kaktılar. Devlet, proletaryanın, düşmanlarına karşı kuvvete dayanarak baskıyı örgütlemek için, savaşımda, devrimde kullanmak zorunda bulunduğu geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür bir halk devletinden sözetmek adamakıllı saçma bir şeydir: proletarya devrimden sonra da devlete

gereksinim duyacaksa, bunu özgürlük adına değil, düşmanlarını baskı altında tutmak için duyacaktır. Ve, özgürlükten sözetmenin olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak varolmaktan çıkar. Bundan dolayı, devlet sözcüğünün yerine, biz her yerde, Fransızca “komün” sözcüğünü çok iyi karşılayan o nefis eski Almanca sözcüğün, “ortaklık” (Gemeinwesen) sözcüğünün konmasını önerirdik” (Almanca aslının 321–322. sayfaları).

Bu mektubun, Marks tarafından bundan ancak birkaç hafta sonra yazılan bir mektupta (Marks’ın mektubu 5 Mayıs 1875 tarihlidir) eleştirilen parti programını konu edindiği ve o zaman Engels’in Londra’da Marks’la birlikte yaşadığı gözden kaçırılmamak gerekir. Bundan dolayı, son tümcede, “biz” diyerek Engels, hiç kuşku yok ki, hem kendi adına hem de Marks adına, Alman işçi partisi başkanına, devlet sözcüğünü programdan çıkarma ve onun yerine “ortaklık” sözcüğünü koyma önerisinde bulunur.

Eğer kendilerine böylesine bir program değişikliği önerilseydi, oportünistlerin koşutuna girmiş modern “marksizm” önderlerinin, bu “anarşizm”e karşı nasıl hırladıklarını duyardık!

Varsın hırlasınlar. Bundan dolayı burjuvazi onlara övgü yağdıracak.

Bize gelince, biz işimizi sürdüreceğiz. Gerçeğe daha yakın olmak, marksizmi her türlü çarpıtmadan arındırarak yeniden kurmak, işçi sınıfını kurtarıcı savaşımı içinde daha iyi yönetmek için, partimizin programını gözden geçirirken, Marks ve Engels’in öğüdünün Bolşevikler arasında hasım bulmayacağı kesindir. Yalnızca kullanılacak terim bakımından güçlükle karşılaşılacağını sanıyoruz. Almancada, “ortaklık” anlamına gelen iki sözcük var; ve Engels, bunlardan kendibaşına, ayrı bir ortaklığı değil, bir bütünü, bir ortaklıklar sistemini belirtenini seçiyor. Rusçada bu sözcük yoktur; ve belki de, bazı özürlerine karşın, Fransızca “komün” sözcüğünü seçmek gerekecektir.

“Komün, artık gerçek anlamda bir devlet değildi”, — Engels’in, teorik bakımdan çok önemli olan kesinlemesi, işte budur. Kendinden önceki açıklamadan sonra, bu kesinlemede anlaşılmayacak hiçbir şey yoktur. Komün, artık nüfusun çoğunluğunu değil, bir azınlığı (sömürücüleri) ezmesi gerektiği ölçüde, devlet olmaktan çıkıyordu; burjuva devlet makinesini parçalamıştı; özel bir bastırma gücü yerine, sahneye halk kalabalığının kendisi giriyordu. Bütün bunlar, sözcüğün gerçek anlamında devlete aykırı şeylerdir. Ve, eğer Komün devam etseydi, Komün içinde varlığını sürdürmekte olan devlet kalıntıları kendiliklerinden “sönerlerdi”; Komün, kurumlarını “kaldırma” gereksinimini duymazdı: Bu kurumlar, artık yapacak hiçbir şeyleri kalmadığı ölçüde, işlemez olurlardı.

“Anarşistler ‘halk devleti’ni kafamıza kaktılar.” Engels, böyle söylerken, özellikle Bakunin’i ve onun Alman sosyal-demokratlarına karşı saldırılarını kasteder. Engels, “halk devleti”nin, tıpkı “özgür halk devleti” gibi, bir anlamsızlığı, sosyalizme bir aykırılığı olması ölçüsünde, bu saldırıların haklılığını kabul eder.. Alman sosyal-demokratlarının anarşistlere karşı savaşımlarındaki yanlışlıkları gidermeye, bu savaşımı ilkeleri bakımından doğru bir savaşım durumuna getirmeye, onu “devlet” üzerindeki oportünist önyargılardan kurtarmaya çalışır. Ama heyhat! Engels’in mektubu otuzaltı yıl boyunca, bir çekmecede gizli kalmıştır. Hatta bu mektubun yayınlanmasından sonra bile, Engels’in o zamanki uyarılarının nedeni olan yanlışlıkları, gerçekte Kautsky’nin yinelemekte direndiğini daha aşağıda göreceğiz.

Bebel 21 Eylül 1875’te, bir mektupla Engels’e yanıt verir. Bu mektupta başka şeyler arasında, Engels’in program taslağın üzerindeki görüşünü “tamamen paylaştığını” ve Liebknecht’i fazla uzlaşıcı davrandığı için kınamış olduğunu bildirir. (Bebel’in Anıları, Almanca baskı, c. II, s. 334) Ama, eğer Bebel’in Ereklerimiz adlı broşürüne bakarsak, orada, devlet üzerine kesin olarak yanlış düşünceler buluruz:

“Bir sınıfın egemenliği üzerine kurulmuş olan devlet halk devleti durumuna dönüştürülmelidir” (Unsere Ziele, Almanca baskı, 1886, s. 14).

İşte, Bebel’in broşürünün dokuzuncu (dokuzuncu!) baskısında yer almış olan şey! Engels’in devrimci uyarıları bir çekmece içine tıkılıp kaldığına, ve, yaşamın kendisi, zamanla devrim “alışkanlığını yitirdiğine” göre, Alman sosyal-demokrasisinin, devlet üzerine o kadar inatla yinelenen oportünist düşünlerin etkisinde kalmış olmasında şaşılacak hiçbir şey yoktur.

4.
ERFURT PROGRAM TASARISININ ELEŞTİRİSİ

Marksizmin devlet öğretisi çözümlenirken, Engels tarafından 29 Haziran 1891’de Kautsky’ye gönderilen — ve Neue Zeit’te ancak on yıl sonra yayınlanmış bulunan — Erfurt program tasarısı eleştirisinin sözü edilmeden geçilemez; çünkü

bu yazı, özellikle sosyal-demokrasinin devlet örgütüyle ilgili sorunlardaki oportünist düşünlerinin eleştirisine ayrılmıştır.

Engels’in modern kapitalizmdeki dönüşümleri nasıl bir dikkat ve nasıl bir düşünce derinliğiyle izlediğini, ve böylece, emperyalist çağımızın sorunlarını,

belirli bir ölçüde, nasıl sezebildiğini gösteren, ekonomik sorunlar üzerinde çok değerli bir bilgi verdiğini de bu arada belirtelim. Bu bilgi şudur: Program tasarısında kapitalizmi belirlemek için kullanılmış bulunulan “plan yokluğu” (Planlosigkeit) sözcükleri konusunda, Engels, şöyle yazar:

“Eğer hisse senetli şirketlerden, koca sanayi kollarını eğemenliği altına alan ve tekelleştiren tröstlere geçersek, bunun yalnızca özel üretimin değil ‘plan yokluğu’nun da sonu olduğunu görürüz.” (Neue Zeit, 20. yıl, 1901–1902, c. I. s. 8).

Burada, modern kapitalizmin, yani emperyalizmin, teorik değerlendirmesinde varolan en önemli şeyi, yani, kapitalizmin tekelci kapitalizm durumuna dönüştüğü gözlemini buluyoruz. Bunun altını çizmek gerekir; çünkü, tekelci kapitalizmin, ya da tekelci devlet kapitalizminin, artık kapitalizm olmadığını, bundan böyle, “devlet sosyalizmi” olarak nitelendirebileceğini vb. ileri süren burjuva reformist önermesi, en yaygın yanlış düşünce durumundadır. Elbette ki, tröstler, ne şimdiye dek tam bir planlama yapmışlardır, ne de yapabilirler. Bununla birlikte, belirli bir planlamayı da uygularlar; sermaye babaları, üretim hacmini ulusal, hatta uluslararası ölçekte önceden hesaplar ve bu üretimi bir plana göre düzenlerler, ama gene de kapitalist rejim içinde kalırız; gerçi onun yeni bir evresinde, ama yadsınmaz bir biçimde kapitalist rejim içinde. Bu kapitalizmin sosyalizme “yakın” olduğu gerçeği, proletaryanın gerçek temsilcileri için, sosyalist devrimin yakınlığı, kolaylığı, olanak ve ivediliği yararına bir kanıt oluşturmalıdır; yoksa, bütün reformistlerin yaptığı gibi, hiçbir zaman bu devrimin yadsınmasına ve kapitalizmin allanıp pullanması girişimlerine gözyummak için kullanılan bir kanıt değil.

Ama şimdi gene devlet sorununa dönelim. Engels, burada: 1) Cumhuriyet sorunu üzerine, 2) ulusal sorunla devlet örgütü arasında varolan ilişki üzerine, 3)

yerel yönetsel özerklik üzerine olmak üzere, son derece değerli üç gösterge veriyor.

Cumhuriyet sorununu, Engels, Erfurt program tasarısı eleştirisinin ekseni durumuna getirmiştir. Ve, Erfurt programının, tüm uluslararası sosyal-demokrasi içinde kazandığı önem anımsanır da, bu programın tüm II. Enternasyonel’e örnek olduğu düşünülürse, abartmaksızın, Engels’in burada tüm II. Enternasyonal oportünizmini eleştirdiği söylenebilir.

“Tasarının siyasal istemler bölümünde büyük bir eksiklik var”, diye yazar Engels, “asıl söylenmesi ] gerekli olan şey söylenmemiş bulunuyor.” (altı Engels tarafından çizilmiştir).

Engels, sonra Alman anayasasının, uyarınca söylemek gerekirse, 1850 aşırı gerici anayasasının (Prusya anayasasının -ç.) bir kopyası olduğunu, Reichstag’ın, Wilhelm Liebknecht’in deyimine göre, “mutlakiyetin (apış arasındaki -ç.) asma yaprağı”ndan başka bir şey olmadığını ve “çalışma araçlarının ortak mülk durumuna dönüşümü”nü — küçük devletlerin ve bir küçük Alman devletleri konfederasyonunun varlığını yasallaştıran bir anayasa temeli üzerinde — gerçekleştirmek istemenin, “açıkça saçma” bir tutum olduğunu gösterir.

Almanya’da, cumhuriyet isteminin, programa yasal olarak yazılamıyacağını çok iyi bilen Engels, “ona (bu konuya) dokunmak tehlikeli olurdu” diyecekler. Bununla birlikte, Engels, “herkes”in yetindiği bu apaçık düşünce ile yetinmez. Şöyle sürdürür:

“Ama ne olursa olsun, olaylar ileri doğru zorlanmalıdır. Bunun ne kadar gerekli olduğunu, bugün sosyal-demokrat basının büyük bir bölümünde yayılmaya (enreissende) başlayan oportünizm apaçık gösterir. Partinin, sosyalistlere karşı yasanın yenilenmesi korkusu içinde, ya da bu yasa yürürlükteyken mevsimsiz olarak yayılmış bazı düşünleri anımsayarak, şimdi, bütün istemlerini barışçı yoldan gerçekleştirmek için, Almanya’da yürürlükteki yasal düzeni yeterli olarak kabul etmesi isteniyor…”

Alman sosyal-demokratlarının olağanüstü yasanın yenilenmesi korkusuyla hareket etmeleri, Engels’in birinci plana koyduğu ve duraksamaksızın oportünizm olarak suçladığı, özsel bir olgudur. Almanya’da ne cumhuriyet ne de özgürlük olduğu için, “barışçı” bir yol düşlemenin, sağduyuya kesinlikle aykırı bir şey olduğunu söyler. Engels, elini-kolunu bağlamamak için,

hayli sakıntılıdır. Cumhuriyetin, ya da çok büyük özgürlüğün varolduğu (ülkelerde, sosyalizme doğru barışçı bir evrimin “tasarlanabileceğini” (yalnızca “tasarlamak”!) kabul eder. Ama Almanya’da, diye yineler,

“… hükümetin gücünün hemen her şeye yettiği Reichstag ve bütün öteki temsili kurumların gerçek bir güçleri olmadığı Almanya’da, böyle şeyler ilan etmek ve üstelik bunu bir zorunluluk da olmadan yapmak mutlakiyetin (apış arasındaki -ç.) asma yaprağını kaldırmak ve onun çıplaklığını kendi vücuduyla örtmek demektir…”

Mutlakiyetin çıplaklığını örtenler, aslında, büyük çoğunlukları içinde, bu bilgileri “künk altına” koyan (saklayan) Alman sosyal-demokrat partisinin resmi önderleridir.

“Böylesine bir siyasa, uzun erimde, partiyi yanlış bir yola sürüklemekten başka bir sonuç vermez. Genel ve soyut siyasal sorunlar birinci plana konur, ve böylece, ilk önemli olaylarda, ilk siyasal bunalımda kendiliğinden gündeme giren en ivedi somut sorunlar saklanır. Bundan, karar anında partinin fenersiz yakalanması ve önemli noktalar üzerinde, bu sorunların hiç tartışılmamış olması yüzünden, karışıklık, ve birlik yokluğunun egemen olmasından başka ne sonuç çıkabilir?…

“Geçici günlük çıkarlar karşısında büyük temel düşüncelerin bu unutuluşu, bu geçici başarılar peşinde koşma ve daha sonraki sonuçlarını hesaba katmadan geçici başarılar yöresinde girişilen bu savaşım, hareketin yarınının bugüne feda edilerek bu yüzüstü bırakılışı, — bütün bunların belki namuslu dürtüleri vardır. Ama bütün bunlar oportünizmdir ve oportünizm olarak kalır. Oysa, ‘namuslu’ oportünizm, belki de bütün oportünizmlerin en tehlikelilsidir…

“Partimizin ve işçi sınıfının, egemenliğe ancak demokratik bir cumhuriyet biçimi altında ulaşabileceği son derece açık bir şeydir. Demokratik cumhuriyet, büyük Fransız Devriminin daha önce göstermiş olduğu gibi, proletarya diktatorasının da özgül biçimidir…”

Engels burada, Marks’ın bütün yapıtlarını kırmızı bir çizgi gibi işaretleyen o temel düşünü, yani demokratik cumhuriyetin proletarya diktatorasına götüren en kısa yol olduğu düşününü özellikle belirgin bir duruma koyarak, yeniden ele alır. Çünkü böyle bir cumhuriyet, sermaye egemenliğini, dolayısıyla yığınların ezilmesini ve sınıflar savaşımını hiçbir zaman ortadan kaldırmadığı halde, kaçınılmaz bir biçimde, savaşımın genişlemesine,

gelişmesine, depreşmesine, kızışmasına götürür; öyle ki, ezilen yığınların canalıcı çıkarlarını karşılama olanağı bir kez ortaya çıktıktan sonra, bu olanak, aneak ve yalnızca proletarya diktatorasında, bu yığınların proletarya tarafından yönetiminde gerçekleşir. Tüm II. Enternasyonal için, bunlar da marksizmin “unutulmuş sözleri”dir; ve bu unutuş Menşevik partisi tarihinde, 1917 Rus devriminin (Şubat Devrimi -ç.) ilk altı ayı sırasında çok belirgin bir biçimde ortaya çıkmış bulunuyor.

Federatif cumhuriyeti, nüfusun ulusal bileşimiyle ilişkili olarak ele alan Engels, şöyle yazar:

“Neyi gerçekleştirmek gerekir bugünkü Almanya’da (gerici kralcı anayasası ve Almanya’nın küçük devletler biçiminde, daha az gerici olmayan, ‘prusyacılık’ özelliklerini bir bütün oluşturan bir Almanya içinde eritecek yerde, devam ettiren bölünmesiyle birlikte)? Bana kalırsa, proletarya, bir ve bölünmez cumhuriyetten başka bir biçimden yararlanamaz. Birleşik Devletlerin engin toprakları üzerinde, federatif cumhuriyet, bundan böyle doğuda bir engel olmaya başlamasına karşın, bugün de, tümü bakımından, bir zorunluluktur. Federatif cumhuriyet, iki ada üzerinde dört ulusun yaşadığı, ve tek parlamentoya karşın, bugün bile yanyana üç farklı mevzuatın varolduğu İngiltere’de bir ilerleme oluşturabilir. Küçük İsviçre’de, bu ülke yalnızca Avrupa devletler sistemi içinde salt pasif bir üye olmakla yetindiği için, federatif cumhuriyet uzun zamandan beri gözyumulması olanaklı bir engel oluşturuyor. İsviçre türü bir federatif örgütlenme, Almanya için büyük bir gerileme oluşturabilir. Federal bir devleti merkeziyetçi bir devletten iki nokta ayırdeder: önce, her federe devletin, her kanton’un, kendi öz yurttaşlık ve ceza yasalarına kendi öz tüzel (adli) örgütüne sahip olması; sonra da, halk meclisinin yanısıra, büyük ya da küçük her kanton’un kanton olarak oy verdiği bir federe devletler temsilcileri meclisinin varlığı.” Federal devlet Almanya’da tamamen merkeziyetçi bir devlete geçişi oluşturur; ve 1866 ve 1870’te yapılmış olan “ yukardan aşağı devrimi” geriletmek değil, tersine, onu “aşağıdan yukarı bir hareket”le tamamlamak gerekir.

Engels, devlet biçimleriyle ilgilenmeyi yararsız bulmak şöyle dursun, tersine, üzerinde durulan geçici biçimin hareket ve varış noktalarını, her belirli durum içinde, bu durumun tarihsel ve somut özelliklerine göre belirlemek için, geçici biçimleri büyük bir özenle çözümlemeye çalışır.

Engels de, tıpkı Marks gibi, proletarya ve proleter devrim açısından, demokratik merkeziyetçiliği, bir ve bölünmez cumhuriyeti savunur. Federatif

cumhuriyeti, ya bir istisna ve gelişmeye bir engel olarak, ya da monarşiden merkezileştirilmiş cumhuriyete bir geçiş olarak, ama bazı koşullarda bir “ilerleme” olarak düşünür. Ve bu özel koşullar arasında, ulusal soruna ilk planda yer verir.

Marks’ta olduğu gibi Engels’te de, her ikisi de küçük devletlerin gerici niteliğini ve bazı somut durumlarda bu gerici niteliği gizlemek için ulusal sorundan yararlanılmasını amansızca eleştirmiş olmalarına karşın, yapıtlarının hiçbir yerinde, bir istek belirtisi halinde de olsa, ulusal sorunun öneminin küçümsendiği, geçiştirildiği görülmez; oysa Hollandalı ve Polonyalı marksistler, “kendi” küçük devletlerinin dar burjuva milliyetçiliğine karşı son derece haklı savaşımdan hareketle, çoğu kez ulusal sorunun önemini küçümseme, onu geçiştirme hatasını işliyorlar.

Hatta, coğrafi koşulların, dil birliğinin ve yüzlerce yıllık tarihin, ülkenin küçük parçalara bölünmesiyle ilgili olarak ulusal soruna “son vermesi” gerekir gibi görünen İngitere’de bile, Engels, ulusal sorunun henüz bir sonuca bağlanmamış olması açık gerçeğini hesaba katar; ve bu yüzden, federal cumhuriyeti bir “ilerleme” olarak düşünür. Kuşkusuz, bunda ne federal cumhuriyetin kusurlarını eleştirmekten, ne de birliği, demokratik ve merkeziyetçi cumhuriyet yararına propaganda ve kararlı savaşımdan bir vazgeçme belirtisi vardır.

Ama bu demokratik merkeziyetçiliği, Engels, hiçbir zaman, burjuva ve aralarında anarşistlerin de bulunduğu küçük-burjuva ideologların ona verdikleri bürokratik anlamda anlamaz. Engels bakımından, merkeziyetçilik, “komünler” ve bölgelerin devlet birliğini tamamen kendi istekleriyle savunmaları koşuluyla, her tür bürokratizm ve her tür yukardan “buyurma”yı söz götürmez biçimde ortadan kaldıran geniş bir yerel yönetsel özerkliliği hiç mi hiç dıştalamaz.

Devlet üzerine, marksist bir programın temelinde bulunması gereken görüşlerini geliştirerek, “… O halde, merkezci cumhuriyet” diye yazar Engels. “Ama, 1798’de kurulmuş, imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan bugünkü Fransız cumhuriyeti anlamında değil. 1792’den 1798’e dek, her Fransız ili, her komün (Gemeinde), Amerikan örneğine göre, tam yönetsel özerkliliğine sahipti. Bizim de tıpatıp sahip olmamız gereken şey, budur. Bu özerkliliğin nasıl örgütleneceğini ve bürokrasiden nasıl vazgeçilebileceğini, Amerika ve birinci Fransız cumhuriyeti bize göstermiş bulunuyor; ve bugün de, Avustralya, Kanada ve öteki İngiliz sömürgeleri bize aynı şeyi gösterir. Böylesine bir bölgesel ve komünal özerklilik, örneğin Kanton’un Bund (yani konfederal devletin tümü -L.) karşısında, ama aynı zamanda il (Bezirk) ve komün karşısında da, gerçekten çok

bağımsız bulunduğu İsviçre federalizminden çok daha fazla özgürlük kaldırır. Kantonal hükümetler, illerin genel yöneticilerini (Bezirksstatthalter) ve valilerini atarlar; bu yöntem İngilizce konuşulan ülkelerde hiç bilinmez, ve biz de, gelecekte, Prusyalı Landrate ve Regierungsräte’lerden (komiserler, yönetim çevresinin polis şefleri, yöneticiler ve genel olarak yukarıdan atanan memurlar — L.) kurtulmakta ne kadar kararlıysak, bu yöntemden kurtulmakta da o kadar kararlı olmalıyız.” Bundan dolayı, Engels, programın özerklilikle ilgili maddesinin şöyle formüle edilmesini önerir: “il, ilçe ve bucaklarda genel oyla seçilmiş memurlar aracıyla, tam özerk yönetim. Devlet tarafından atanmış bütün, yerel ve bölgesel otoritelerin ortadan kaldırılması.”

Kerenski ve öteki “sosyalist” bakanlar hükümeti tarafından yasaklanan Pravda’da (28 Mayıs 1917 tarihli 68. sayısında), bizim sözde devrimci bir sözde demokrasinin sözde sosyalist temsilcilerinin bu noktada — tabii yalnızca bu noktada değil, nerde o günler — demokratizm’den göze batar bir biçimde ayrıldıklarını göstermek fırsatını daha önce bulmuştum. “Koalisyon”larıyla emperyalist burjuvaziye bağlanmış bulunan adamların, bu söylenenlere sağır kalmalarında anlaşılmayacak bir şey yoktur.

Engels’in özellikle küçük-burjuva demokratları arasında çok yaygın bulunan bir önyargıyı, olaylara dayanarak, yetkin bir belginlikle çürüttüğünü belirtmek büyük bir önem taşır. Bu önyargıya göre, federatif bir cumhuriyet, merkezi bir cumhuriyetten daha çok özgürlük içerir. Bu, yanlıştır. Engels tarafından sözkonusu edilen, 1792–1798 merkezi Fransız cumhuriyeti ve federatif İsviçre cumhuriyeti ile ilgili olgular, bu savı çürütür. Gerçekten de demokratik merkezi cumhuriyet, federatif cumhuriyetten daha çok özgürlük saklıyordu. Başka bir deyişle, tarihin gördüğü azami yerel, bölgesel vb. özgürlükler, federatif cumhuriyet tarafından değil, merkezi cumhuriyet tarafından sağlanmıştır.

Partimiz, tüm federatif ve merkezi cumhuriyet sorunuyla yerel, yönetsel özerklilik sorununa olduğu gibi, bu olguya da, propaganda ve ajitasyonunda yeterince dikkat göstermemiş ve gene de göstermemektedir.

5.
MARKS’IN İÇ SAVAŞ’ININ 1891 ÖNSÖZÜ

Engels, Fransa’da İç Savaş’ın üçüncü baskısına yazdığı önsözde — 18 Mart 1891 tarihini taşıyan ve ilk kez olarak Neue Zeit’ta basılan önsöz — , devlet

karşısındaki tutum üzerine çok yararlı bazı düşüncelerin yanısıra, Komün’den çıkan dersleri dikkate değer bir belirginlikle özetler. Yazarını Komün’den ayıran yirmi yıllık dönemin tüm deneyi ile zenginleşmiş bulunan bu özet, özellikle Almanya’da çok yaygın olan “devlete duyulan boş inan”a karşı yöneltilmiştir ve haklı olarak bu sorun üzerinde marksizmin son sözü gibi kabul edilebilir.

Fransa’da, her devrimden sonra, işçiler silahlanmışlardır, diye belirtir Engels; “öyleyse, iktidarda bulunan burjuvalar için, işçilerin silahsızlandırılması ilk

görevdi. Bundan ötürü, işçilerin kanı pahasına başarılan her devrimden sonra, işçilerin yenilgisiyle biten yeni bir savaş patlar”…

Burjuva devrimler deneyinin bilançosu, anlamlı olduğu kadar özlüdür de. Sorunun temeli — devlet sorununda da olduğu gibi (ezilen sınıfın elinde silah

var mı?) — yetkin bir biçimde kavranmıştır. Küçük-burjuva demokratları gibi, burjuva ideolojisi etkisinde kalan profesörler de, çoğunlukla, bu temel üzerinde hiç söz etmezler. 1917 Rus devriminde (Şubat Devrimi -ç.), burjuva devrimlerin bu gizemini arada bir açıklama övüncesi (bir Cavaignac övüncesi), “Kendisi de marksist” olan, “menşevik” Çereteli’ye düştü. Çereteli, 11 Haziran’daki “tarihsel” söylevinde, burjuvazinin Petrograd işçilerini silahsızlandırmaya kararlı olduğunu açıklama sakıntısızlığında bulundu; bu kararı, açıkça, aynı zamanda kendi kararı olarak ve daha genel biçimde, bir “devlet” zorunluluğu olarak sunuyordu!

Çereteli tarafından 11 Haziran’da verilen tarihsel söylev, 1917 devriminin bütün tarihçileri için, kuşkusuz, Çereteli efendi tarafından yönetilen Devrimci-

Sosyalistler ve Menşevikler blokunun, devrimci proletaryaya karşı, nasıl burjuvaziden yana çıktığını en iyi gösteren örneklerden biri olacaktır.

Engels’in, gene devlet sorununa bağlı bir başka düşüncesi de, dinle ilgilidir. Alman sosyal-demokrasisinin, kangren yayılıp gitgide daha çok

oportünistleştikçe, kendini ünlü, “din özel bir sorundur” formülünün yanlış ve

burjuvaca bir yorumuna gitgide daha fazla kaptırdığı bilinir. Bilindiği gibi, bu formül, din sanki devrimci proletaryanın partisi içinde de özel bir sorunmuş gibi yorumlanıyordu!! Engels, proletaryanın devrimci programına bu kesin ihanete

karşı isyan etti. 1891’de, partisi içinde ancak çok güçsüz oportünizm tohumları gözlemleyebilen Engels, düşüncelerini aşırı bir sakıncayla açıklıyordu:

“Komün’de hemen hemen salt işçiler, ya da işçilerin ünlü temsilcileri yer alıyorlardı; bu yüzden, alınan kararlar açıkça proleter bir nitelik taşıyordu. Komün, ya devlete göre dinin özel bir sorundan başka bir şey olmadığı ilkesinin gerçekleşmesi gibi, cumhuriyetçi burjuvazinin düpedüz korkaklıktan savsakladığı, ama işçi sınıfının özgür eylemi için zorunlu bir temel oluşturan reformları kararlaştırıyor; ya da doğrudan doğruya işçi yararına alınmış, bir yandan da, eski toplumsal düzende derin çatlaklar açan kararları resmen yayınlıyordu…”

Engels, “devlete göre” sözcüklerinin altını özellikle çizmiştir; böyle yapmakla, dinin partiye göre özel sorun olduğunu bildiren ve böylece devrimci proletaryanın partisini, hiçbir din olmamasını kabul etmek isteyen, ama partinin: halkı alıklaştıran din afyonu ile savaşma görevinden elçeken en bayağı küçük- burjuva “özgür düşünür”ü düzeyine düşüren Alman oportünizmine doğrudan bir vuruş indiriyordu.

Bu partinin 1914’teki utanç verici batkısının nedenlerini araştıran Alman sosyal-demokrasisinin gelecekteki tarihçisi, bu sorun üzerine, bu partinin ideolojik önderi Kautsky’nin yazılarındaki, oportünizme kapıyı ardına dek açan kaçamaklı bildirimlerinden, partinin 1913’te LosvonKirche Bewegung (Kiliseden ayrılma hareketi) karşısındaki tutumuna dek, yüklü ve ilginç belgeler bulacaktır.

Ama şimdi, Komün’den yirmi yıl sonra, savaşım içindeki proletaryaya Komün’ün sağladığı dersleri, Engels’in nasıl özetlediğini görelim.

İşte ilk plana koydukları:

“…Önceki merkezi hükümetin bastırıcı gücüne, Napoleon tarafından 1798’de kurulmuş, ondan sonra da, gönül borcu ile, her yeni hükümet tarafından yeniden ele alınıp karşıtlarına karşı kullanılmış bulunan ordu, siyasi polis ve bürokrasiye gelince, Paris’te alaşağı edilmiş bulunduğu gibi, her yerde alaşağı edilmesi gereken şey, işte bu gücün ta kendisiydi.

“Komün, işçi sınıfının bir kez iktidara geçtikten sonra, eski devlet makinesi ile yönetmeyi sürdüremiyeceğini hemen kabul etmek zorunda kaldı; daha yeni elde etmiş bulunduğu kendi öz egemenliğini yeniden yitirmemek için, bu işçi sınıfı, bir yandan, o zamana dek kendisine karşı kullanılmış bulunan eski baskı makinesini yok etmek, ama, öte yandan, kendi öz vekil ve memurlarına karşı da,

onların her zaman ve istisnasız geri alınabilir olduklarını açıklayarak, önlem almak zorundaydı…”

Engels, gene ve hep belirtir ki, yalnız monarşi rejiminde değil, demokratik cumhuriyette de devlet, devlet, olarak, kalır; yani, memurları “toplumun hizmetkarları” durumundan toplumun efendileri durumuna dönüştürmek olan başlıca ayırdedici niteliğini korur.

“… Başlangıçta toplumun hizmetkarları olan devlet ve devlet örgenliklerinin toplumun efendileri durumuna, önceki tüm rejimlerde kaçınılmaz olan bu dönüşümünü önlemek için, Komün iki sağlam araç kullandı. ilk olarak, bütün yönetsel, tüzel ve eğitsel işlerde görevlendirilecek kimselerin, bu işlerle ilgili herkesin oy verdiği seçimlerle seçilmesi ve tabii bütün görevlilerin, aynı ilgililerce her an geri alınabilmesi yöntemini kabul etti. Ve ikinci olarak, en aşağısından en yükseğine, bütün görevler için, ancak işçilerin aldığı kadar bir para ödedi. Ödediği en yüksek görevli ücreti 6000 franktı.

[*] Bu para, nominal kurdan 2.400 ruble dolaylarındadır, cari kurdan ise 6.000 ruble kadar tutar. Devletin tümü bakımından en çok 6.000 ruble — yeterli tutar — yerine örneğin belediyelerde 9.000 rublelik maaşlar öneren Bo1şevikler, bağışlanmaz bir yanlışlıkta bulunuyorlar.

Böylece, üstelik temsili kurullar delegelerinin emredici vekaletleri

[*] Emredici vekalet. Seçilenin, kendisine vekalet verenlerin yönergesi yönünde davrandığı, o yönde oy kullandığı siyasal temsil sistemi. -ç.

bir yana, makam ve ikbal avcılığına bir son verillyordu…”

Engels, burada tutarlı demokrasinin bir yandan sosyalizme dönüştüğü, öte yandan da sosyalizmi gerektirdiği o ilginç sınıra varıyor. Gerçekten, devletin ortadan kalkması için, devlet hizmetlerinin büyük çoğunluk tarafından, giderek tüm halk tarafından yapılabilecek kadar basit kayıt-kuyut ve denetim işlemlerine dönüşmesi gerekir. Ve, ikbal avcılığının tamamen ortadan kalkması ise, devlet hizmetindeki “onursal!’ görevlerin, en özgür kapitalist ülkelerde bile sık sık olduğu gibi, banka ve anonim şirketlerdeki yüksek kazançlı mevkilere erişmek için basamak hizmeti görmekten çıkmasına bağlıdır.

Ama Engels, örneğin, ulusların kendi yazgılarını kendileri belirleme hakkı konusunda bazı marksistlerin düştükleri yanılgıya düşmez. Bazı marksistler, bu

hak kapitalist rejimde gerçekleşmesi olanaksız bir haktır, sosyalist rejimdeyse gereksiz bir duruma gelir, derler. Görünüşte akıllıca, ama aslında yanlış olan bu düşünce, bütün demokratik kurumlara, bu arada memurların mütevazi maaşına uygulanabilir; çünkü sıkısıkıya tutarlı bir demokratizm, kapitalist rejimde gerçekleşmesi olanaksız bir şeydir; sosyalist rejimdeyse, tüm demokrasi sönerek son bulacaktır.

Bu safsata, şu eski şakaya benzer: Saçından bir kıl dökülürse, insan dazlak olur mu?

Demokrasiyi sonuna dek geliştirmek, bu gelişmenin biçimlerini araştırmak, bu biçimleri pratiğin [sayfa 104] deneyinden geçirmek vb.: toplumsal devrim savaşımının en önemli görevlerinden biri de budur. Tek başına alındığı zaman, hangisi olursa olsun, hiçbir demokratizm sosyalizmi sağlamaz; ama gerçek yaşamda, demokratizm hiçbir zaman “tek başına” değil, “tümün içinde” alınacaktır; demokratizm bir yandan ekonomik gelişmenin etkisine uğrayacak, ama bir yandan da, dönüşümün uyardığı ekonomi üzerinde etkide bulunacaktır vb.. Yaşayan tarihin diyalektiği böyledir.

Engels, devam eder:

“…Şimdiye dek olan biçimiyle devlet gücünün bu parçalanması (Sprengung) ve yerini, yeni, gerçekten demokratik bir iktidara bırakması, İç Savaş’ın üçüncü bölümünde ayrıntılı bir biçimde betimlenmiştir. Ama orada anlatılan şeylerden birkaçı üzerinde burada kısaca durmak zorunluydu; çünkü, Almanya’da devlet boş inanı felsefeden ortak bilince, burjuvazinin, hatta birçok işçinin ortak bilincine geçmiş bulunuyor. Filozofların kafasında devlet, “düşünün gerçekleşmesi” ya da Tanrının dünya üzerindeki egemenliğinin felsefe diline aktarılmış biçimidir; sonsuz doğruluk ve adaletin gerçekleştiği, ya da gerçekleşmesi gereken alandır.

Devlete ve devlete ilişkin her şeye karşı duyulan, ve beşikten beri, tüm toplumun bütün işleri ve bütün ortak çıkarlarının, şimdiye dek olduğundan, yani devlet ve onun gereğince yerleşmiş otoriteleri tarafından çekilip çevrildiklerinden başka türlü çekilip çevrilemeyeceklerini düşünmeye alışıldığı ölçüde kolay yerleşen o boş inana dayalı saygı da işte buradan gelir. Ve soydan geçme krallıka beslenen güvenden kurtulup da, artık demokratik cumhuriyet üzerine ant içmekten aşağısı kurtarmadığı zaman, çok gözüpek bir adım atıldığı sanılır. Ama, gerçeklikte, devlet bir sınıfın bir başka sınıfı baskı altında tutmasına yarayan bir makineden başka bir şey değildir; ve bu, krallıkta ne kadar böyleyse, demokratik cumhuriyette de o kadar böyledir; bu konuda söylenebilecek en hafif şey, devletin sınıf egemenliği savaşımında yenen

proletarya tarafından devralınmış ve tıpkı Komün gibi, yeni ve özgür toplumsal koşullar içinde yetişmiş bir kuşak, tüm bu devlet hurdasından kurtulacak duruma gelinceye dek, en zararlı yönlerini hemen ve en yüksek derecede budamaktan kendini alamayacağı bir kötülük olduğudur.”

Engels, krallığın yerine cumhuriyeti geçirecekleri sırada, genel olarak devlet sorununda sosyalizmin ilkelerini unutmamaları için Almanları uyarır. Engels’in uyarmaları, bugün, doğrudan doğruya, “koalisyon” uygulamalarında devlete ilişkin boş inanlarını, devlete karşı boş inana dayalı saygılarını açığa vuran çereteli ve çernov efendilere yönelmiş bir ders gibi görünmektedir.

İki gözlem daha: 1) Engels, tıpkı bir krallıkta olduğu “kadar”, demokratik bir cumhuriyette de, devletin “bir sınıfın bir başka sınıfı baskı altında tutmasına yarayan bir makine”den başka bir şey olmadığını söylerken, bu sözleriyle hiçbir zaman, bazı anarşistlerin “tedris ettikleri” gibi, baskı biçiminin şöyle ya da böyle olmasının proletarya bakımından önem taşımadığını anlatmak istemez. Sınıf savaşımının ve sınıfları baskı altında tutmanın daha geniş, daha özgür, daha açık bir biçimi, proletaryanın genel olarak sınıfların ortadan kalkması için yürüttüğü savaşımı büyük ölçüde kolaylaştırır.

2) Neden bütün bu devlet hurdasından yalnız yeni bir kuşak kurtulabilecektir? Bu sorun, şimdi sözünü edeceğimiz demokrasinin aşılması sorununa bağlanır.

6.
ENGELS VE DEMOKRASİNİN AŞILMASI

Engels, “sosyal-demokrat” adlandırmasının bilimsel yanlışlığını gösterirken, bu nokta üzerindeki düşüncesini açıklamıştır.

1870 yıllarında, en başta “uluslararası” konulara olmak üzere, çeşitli konulara ayrılmış yazılarından meydana gelen derlemenin (Internationales aus dem Volksstaat), 3 Ocak 1894 tarihli önsözünde, yani ölümünden bir buçuk yıl önce, Engels, yazılarında “sosyal-demokrat” değil, “komünist” sözcüğünü kullandığını, çünkü bu dönemde, Fransa’da prudoncuların, Almanya’da lasalcıların kendilerine sosyal-demokrat dediklerini yazar.

Ve şöyle sürdürür:

“… Marks için de, benim için de, kendi öz görüşümüzü dile getirmek için bu kadar esnek bir deyimi kullanmakta kesin bir olanaksızlık vardı. Bugün durum değişmiştir; ve bu sözcük (“sosyal demokrat”), gene de elverişsiz (unpassend) kalmasına karşın, ekonomik programı yalnızca genel olarak sosyalist değil, açıkça komünist olan bir parti için, son siyasal ereği tüm devletin, dolayısıyla demokrasinin ortadan kaldırılması olan bir parti için, gerektiğinde pekâlâ kullanılabilir (mag passieren). Ayrıca, gerçek (altı Engels tarafından çizilmiştir) siyasal partilerin adları hiçbir zaman kendilerine tam olarak uymaz; parti gelişir, adı olduğu gibi kalır.”

Diyalektikçi Engels, yaşamının son günlerinde de, diyalektiğe bağlı kalır. Marks ve ben, der, parti için kusursuz, bilimsel bakımdan doğru bir ada sahiptik, ama o zamanlar gerçek proleter partisi, yani proleter yığın partisi yoktu. Şimdi (19. Yüzyılın sonu), gerçek bir parti var, ama adı bilimsel bakımdan doğru değil. Ne çıkar; bu ad “kullanılabilir”; yeter ki parti gelişsin; yeter ki, adının bilimsel bakımdan doğru olmadığı aklından çıkmasın ve onu doğru yönde gelişmekten alıkoymasın!

Belki şaka yapmayı seven biri, biz Bolşevikleri de, Engels gibi avutmaya kalkabilir: Gerçek bir partiye sahibiz; hayran olunacak biçimde gelişiyor; öyleyse, şu saçma ve barbar “bolşevik” sözcüğü 1903 Brüksel — Londra kongresinde çoğunluğu kazanmış olmamız gibi tamamen rastlantısal bir olgudan başka bir şey anlatmamasına karşın, pekâlâ “kullanılabilir”… Cumhuriyetçiler ve “devrimci” küçük-burjuva demokrasisi tarafından Temmuz- Ağustos 1917’de partimize yapılan kıyıcılıkların “bolşevik” sözcüğünü halkın gözünde o kadar onurlu bir duruma getirdiği şu anda; bu kıyıcılıkların, ayrıca, partimiz tarafından gerçek gelişmesi içinde başarılan engin tarihsel ilerlemenin bir belirtisi olduğu şu anda, belki ben bile, Nisan’da yapmış olduğum öneriyi, partimizin adını değiştirme önerisini, ileri sürmeye çekinebilirim. Belki, arkadaşlara bir “kompromi” (uzlaşma) önerebilirim: “Bolşevikler” sözcüğünü ayraç içinde koruyarak, partimize Komünist Parti adını vermek biçiminde bir

kompromi.
Ama partinin adlandırılma sorunu devrimci proletaryanın devlet karşısındaki

tutumu sorununun yanında son derece önemsiz kalır.
Devlet üzerindeki alışılmış düşüncelerde, Engels’in burada sözü edilen

önsözünde dikkati çektiği ve yukarıda değinmiş bulunduğumuz yanılgıya gerçekten sık sık düşülüyor; devletin ortadan kalkmasının, demokrasinin de ortadan kalkması olduğu; devletin sönmesinin, demokrasinin de sönmesi demek olduğu sık sık unutuluyor.

Böyle bir sav, ilk bakışta çok tuhaf ve anlaşılmaz görünür; belki de azınlığın çoğunluğa boyun eğmesi ilkesine uyulmadığı bir toplumsal düzenin kurulmasını istediğimize inananlar çıkacaktır; çünkü, eninde sonunda, demokrasi bu ilkenin kabulü demek değil midir?

Hayır. Demokrasi ile azınlığın çoğunluğa boyun eğmesi özdeş şeyler değildir. Demokrasi, azınlığın çoğunluğa boyun eğmesini kabul eden, tanıyan bir devlettir; başka bir deyişle, demokrasi, bir sınıf tarafından bir başka sınıfa, nüfusun bir bölümü tarafından nüfusun bir başka bölümüne karşı, sistemli zor uygulamasını sağlamaya yarayan bir örgüttür.

Biz, devletin, yani tüm örgütlenmiş ve sistemli zorun, genel olarak insanlar üzerinde uygulanan her tür zorun ortadan kalkmasını son erek olarak alıyoruz. Biz, azınlığın çoğunluğa boyun eğmesi ilkesine uyulmayacağı bir toplumsal düzenin çıkagelmesini beklemiyoruz. Ama biz, sosyalizmi yürekten dileyerek inanıyoruz ki, sosyalizm, evrimi içinde komünizme varacak, ve sonuç olarak, insanlara karşı zora başvurma zorunluluğu, bir insanın bir başka insana, nüfusun bir bölümünün nüfusun öteki bölümüne boyun eğme zorunluluğu büsbütün oltadan kalkacaktır; çünkü insanlar, zor ve boyun eğme olmaksızın, toplum halinde yaşamanın yalın koşullarına uymaya alışacaklardır.

Engels, işte bu alışma öğesinin altını çizmek için, “yeni ve özgür toplumsal koşullar içinde yetişmiş”, ve demokratik cumhuriyetinki de içinde, her türlü devletten, “bütün bu devlet hurdasından kurtulacak durumda” olacak bir yeni kuşak’tan sözeder.

Bu noktayı aydınlatmak için, devletin sönmesinin ekonomik temellerini çözümlemek gerekir.

Exit mobile version