Orta Doğu, tarih boyunca emperyalist güçlerin kanlı satranç tahtası olmaktan kurtulamadı. Bugün de bu coğrafya, İran ile İsrail arasındaki vekalet savaşlarının ve bu savaşlara ( savaşları planlayıp yönlendiren ve destekleyen) ABD ile İngiltere’nin doğrudan müdahil olup olmayacağının gölgesinde yanıyor.
Vekalet savaşları, doğrudan çatışmadan kaçınan güçlerin, bölgesel aktörleri maşa olarak kullanarak nüfuzlarını genişletme stratejisidir. Ancak bu strateji, milyonlarca insanın yaşamını yok eden, şehirleri harabeye çeviren ve halkları yoksulluğa mahkum eden bir yıkım makinesi olarak işliyor. Ondandır ki, bu savaşların ardındaki dinamikleri ve emperyalist politikaların ipliğini pazara çıkarmak, ezilen halkların kurtuluş mücadelesi için bir zorunluluktur.
Vekalet Savaşlarının Anatomisi
Orta Doğu’daki vekalet savaşları, günümüzde ağırlık olarak İran-İsrail çatışması etrafında yoğunlaştı. Ancak bu ABD-İngiltere ve İsrail ile İran çatışmalarının kökeni 1979 İran İslam Devrimi’ne dayanır. Karşı-devrim(İslam Devrimi), İran’ı emperyalizmin ve kapitalist Batı’nın uydusu olmaktan çıkarıp ABD-İngiltere ve bölgedeki vurucu gücü siyonist İsrail’e karşı Şii eksenli bir direniş hattının lideri haline getirdi.
İran, Lübnan’daki Hizbullah, Filistin’deki Hamas ve Yemen’deki Husiler gibi grupları destekleyerek, İsrail ve onun müttefikleri ABD ile İngiltere’ye karşı bir karşıt güç oluşturdu.
İran’ın desteklediği ve liderliğini ettiği güçlere ağır darbeler vuran İsrail bugünlerde, İran’ın bölgedeki etkisini kırmak için Suriye’de İran destekli güçlere hava saldırıları düzenliyor, İranlı nükleer bilimcilere suikastlar tertip ediyor ve iç isyanları körüklüyor. İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine yönelik saldırıları, bu velayet (gölge) savaşının yeni bir evreye geçtiğini gösteriyor.
Bu çatışmaların merkezinde, emperyalist güçlerin stratejik çıkarları yatıyor. ABD ve İngiltere, Orta Doğu’nun petrol kaynaklarını kontrol etme, İsrail’in güvenliğini sağlama ve İran’ın bölgedeki etkisini sınırlama hedefiyle hareket ediyor. Suudi Arabistan gibi bölgesel müttefikler, İran’a karşı vekalet savaşlarında finanse edici ve lojistik destek sağlayıcı roller üstleniyor. Yemen’deki savaş, bu dinamiklerin en trajik örneklerinden biri: Suudi Arabistan’ın İran destekli Husilere karşı yürüttüğü operasyonlar, ABD ve İngiltere’nin silah ve istihbarat desteğiyle sürdürülüyor. Bu savaş, on binlerce sivilin ölümüne ve Yemen’in insani bir felakete sürüklenmesine yol açtı.
Emperyalist Politikalar: Kontrol ve Kaos
ABD ve İngiltere’nin Orta Doğu politikaları, “böl ve yönet” ilkesine dayanıyor. 20. yüzyılın başlarında İngilizlerin Osmanlı topraklarını parçalayarak çizdiği suni sınırlar, bugünkü çatışmaların temelini attı. I. Paylaşım Savaşı sonrası Sykes-Picot Anlaşması’yla başlayan bu süreç, 1948’de İsrail’in kurulmasıyla yeni bir boyut kazandı.
(…)
Bugün, ABD’nin “Büyük Orta Doğu Projesi” (BOP) gibi girişimleri, bölgedeki ulus-devletleri zayıflatmayı ve enerji kaynaklarını kontrol altında tutmayı amaçlıyor. George W. Bush döneminde ortaya atılan BOP, 23 ülkeyi kapsayan bir “demokrasi ihracı” maskesiyle, aslında rejim değişiklikleri ve piyasa ekonomisinin dayatılmasını hedefliyordu.
Emperyalistlerin vekalet savaşlarındaki rolü, yalnızca askeri destekle sınırlı değil. Ekonomik yaptırımlar, medya manipülasyonları ve kültürel hegemonya araçlarıyla, halkların iradesi kırılmaya çalışılıyor. İran’a uygulanan yaptırımlar, halkın yaşam koşullarını ağırlaştırarak rejime karşı kalkışma yaratmayı amaçlıyor. Elbette ABD-İngltere emperyalist bloğu olası böyle bir kalkışmadan bölgesel planları ekseninde İran’a yönelik projesini hayata geçirmek için yararlanmayı hedefliyor.
Öte yandan, ABD’nin Hollywood aracılığıyla ürettiği propaganda filmleri, emperyalist müdahaleleri “özgürlük mücadelesi” olarak meşrulaştırıyor. Bu kültürel emperyalizm, Schiller’in tanımıyla, toplumları ABD’nin kapitalist modeline entegre etmek için “zorlama, rüşvet ve ikna” yöntemlerini kullanıyor.
Siyonizm ve Emperyalizmle İttifakı
Siyonizm, 19. yüzyılın sonlarında bir siyasi hareket olarak ortaya çıktı ve Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurmayı hedefledi. Ancak bu hareket, yalnızca bir devlet projesi değil, aynı zamanda emperyalist güçlerle kurduğu ittifaklar üzerinden Orta Doğu’nun kaderini şekillendiren bir araç oldu. Musevilikle sıkça karıştırılan Siyonizm, mistik dini bir inançtan ziyade fundamentalist ve milliyetçi bir ideolojidir. Siyonizmin tarihini, emperyalizmle simbiyotik ilişkisini ve Musevilikle olan temel farklarını irdelemek, ezilen halkların mücadelesi için önemlidir.
Siyonizmin Tarihsel Kökenleri
Siyonizm, 19. yüzyıl Avrupası’nda Yahudilere yönelik artan antisemitizm ve milliyetçilik akımlarının bir ürünü olarak doğdu. Theodor Herzl’in 1896’da yayımladığı Der Judenstaat (Yahudi Devleti) adlı eseri, modern Siyonizmin manifestosu kabul edilir.
Herzl, Yahudilerin Avrupa’da asimilasyon yoluyla eşitlik kazanamayacağını savunarak, bir Yahudi devletinin kurulmasını önerdi. 1897’de Basel’de toplanan Birinci Siyonist Kongre, bu hedefi kurumsallaştırdı. Ancak Siyonizm, başlangıçta Yahudi toplumu içinde bile tartışmalıydı; birçok dindar Yahudi, Mesih’in gelişinden önce bir Yahudi devleti kurmanın dine aykırı olduğunu savundu.
Siyonizmin Filistin’i hedef seçmesi, tesadüfi değildi. Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflaması ve Avrupa emperyalizminin Orta Doğu’ya yönelik iştahı, bu seçimi şekillendirdi. 1917’de İngiltere’nin Balfour Deklarasyonu, Filistin’de bir “Yahudi ulusal yurdu” kurulmasını desteklediğini ilan etti.
Bu deklarasyon, Siyonizmin emperyalist güçlerle ittifakının dönüm noktasıydı. İngiltere, Osmanlı’yı parçalama ve bölgedeki stratejik çıkarlarını koruma hedefiyle Siyonist hareketi bir maşa olarak kullandı.
Emperyalizmle İttifak
Siyonizm, tarihinin her aşamasında emperyalist güçlerle iç içe geçti. Balfour Deklarasyonu’ndan sonra, İngiliz manda yönetimi altında Filistin’e Yahudi göçü hızlandı. Bu süreç, yerli Arap halkının topraklarından sürülmesi ve ekonomik sömürüsüyle sonuçlandı. 1948’de İsrail’in kurulması, Nakba (Büyük Felaket) olarak bilinen ve yüz binlerce Filistinlinin zorla yerinden edildiği trajedinin başlangıcı oldu. Bu süreçte, ABD ve İngiltere, İsrail’i Orta Doğu’daki ileri karakolları olarak destekledi.
İsrail’in emperyalist ittifakı, Soğuk Savaş döneminde daha da derinleşti. ABD, İsrail’i Sovyet etkisine karşı bir kalkan olarak gördü ve milyarlarca dolarlık askeri yardım sağladı. Bugün, İsrail’in ABD’den yıllık 3,8 milyar dolar askeri yardım aldığı biliniyor (Al Jazeera, 2024). Bu destek, İsrail’in Filistin’deki işgal politikalarını sürdürmesini ve İran gibi bölgesel rakiplere karşı vekalet savaşları yürütmesini sağlıyor.
Siyonizm, böylece, emperyalist hegemonyanın bir aracı haline geldi; Filistin halkının ezilmesi, yalnızca Siyonist ideolojinin değil, aynı zamanda ABD-İngiltere emperyalizminin enerji kaynaklarını ve jeopolitik çıkarlarını koruma stratejisinin bir sonucudur.
Musevilik ve Siyonizm Arasındaki Farklar
Musevilik, binlerce yıllık bir dini ve kültürel gelenektir; Siyonizm ise 19. yüzyılın fundamentalist ve ırkçı bir siyasi hareketidir. Musevilik, ahlaki ilkeler ve ibadet üzerine kurulu bir mistik inanç sistemi sunarken, Siyonizm, fundamentalist ve ırkçı temelde bir devlet inşası, toprak talebi ve yayılmacılık(işgalcilik) odaklıdır. Ortodoks Yahudilerin bir kısmı, özellikle Neturei Karta gibi gruplar, Siyonizmi dini açıdan sapkınlık olarak görür ve İsrail devletini tanımaz. Bu gruplar, Yahudi kurtuluşunun siyonist bir devletle değil ancak Mesih’in gelişiyle mümkün olacağına inanır.
Siyonizm, Museviliğin evrensel ahlak ilkelerini de sıkça ihlal eder. Filistin’deki işgal, zorla yerinden etme ve sivil katliamlar, Museviliğin “komşunu sev” ilkesine taban tabana zıttır. Siyonist ideoloji, Yahudi kimliğini milliyetçi bir çerçeveye hapsederek, Museviliğin tarihsel çeşitliliğini ve diasporik zenginliğini yok sayar. Bu nedenle, Siyonizmi Musevilikle eşitlemek, hem dini hem de tarihsel bir çarpıtmadır.
(…)
İsrail devleti değerlendirilirken gözden kaçırılmaması gereken bir nokta var. İsrail devleti, burjuva devrimler ile kurulan ulus-devletler sınıfına girmemektedir. İsrail, her milliyetten ve çeşitli coğrafyalardan toplanan aynı dini inanca mensup insanların, Filistin’deki İngiliz mandası döneminde bizzat desteklenen, silahlandırılan ve eğitilen siyonist çetelerin önderliğinde finans kapital çevrelerinde ve çeşitli sermaye lobilerinde etkinliği olan siyonist diyasporanın da desteğiyle, Filistin topraklarının işgali üzerine kurulmuştur.
Dünyada ulus-devletlerden bazılarının süreç içerisinde kendi iç toplumsal dinamiklerinin ileri-geri hareketiyle yada dışarıdan bu hareketlenmeye yön verilerek fundamentalist bir rejime dönüştüğü örnekler var. Ancak İsrail, bu örneklere uymamakta, halihazırdaki iktisadi, ekonomik ve toplumsal çelişmelerin yarattığı bir sınıfsal çatışmanın sonucu olarak toplumsal bir burjuva aydınlanmacı dönemin ve bir burjuva devrimin ürünü olarak eşyanın tabiatına uygun ve hayatın akışına uygun bir toplumsal çelişme-çatışmanın sonucu olarak doğmamıştır, fundamentalist ve ırkçı bir temelde ABD-İngiltere emperyalizminin güdümünde kur(dur)ulmuştur. O günden bu güne kadar, İsrail devletinin resmi ideolojisi fundamentalizm ve ırkçılığın içe içe geçtiği siyonizmdir.
Devrimci Perspektif
Siyonizm, emperyalizmin Orta Doğu’daki böl-yönet stratejisinin bir parçasıdır. Filistin halkının mücadelesi, yalnızca Siyonizme karşı değil, aynı zamanda bu hareketi destekleyen küresel kapitalist düzene karşı bir direniştir. Lenin’in 1916’da belirttiği gibi, “emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır” ve Siyonizm, bu aşamanın bölgesel bir tezahürüdür. Filistin’deki işgal, Yemen’deki savaşlar ve İran’a karşı vekalet çatışmaları, aynı emperyalist mantığın ürünleridir.
Orta Doğu’daki vekalet savaşları, emperyalistlerin ve onların bölgesel taşeronlarının halkları birbirine kırdırma politikasıdır. İran ve İsrail arasındaki çatışma, İsrail’in ‘güvenlik’ ve ‘demokrasi’ manipülasyonlarına rağmen, özünde emperyalist hegemonya mücadelesinin bir yansımasıdır.
1912 Basel Kongresi’nde sosyalistlerin aldığı kararlar, bugün hâlâ geçerliliğini koruyor: “Yaklaşan savaş bir ulusal kurtuluş savaşı değildir ve dolayısıyla ‘anayurdun savunulması’ fikri işçi sınıfının tutumu olamaz. Savaş, kapitalist egemenliğin bunalımını derinleştirmek için bir fırsattır”. Bu bağlamda, Orta Doğu halklarının görevi, emperyalistlerin ve onların vekillerinin sahte söylemlerine karşı birleşmektir.
Filistin’den Yemen’e, Lübnan’dan Suriye’ye, Irak’tan İran’a, Mısır’a, Libya ve Lübnan’a, Bahreyn’den Kuveyt, Umman, Arap Emirlikleri, Katar ve Ürdün’e kadar bu coğrafyada ezilen halkların ortak düşmanı, emperyalizm ve siyonizmdir; asıl düşman, bu savaşlarından çıkar sağlayan, savaşları körükleyen, koşullayan ve kaostan beslenen emperyalist dünya düzenidir.
Devrimci hareketler, mezhepsel bölünmeleri aşarak, anti-emperyalist bir cephe oluşturmalı ve sınıf bilinciyle hareket etmelidir. İran’ın nükleer programına karşı İsrail’in saldırıları, ya da Suudi Arabistan’ın Yemen’deki bombardımanları, halkların özgürleşme mücadelesine değil, emperyalist çıkarlara hizmet ediyor. Bu nedenle, devrimci bir hareket, yalnızca silahlı mücadeleyi değil, aynı zamanda ideolojik, entelektüel ve kültürel bir kitlesel karşı duruşu örgütlemeyi, halkların ortak mücadelesini koordine etmeyi ve Orta Doğu’da ulusal sınırları aşan devrimci bir hat yaratmayı hedeflemelidir.
Emperyalizmin geriletilmesi, tahakkümünün kırılması ve dünyadaki düzenine son verilebilmesi için Orta Doğu’dan def edilmesi hem bölge hem dünya halkları açısından çok önemlidir.