Her eylemde olduğu gibi ölüm orucu eyleminde de amaç, kitlelerle birleşme, kitleleri birleştirme, taraflaştırma ve andaki hedefe yöneltmedir.
Sınıf mücadelesinin farklı yoğunluklarda da olsa çetin çarpışmalar şeklinde açığa çıktığı ve sürece yayıldığı coğrafyalarda, ölümü kutsama, ölümü yüceltme ve ölüleri zaferin teminatı gibi gösterme eğilimi hep olmuştur. Bu eğilim coğrafyamızda da mevcut.
Birçok devrimci hareket, can bedeli yürüttüğü mücadelede düşenleri zaferin teminatı gibi sunarak ölümleri kutsama, ölümleri yüceltme eğilimi göstermektedir. Oysa ki ölümleri kutsamak ve yüceltmek; mistik bir tutumdur. Felsefi olarak idealizmden başka kapıyada çıkmaz.Ölüm, yaşama ait bir olgu olarak yaşam kadar gerçektir. Sınıf mücadelesi sertleştiğinde, çarpışmalar şiddetlendiğinde ölümler yaşanması da kaçınılmaz olur. Sınıfın ve halkların çıkarları emrettiğinde çarpışmalardan uzak durarak ölümü geciktirme, ölümden kaçma gibi bir anlayışı olamaz Komünistlerin.
Ancak komünistler aynı şekilde ölümlerin, sınıf mücadelesine katkı sunmadığı, kamuoyu oluşturmadığı, taraflaştırıcı bir rol oynamadığı koşullarda da ölümü yücelterek, ölüleri zaferin teminatı gibi göstererek ölümlü eylemler planlamayı ve ölümlü eylemlere girişmeyi de doğru bulmazlar.
Yaşam Hakkını Savunmak ile Eylemin Kendisini Savunmak Aynı Şey Değildir!
Mücadelenin kendi olağan akışı içerisinde çıkan çarpışmalar dışında planlı bir biçimde sonucu ölümlü eylemleri hayata geçirmenin amaçları: kitleleri harekete geçirmek, taraflaştırmak, kamuoyu yaratmak ve belirlenen hedefe yöneltmektir.
Bu amaçlara hizmet etmediği takdirde ısrarla sonucu ölümlü eylemleri uygulayan devrimci çevrelerin (ölüm oruçları ve açlık grevleri gibi) eylemlerine yaşam hakkını savunmak temelinde eylemin taleplerinin karşılanması için destek olmak devrimci dahası insani bir görevdir.
Yaşam hakkını savunmak ile o eylem politikasını savunmak, ölümü yücelten ve ölümleri kutsayan mistik anlayışı savunmak arasındaki ayrımı gözden kaçırmamak gerekir.
Her koşulda devrimcilerin ve halktan insanların yaşam hakkını savunmanın devrimci bir görev olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
Cezaevlerinde Ölüm Oruçlarının ve Açlık Grevlerinin Muhtevası
Açlık grevleri ve ölüm oruçları, tüm mücadele araç-gereçleri elinden alınmış, fiziki olarak dış dünyadan izole edilmiş olan insan(lar)ın bedenini bir mücadele aracına dönüştürme eylemleridir. Bu eylemlerde amaç; ölmek, kahramanlaşmak yada kahramanlar yaratmak değildir-olmamalıdır.
Bedeninden başka mücadele aracı olmayan insan(lar)ın, mücadele aracı olarak bedenini kullanarak dışarıdaki dünyayla iletişime geçmesi, toplumu varlığından ve onu bu eyleme iten nedenlerden haberdar etmesi, kamuoyu yaratması, talepler ekseninde birleştirdiği kitleleri kotarmak istediği hedefe yöneltmesi için yapılır ölüm orucu, açlık grevleri.
Bu yönüyle de her devrimci eylemde olduğu gibi toplumsal amaçları ve toplumsal ayakları olan eylemlerdir. Dünya tarihinde açlık grevleri ve ölüm oruçları Rusya’dan İngiltere ve Amerika’ya, Küba’dan Bolivya ve Tibet’e, İran’dan İrlanda, Kırgızistan ve Hindistan’a dek hemen her yerde yaşanmıştır. Ancak dünyanın en çok ölümlü orucu da yine bizim coğrafyamızda gerçekleşmiştir.
Temmuz 1982 Ölüm Oruçları
Coğrafyamızda ölüm oruçları tarihi ilk olarak 1982 yılında Diyarbakır Cezaevi’nde başladı. Eylemin fiziki yıkıcılığının dehşeti ve onun yanı sıra direnişçilerin ellerinde tuttukları psikolojik üstünlük gerçeği, dışarıdakileri çoğu kez motive edici gücü de apaçık bir şekilde görülmüş oldu.
Temmuz 82 ölüm orucu boyunca cezaevi idaresinin tutsaklara canice muameleleri artarak tüm süratiyle devam etti. 9 Eylül günü Kemal Pir, 12 Eylül’de M. Hayri Durmuş, 15 Eylül’de Akif Yılmaz ve 17 Eylül’de Ali Çiçek yaşamlarını yitirdiler. Ancak içerideki bu amansız zulme karşı verilen direniş, Kürt hareketini açık faşizm sürecinden 80 öncesine göre çok daha güçlü bir organizasyon olarak çıkmasını sağladı. Yani ortaya çıkan durum; “rüzgâr ekenin, fırtına biçmesi ” olarak yazıldı memleketin siyasî tarihine.
Ölüm orucu eylemi, burada eylemcilerin eylemin kendisiyle hedeflediği amaçlara hizmet etti.
Diyarbakır hapishanesinde 1984’te bir ölüm orucu direnişi daha gerçekleştirildi. Bu eylemde de Mart ayı içinde Cemal Arat ve Orhan Keskin öldüler.
Ortaya konulan bu eylemler, yalnızca ölümleri değil, sağ kalan onlarca insanın da ömürleri boyunca kurtulamayacakları fiziksel ve ruhsal sakatlıklar ve hastalıkları da beraberinde getirdi.
Tek Tip Elbise Dayatması ve 84 Ölüm Orucu
1984 yılının 11 Nisan günü Metris hapishanesindeki Devrimci Sol ve TİKB davası tutsakları, tek tip elbise dayatmasının sona erdirilmesi, işkenceden vazgeçilmesi, politik tutukluluk hakkı ve sosyal ve insanî şartlar için açlık grevine başladılar ve bu eylem dört yüz tutsakla 45. gününde ölüm orucuna dönüştürüldü.
Direnişin altmışıncı ve yetmişinci günlerinin başında Abdullah Meral, Haydar Başbağ, M. Fatih Öktülmüş, Hasan Telci yaşamlarını yitirdiler. Açlık grevleri, özellikle tek tip dayatmasının durdurulması ile kesin olarak Şubat 1986’da sona erdirildi.
’84 Metris direnişinin kazanımla sonuçlanmasının yanı sıra bir özelliğiyle daha önemliydi. Bu, TAYAD’lı tutsak ailelerinin dışarıda ölüm oruçlarına ve açlık grevlerine devlete baskı oluşturabilecek güçlü bir desteği örgütleyebilmiş olmasıydı.
Ölüm oruçlarının taleplerinin devlete kabul ettirilebilmesinde ulusal ve uluslararası kamuoyu baskısının can alıcı önemi burada kendini en çarpıcı biçimiyle gösterdi.
1988 yılında bir ölüm orucu eylemi daha Diyarbakır’da örgütlenecek ve bu eylemde de Mehmet Emin Yavuz yaşamını yitirecekti.
Tabutluklar ve 96 Ölüm Orucu
’80’li yılların sonuna doğru dönemin adalet bakanı olan Mehmet Topaç, tek tip elbiseden ve mahkûmların “tabutluk” olarak adlandırdığı cezaevlerinden vazgeçildiğini söylese de, “tabutluklar” tekrar gündeme gelecek, ülke yıllar sonra kitlesel bir ölüm orucu eylemiyle daha sarsılacaktı.
Tabutluk tipi cezaevlerinin Refah-Yol hükümetinden o zamanın adalet bakanı Mehmet Ağar’ın “Mayıs Genelgesi”nden sonra tekrar gündeme getirilmesiyle, o güne kadar ki en büyük ölüm orucu eylemi hapishanelerde başlamış oldu (355 ölüm orucu ve 2174 açlık grevi eylemcisi vardı). DHKP-C, TKP(ML), TİKB (1), TKP/ML, MLKP, Ekim, TKEP/L,THKP/C HDÖ, Direniş Hareketi ve TDP davası tutsakları (Cezaevleri Merkez Koordinasyonu) eylemi örgütlemişlerdi.
Bu yüksek katılımlı ve ülke gündeminde de yoğun ses getirmiş olan eylem, 12 devrimcinin (Aygün Uğur, A. Berdan Kerimgiller, İlginç Özkeskin, Hüseyin Demircioğlu, Ali Ayata, Müjdat Yanat, A. İdil Erkmen, Tahsin Yılmaz, Yemliha Kaya, Hicabi Küçük, Osman Akgün, Hayati Can) yaşamını yitirmesinden sonra, istifa eden Ağar yerine gelen Şevket Kazan’ın 69. Günde taleplerin kabul edildiğini ilân etmesi üzerine sona erdirildi.
Ancak “talepler kabul edildi” denilmesiyle hapishanelerde yaşanan geçici rahatlama uzun sürmedi. ’96 ölüm orucu direnişinin hem öncesinde, hem de sonrasında yaşanan hapishane katliamları (Diyarbakır, Buca, Ümraniye, Ulucanlar) yaklaşan büyük katliamın habercisiydi.
F Tipi Dayatması ve 2000 Ölüm Orucu
F tipi cezaevlerinin gündeme gelmesiyle -dönemin başbakanı Ecevit, “cezaevlerindeki sorunları hâlletmeden, Avrupa Birliği’ne giremeyiz, ilerleme kaydedemeyiz” diyordu (!)- 20 Ekim 2000 günü DHKP-C, TKP(ML) ve TKİP tutsaklarınca açlık grevine başlanıldığı ilân edildi. Bir ay sonra ölüm orucuna dönüşen eyleme kısa sürede birçok örgüt katıldı ve eylem daha da kitleselleşip yayıldı.
Yüzlerce tutsağın sürdürdüğü eylem, başta hükümetçe görmezden gelinse de zaman içinde direnişin yarattığı baskıyla devlet, tıpkı ’96 ölüm orucunda olduğu gibi aydınlar ve bazı milletvekilleri kanalıyla DHKP-C ve TKP(ML)’nin temsilcileriyle görüşmeye başladı. Ancak kısa sürede bu görüşme hamlelerinin bir oyalama ve aldatmaca taktiğinden ibaret olduğu anlaşıldı. 19 Aralık 2000 gecesi resmî adı Hayata Dönüş, gerçek adı Tufan olan ve Türkiye’nin Kıbrıs harekâtından sonra gerçekleştirdiği en büyük askerî operasyonla cezaevleri yakıldı yıkıldı. Devlet, yaşamı kendine emanet olan 28 devrimci tutsağı katletti. Operasyon sonrası tutsaklar, F tiplerine sevk edilse de eylem büyüyerek sürdü ve ölüm oruçları dışarıya da taşındı.
Ancak, 28 Mayıs 2002 günü DHKP-C dışındaki tüm örgütler ölüm orucunu bıraktıklarını bir bildiriyle açıkladılar -TKİP, bildiriye imza atmasa da fiilen eylemi bıraktı- ve böylece DHKP-C zaman zaman TKEP/L gücü oranında destek verse de eylemde yalnız kaldı.
Uzun süre sol medyada dahi neredeyse görmezden gelinen direniş, avukat Behiç Aşçı’nın ölüm orucuna başlamasıyla tekrar ülke gündemine taşınmış oldu. Aşçı eyleminin 294. günündeyken -2000 ölüm orucunda B1 vitamini alındığı için eylemler uzun sürebiliyordu- devlet tutsakların ortak havalandırmaya çıkma gibi haklarını kabul edince de DHKP-C ölüm orucuna süresiz ara verdiğini açıkladı.
Dünya tarihinin en uzun ve en yüksek kayıplı ölüm orucu böylece sona ermiş oluyordu. Fakat bu direniş ve direniş boyunca yaşananların bakiyesi ağır yaralar, gerek illegal ve yasal solda yarattığı psikolojik ve nicel tahribat, gerekse de ölüm orucu eylemcilerinden sağ kalanlarının üzerinde bıraktığı tamir edilemez izlerle tüm canlılığı ve yakıcılığıyla yaşamaya devam ediyor.
Ölülerimiz Zaferin Teminatı Değildir!
Tarihsel aktarımdan da anlaşılacağı üzere, tüm ölümlere rağmen istenilen sonuçların elde edilemediği ölüm oruçları da olmuştur. Nasıl ki cezaevleri cephesinde ölümler her koşulda istenilen sonucu kazandırmamışsa, sınıf mücadelesinde de bu böyledir. Nitekim cezaevleride sınıf mücadelesi alanlarından biridir. Ölüm ile yapılabilecek en büyük fedakarlık yapılmış olsa dahi, bu zaferin teminatı değildir.
Ölüm orucu eylemleri, kitlelerin sahiplenmediği ve taleplerin arkasında durmadığı koşullarda, devlete ulusal ve uluslararası alanda kamuoyu baskısı yaratamayacağından kazanımla sonuçlanması neredeyse mümkün değildir.
Her eylemde olduğu gibi ölüm orucu eyleminde de amaç, kitlelerle birleşme, kitleleri birleştirme, taraflaştırma ve andaki hedefe yöneltmedir. Tüm diğer eylemler gibi, kitlelerle birleştiği oranda kazandıracak, aksi takdirde istenilen sonuçları yaratamayacaktır.